Ülkeyi emperyalizmin kucağına atmak, insanlık için halen tek çıkış yolu olan “aziz islâm”ı öz karakterinden kopartmak, böylelikle küresel hesapların önündeki bu en büyük “engel”i ortadan kaldırmaktı amaçları. Ayrıca fiziki/siyasi şekli neye evrilirse evrilsin, öz mayası binlerce yıldır tüm yeryüzüne direniş ve onur ilham eden bu ülkeyi yani Türkiye’yi yani Türkü, Kürdü vb. renkleriyle “millet” olan insanımızı yeryüzünün canilerine teslim etmek istediler ve 15 Temmuz 2016’ya gelindi.
Mürsel SÖNMEZ

Bizim kuşağın yetiştiği dönem, yoğun politik/ideolojik çatışmaların yaşandığı bir dönemdi. Gayriihtiyari olarak kendinizi ülke ve dünyada yaşanan sorular ve sorunların içinde buluyorsunuz. Yoğun okumalar, bitmeyen tartışmalar ve hep heyecanlı kalp atışlarıyla yaşıyorduk. Bir yandan “öz yurdunda garip, öz vatanında parya”lığın acısını duyarken; diğer yandan Filistin, Eritre, Moro ve sonradan Afganistan ve tüm yeryüzüne dönüktü yüzümüz. Ülkemiz için bağımsızlık ve öz kimliğine sadakatle oluşmuş bir “düzen” talep ederken; inanç coğrafyamızın her köşesinden de müjdeli haberler bekliyor ve “Sen oradan kıracaksın zinciri ben buradan / Bir gün mutlaka kavuşacak ellerimiz” diyerek, umut büyütüyorduk. İnsanı savunmak, kadim insanî değerleri savunmak, emeği savunmak, ülkeyi savunmak, hak ve adalet talep etmekti işimiz gücümüz. Tüm bu duygu ve düşünceleri yaşarken ana vurgumuz “küresel kötülük” şebekesine karşı olmak; İslâm topraklarını onların kötü emellerinden korumak, sınırsız ve sınıfsız bir dünyayı “zaman aşımına uğramamış ilâhî yasalar”la süslemek, güzelleştirmekti amacımız. Bu yer yer çocuksu ama temel talepleri itibariyle hâlâ geçerli ve doğru çizgide giderken yanı başımızda bir kısım ayrık otları bitmeye, bizim referanslarımızdan söz ederek insanları “doğru yolun sapık kolları”na çekmeye başladılar. Söylemleri her ne kadar bizim ana kaynaklarımızla süslenmiş de olsa bu “akım” ya da “proje” ile asla yakınlaşmadık, uzak durduk. Karşılaştığımız her vasatta çarklarına çomak soktuk, geri adım attırdık. Çünkü bu “tip”ler bizim “lâ” çizgisiyle reddettiğimiz “büyük şeytan” ve hempalarına karşı sempati içindeydiler. İlk günlerinden beri hep bu tutum içinde oldular. İdeolojik olarak tümüyle zıt olduğumuz kişi ve gruplarla konuşabiliyor, tartışabiliyorken adı sonradan “fetö” olarak konulacak olan bu omurgasız takımıyla “düşmanlık” ve “karşıtlık” dışında bir ilişkimiz olmadı. Biz onları sevmedik, onlar da bizi sevmedi, zaten sevgilerini “okyanus ötesindeki” “büyük şeytan”a hasretmişlerdi. Bu sevgiyi de ele geçirdikleri makam ve mevkilerde “müslümanlar”a yaptıkları işkencelerle ispat da ediyorlardı.
Gün geldi sistem bizleri “mel’un” diye damgaladı, ağır baskılara tabi tuttu ve onları baş tacı etti. Yollarını açtı. Maddi manevi destekledi. Büyütüp palazlandırdı. “Fetö” denilen bu emperyalist kuklası çete, son kertede ana beslenme kaynağının emri ile başkaldırdı. Ülkeyi emperyalizmin kucağına atmak, insanlık için halen tek çıkış yolu olan “aziz islâm”ı öz karakterinden kopartmak, böylelikle küresel hesapların önündeki bu en büyük “engel”i ortadan kaldırmaktı amaçları. Ayrıca fiziki/siyasi şekli neye evrilirse evrilsin, öz mayası binlerce yıldır tüm yeryüzüne direniş ve onur ilham eden bu ülkeyi yani Türkiye’yi yani Türkü, Kürdü vb. renkleriyle “millet” olan insanımızı yeryüzünün canilerine teslim etmek istediler ve 15 Temmuz 2016’ya gelindi.
Yeryüzünde ilahlık taslayan tüm güç odaklarına karşı “lâ kılıcı” çekmiş olan bu ülkenin inançlı insanları, varlığı ve oluşu Hakk’a isnad eden muvahhidleri 15 Temmuz’da sömürü güçlerinin maşası olan ve hak suretiyle iğvalarını gerçekleştiren ve asker kisvesiyle silahlı saldırıya geçenlerin karşısında burç burç direndiler. “Sandılar sesi soluğu çıkmaz kolu kanadı kırık insanımın / bilemediler dağın, taşın açan tomurcuk, uçan kuşun ak öfke kesileceğini”. Öyle de oldu. Çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek, insanımız o gece direndi. İşgalci maşalarının ellerini kırdı. Yeni bir durum değildi aslında, tarih boyunca da hep böyle olmuştu. Oradaydım, son zamanlarda emperyalist kültür(!) kuşatması ile çözeltilen insanımız/insanlığımız konusunda derin kaygılar yaşayıp umutlar tükettiğim zamanlara denk gelmişti. Oradaydım. Ve o gece benim için yeni bir umudun da adı oldu. Millet benliğimizden maddi manevi varlıklarına sadakat cevherini silemediklerinin kanıtıydı o gece gördüklerim.
Oradaydım. Olayın ortaya çıktığı ilk saatlerde, belki de ilk saatte oradaydım, köprüde. O günün Çanakkale’si olan ve geçilmeyen köprüde. Salâların emperyalistlerin emriyle uçan ve bomba atan uçakların sesine, kolu kanadı kırık insanımın gelen mermilere aldırmaksızın getirdiği tekbirlere, ölümün bu kadar yaklaştığı halde korkutma özelliğini yitirmesine, yoksul kenar mahalle çocuklarının kendisine cimrilik yapan “düzen”e rağmen İslâm toprağını savunmada can verecek denli cömertliğine, korkunun, açlığın, uykusuzluğun, geçerliliğini yitirdiğine, köprünün üzerinden ateş ettiği söylenen keskin nişancı tehdidine karşı daha keskin bir delikanlılığa tanık oldum. Sabah namazı sonrası bile köprüye giden yan yola gelen mermilerin yanından geçtim. Yakın bir fırından taşıyabildiğimiz kadar alıp köprü girişine getirdiğimiz ekmekleri elimle parçalayıp dağıtırken insanların açlıklarının farkında bile olmadıklarını gördüm. Yaralı taşıyan motosikletleri, yaralılara anında müdahale eden direnişçi doktorları, kelimelerin dünyasından koşarak direnişin gerçekliğine yelken açan şair ve yazarları, bitirim çocukları, kenarda çimler üzerinde namaz kılan dua eden dervişleri, davadan döndü sandığım ama orada dimdik ve vakarlı duran eski tüfekleri sevdim, bir daha sevdim. Bu ülke, bu topraklar, bu insanlar, bu salâlar, bu dualar bizdik, bizimdi. Ve biz, “büyük şeytan”ın işgaline karşı “bir günü isyana böyle çevirdik.” Aynı zamanda bir zihin temizliği yaptık ve tarihteki benzer efsanevî gerçekleri aklîleştirerek “abartı” saymak gafletinden de kurtulmuş olduk.
Peki, direniş bitti mi? Elbette bitmez ve bitmeyecektir. Çünkü hayat zıtlar üzerinde kaimdir ve öz cevherimize zıt olan tüm olumsuzluklara karşı 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nde, Çengelköy’de, Saraçhane’de, Vatan’da, Kısıklı’da, Kadıköy’de, Kahramankazan ve her yerde hâlâ nöbetteyiz. Kimlik nöbetinde, vatan nöbetinde, bağımsızlık nöbetinde, hak ve adalet nöbetinde, tarihimize sadakat nöbetinde, yarınların “hakça düzen” nöbetinde, “adil düzen” nöbetindeyiz. “Gelecek bir mübarek vakit” için, “Türkümüz dünyayı kardeş bilendir / Gökleri insanın ortak tarlası” diyerek nöbetteyiz. Karanlığın bastığı her yerde nöbetteyiz. 15 Temmuz 2016 Cuma akşamı geceye, karanlığa evrilirken olduğu gibi. Ve şehitlerden meşalelerle…