15 Temmuz, Müslüman Anadolu halkının yıllarca maruz kaldığı ezilmişliğe, dışlanmaya, hor görülmeye karşı içine atıp biriktirdiği öfkenin, patlayıp bir sele dönüşmesidir. Tek parti iktidarından 27 Mayıs darbesine, Menderes ve arkadaşlarının idamından 12 Eylül darbesine kadar yapılan zulümlere karşı sessiz kalma utancının bir dışa vurumudur.
İsa ÖZÇELİK

Altı sene önce gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişiminin nedenleri ve sonuçları üzerine çok sayıda görüş dile getirildi ve getirilmeye devam ediliyor. Darbe girişiminin etkilerinin hâlâ sürmesinden ötürü bu meşum tezgâhın hangi sosyal, kültürel, dini, ekonomik ve siyasal neticeleri olacağı noktasında daha nitelikli ve kapsamlı analizlerin yapılması ve geleceğe dönük öngörülerin tartışılması; krizin daha az hasarla atlatılıp fırsata çevrilebilmesi için elzem gözüküyor.
Bunun için de darbelerin çıkış gerekçelerini özelde ise 15 Temmuz’un arka planını ayrıntılı bir şekilde incelemek gereklidir. Darbe süreçlerinin; araçları, yöntemleri ve aktörlerinin ortak özelliklerini hususi olarak ise 15 Temmuz sürecinin anatomisini çıkarmak çok önemlidir. Acil ve hassas diğer bir konu ise darbelerin genel olarak ürettiği yıkıcı sonuçların ötesine geçerek 15 Temmuz darbe girişiminin şu ana kadar gözlemleyip, hissettiğimiz etkilerini ve pek muhtemel yakın ve uzak neticelerini masaya yatırarak ayrıntılı planlar yapıp çok yönlü tedbirler almaktır.
İnsan doğasının bir parçası olan iktidar olma arzusu, onun eşyayla olan ilişkilerinde önemli bir yer tutar. Bireyin diğer insanlarla ve toplumla kurduğu münasebetlerde hükmetme hırsı, farklı derecelerde kendini gösterse de başat bir yere sahiptir. Bu potansiyelin dışa vurumu elbette kişilerin karakter ve kuvvet durumuna göre değişkenlik gösterir. Kişisel korunma ve egemen olma güdüsü kabile/grup psikolojisinde daha karmaşık ve tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Kölelik kurumundan devlet aygıtına kadar çok sayıda müessese böylesi bir sosyo-psikolojik sürecin sonucu olarak karşımıza çıkar.
İbn Haldun’un asabiye teorisi; toplumdan devlete, servetten sefahat ve çöküşe giden süreçler hakkında bize önemli bilgiler sunar, ayrıca toplumsal gelişmeler, iklim, kültür ve iktidar ilişkilerinin ve yönetimin el değiştirme süreçlerinin anlaşılması konusunda ufkumuzu açan tespitler içerir. Türkiye’nin Osmanlı’dan tevarüs ettiği ve yakın tarihinde birçok kez maruz kaldığı darbe geleneği de bu konuda ders çıkarabileceğimiz sayısız malzeme içerir.
15 Temmuz darbe girişimine yol açan yapısal ve konjonktürel sebeplere dair pek çok kişi farklı tespitler yapmaktadır. Bu sebepler arasında Türkiye’deki laiklik anlayışı ve uygulamalarının olumsuz etkisi üzerine birkaç değini de bulunmak kanaatimce yerinde olacaktır.
Her ne kadar seküler çevreler, 15 Temmuz darbe girişimini dini bir motivasyonla açıklamaya kalkıp buradan hareketle laikliğin lüzumunu gerekçelendirmeye çalışsalar bile yaşadığımız durum aslında laiklik uygulamalarının nasıl da böyle bir grubun ortaya çıkıp, darbeye taşeronluk ettiğini açıklar niteliktedir.
Türkiye’deki laiklik anlayışı, dozajı farklı olmakla birlikte kesintisiz bir şekilde dine karşı ilgisiz, soğuk veya yok sayıcı uygulamaları kendine görev addetmiştir. Genel olarak dinlere karşı gösterilen bu yok sayıcı tutum, söz konusu din İslam olduğunda ise çoğu zaman düşmanca bir renge bürünmüştür. Yeni bir ulus yaratmayı arzulayan Kemalist ideoloji, yönünü döndüğü batı değerlerinin içselleştirilmesini sağlamak için, kendisini milletin tarihi ve dini değerlerine savaş açmak zorunda hissetmiştir. Ara sıra yapılan yüzeysel ve sembolik bir takım dini açılımlar bile bu gayeye matuf uygulamalardır.
Kendi inancıyla devlet kurumlarında var olma imkanları elinden alınıp dışlanan dindar halk, çoğunlukla içine kapanarak değerlerini korumaya çalıştı. Eğitim kurumlarında dayatılan müfredat ve faşist uygulamalardan ötürü çocuklarını okullardan uzak tuttular. Özellikle de kız çocukları okutulmadı. Tek parti döneminde ise Müslüman halkın, görünür olma ve kurumsal bir yapı altında faaliyet gösterme imkanları neredeyse tamamen yok edilmişti.
Müslüman cemaatler arasında farklı eğilimler, çok partili hayata geçilmenin de etkisiyle ortaya çıktı. Sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal alanda görünür olma ve örgütlü mücadele olanakları zorlanmaya başlandı. Ne var ki temelde jakoben laiklik anlayışında hiçbir değişiklik olmadı. Ezici çoğunluğu Müslüman olan halkın; kendi değerleriyle uyumlu sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal bir düzeninin asla olamayacağı Kemalist rejim tarafından her fırsatta gösterildi. İslam, darbelerin değişmeyen bir gerekçesi olarak farklı kelimelerle cunta bildirilerindeki yerini her daim korudu. Elde edildiği zannedilen kazanımlar bir gece de sıfırlanır oldu.
Müslümanların kendi inançlarına uygun olan, şeffaf eğitim ve kültür kurumları inşa etme teşebbüsleri hiçbir zaman karşılık bulamadı. Aslında bugün dahi referansı İslam olan; sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal müesseseler ihdas etmek hatta bu isteği yüksek sesle akademide yahut kamuda tartışmak mümkün değildir.
İnançlı halk, yıllarca bu baskıyı iliklerine kadar hissettiği için “sözde demokrasinin” bir çeşit oyuna çevirdiği seçimlerde, kendisini temsil etmediğini bilse bile sağcı partilere oy vermek zorunda bırakıldı. Sonralarda ortaya çıkan ve kuş diliyle de olsa İslami söylemle halka hitap eden siyasal partiler, zamanla halkın teveccühüne mazhar olup iktidara geldiler. Tamamen sistemin çizdiği sınırlar içinde hareket eden bu siyasi partiler bile kapatılmaktan veya post-modern darbeyle (daha rafine, bütüncül ve tehlikeli bir darbe biçimi) alaşağı edilmekten kendisini kurtaramadılar.
İşte bu laiklik anlayışı, çok sayıda dini grubu ikili bir dil kullanmaya itti. Daha ilkokulda Müslüman halkın körpe çocukları, Kemalist ideolojinin faşizan beyin yıkama süreçlerine maruz bırakılıyorlardı. Çocuklar evlerinde öğrendikleri inanç ve ahlak değerlerine zıt bir dayatmayla karşı karşıya kalıyordu. Bu ikili durumun sağlıksız bir kimlik yapısını doğurması kaçınılmazdı.
Özellikle yetmişli-seksenli yıllarda ortaya çıkan, özün neyse sözünün de o olması gerektiğini haykıran İslami Hareket çizgisi; bu çarpık tabloya dikkat çekerek net bir İslami kimlik ve asıllara dayanan asil bir metot vurgusu yapsa bile bunu kurumsallaştırma imkanlarından mahrum bırakılıyor ve derin güçler tarafından terörize edilmeye, kimi zamanlarda ise havuç-sopa teknikleriyle etkisiz hale getirilmeye çalışılıyordu.
FETÖ denilen yapılanma da işte böylesi bir iklimde neşvünema buldu. Eğer rejim, İslami görünürlükten hoşlanmıyorsa buna uyum sağlanmalıydı mesela sakal gibi İslam’ı çağrıştıran görüntüler olmamalıydı. Rejimin putlarına zahiren saygı gösterilmeliydi. Darbelerin merkez üssü olan ordu gibi kurumlarda yer edinebilmek için namazlar gözle kılınmalı, gerekirse eşlerin başları açılmalı ve komutanların verdiği kokteyllerde dans edip, içki yudumlanmalıydı.
Ülke içerisinde, rejimin ulusalcı karakteriyle barışık bir dil kullanırken uluslararası güçlere diyalog söylemiyle selam çakılmalıydı. Küresel düzene ve onların taşeronlarına Müslüman halkı ‘’ehilleştireceklerine’’ dair sözler verirken, dindar tabana ise takiye yapmak zorunda olduklarını ve gücü ele geçirinceye kadar böyle hareket etme mecburiyetinde kaldıklarını söyleyeceklerdi. Çünkü tecrübe edilen onlarca örnekte, laiklik uygulamaları onlara başka türlü hareket etme fırsatını sunmuyordu.
FETÖ örgütü orta, özellikle de üst kademelerini aslında sekülerleştirmeye başlamıştı bile, çünkü kullandıkları dil ve ritüeller büyük oranda onlara benzemeye başlamıştı. Tabanı her ne kadar dindar sayılsa da kurumsal kimlik, söylem ve yöntemleri sekülerlerle gayet uyumluydu.
FETÖ örgütü 28 Şubat darbesinde de laiklerle el eleydi. Başörtü yasaklarına karşı büyüyen direnişi “furuat” manipülasyonuyla kırıp tabanını sekülerleşme sürecine iten kendisiydi. Dönemin dindar başbakanına “Beceremediniz bırakın” deyip, başörtülü vekil üzerinden dindarlara had bildirmeye kalkan solcu darbe mahsulü diğer bir başbakana ise “Bir şefaat hakkım olursa onu kendisi için kullanacağım” demesi manidardı. Öyle ki “Laiklik Allah’ın bir lütfudur” söylemiyle bu örgüt nasıl bir yöntem izlediğini gayet net bir şekilde ortaya koymuştu.
Karşımızda laiklik uygulamalarının başka bir fiyaskosu vardı. Sözde, devlet ve din işlerini birbirinden ayırma ya da devletin tüm din ve ideolojilere eşit uzaklıkta kalma söylemi tam tersine devleti ele geçirilmesi gereken bir aygıta dönüştürmüştü. Sekülerler kabullenmek istemese de laiklik, devletin İslam’a karşı kullandığı bir din-ideoloji olarak araçsallaştırılmıştı. İçimizdeki mankurtlar, laikliğin batıdaki serüveninin İslam ülkelerine taşınmasının doğru bir yol olmadığı uyarılarına hiç kulak vermek istemiyorlardı.
Özetlemek gerekirse, FETÖ gibi küresel emperyalizmin bir aparatına dönüşen şebekelerin ortaya çıkmasında ki en büyük etkenlerden birisi Kemalist ideolojinin laiklik uygulamalarıydı.
Bu izahatten sonra 15 Temmuz’la ilgili birkaç notu sıralamak isterim:
15 Temmuz, Müslüman Anadolu halkının yıllarca maruz kaldığı ezilmişliğe, dışlanmaya, hor görülmeye karşı içine atıp biriktirdiği öfkenin, patlayıp bir sele dönüşmesidir. Tek parti iktidarından 27 Mayıs darbesine, Menderes ve arkadaşlarının idamından 12 Eylül darbesine kadar yapılan zulümlere karşı sessiz kalma utancının bir dışa vurumudur. 28 Şubat darbesinden 27 Nisan muhtırasına kadar gerekli tepkileri verememenin çaresizliğine bir başkaldırıdır. Cumhuriyet mitinglerinden gezi kalkışmasına kadar azgın azınlığın meydan okumalarına karşı, “biz buradayız” cevabıdır. Geçmişte baskılara ve darbelere suskun kalan dedelerinin, babalarının günahlarına karşı, “gerekirse canımı diyet olarak vereceğim!” diyerek başlatılan yüksek sesli bir diriliş çığlığıdır.
15 Temmuz, küresel emperyalizm ve işbirlikçilerinin iç savaş ve işgal girişimine geçit vermeyen, direnişten büyük bir dirilişe geçildiğinin ilanıdır.
15 Temmuz direnişine Türkiye’nin her kesiminden çok sayıda erdemli insan katkı vermiş olsa da ana omurgayı dindar Müslüman halk oluşturmuştur. Bağdat caddesinde tankları alkışlayanlar, okunan salâları yuhalayanlar, bankamatik kuyruğuna girip erzak stoklayanlar birilerinin zannettiği gibi hiçte sayıca az bir topluluk değildir.
15 Temmuz darbe girişiminin ana gövdesini FETÖ oluşturmaktadır; ancak tutuklanan general sayısının neredeyse toplam general sayısının yarısına ulaştığı göz önünde tutulursa diğer darbe heveslisi odakların da bu işe karıştıkları güçlü bir ihtimaldir.
15 Temmuz direnişinin iktidara köklü devrimler yapma imkânı vermesine rağmen oluşan panik havasıyla onların devrim düşmanlarına yanaşmaları çok üzücüdür. İlk günlerde gerçekleştirilen özellikle de ordunun yapısı ile ilgili alınan doğru kararların sistemin tümüne şamil edilmesi gerekirdi. İktidar iç ve dış tehditlere karşı yeni partnerlerle iş birliğine gitmek zorunda kalmış olabilir, ancak bu sürecin ülkeyi günümüz itibariyle hangi noktaya getirdiği meydandadır.
15 Temmuz, tekbirlerle, salalarla yazılmış bir destanken onu, demokrasi festivaline dönüştürüp sulandırmakla ve tescilli darbecilerle iş birliğine giderek yeşil Kemalizm açılımları yapmakla 15 Temmuz’un ruhunun korunamayacağı çok açıktır.
15 Temmuz darbe girişimini tankların üzerinde, mermilerin önünde; en ön safta yer alarak canları pahasına engelleyen Müslümanların çoğu bir cemaat, tarikat, dernek, vakıf ya da STK’ya gönül vermişken aslında seküler denebilecek FETÖ yapılanmasından ötürü İslami cemaatlerin yıpratılması ve buna zaman zaman iktidar bileşenlerinin ortak olması hiçbir şekilde kabul edilemez. Emperyalizm geçmişte yaptığı gibi dine karşı dini kullanmak istemiştir ve sekülerlerin çok sevip pazarladığı milliyetçi, ılımlı İslam figürü olan FETÖ bu bağlamda başrolü oynamıştır. Ayrıca mesele tarikatlaşma tehlikesiyse; ülkenin en büyük tarikatlarından olan Kemalist, mezhepçi, Sorosçu, solcu, laikçi tarikatlar öncelikle mercek altına alınmalıdır.
15 Temmuz aynı zamanda tüm cemaat ve tarikatlara bir özeleştiri yapma fırsatı sunmuştur. Liderleri ve gönüllüleriyle tüm Müslümanlar vahye dayalı ve sünnete uygun bir örgütlenme şeklini ellerinden geldiğince yakalamaya çalışmalıdır. Kişi kültüne dayalı yapılanmalar terkedilmelidir. Ezoterik mehdilik söylemi üzerinden bizi teslim alıp, rüyalar/hayaller aleminde umutlarımızın tüketilmesine izin verilmemelidir. İstişare kültürü kökleştirilmelidir. Davet ve tebliğ cemaatimize değil İslam’a yapılmalıdır. Tüm kurumlarda adalet, hakkaniyet, ehliyet ve liyakate ehemmiyet verilmelidir. İslam düşmanlığı yapan kişi ve kurumlara karşı Müslümanlar tek yumruk olmalıdır. Düşmanlık yapmayan, saldırıda bulunmayan kendi halindeki diğer din ve ideolojilerin mensuplarına karşı ise adalet ve iyilikle muamele edilmelidir.
15 Temmuz ve sonrasında olanlar İslami hareketin savunduğu ilkelerin ne kadar tutarlı olduğunu hem ümmetin hem de ülkenin dış tehditler ve onların taşeronlarına karşı bu duruşunun ne kadar da saygı gösterilmesi gereken bir duruş olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Zira İslami hareket, münafıkça hareket eden takiyeci yaklaşımların her zaman karşısında durmuştur. Başarı odaklı makyavelist yaklaşımları her daim reddetmiştir. Davamız ne kadar asilse, izleyeceğimiz yol da işte o kadar asil olmalı demiştir. Bu noktada, yaşadığı coğrafyayı önemseyen ve adalet arayışında olduğunu iddia eden seküler çevrelerin de geçmişteki bağnaz tutumlarını bir kenara koyarak olaylara daha soğukkanlı bakması gerekmektedir.
15 Temmuz, Müslüman toplumun potansiyelini açığa çıkarmıştır. O gün devlet halka sığınmıştır. O halde asıl olanın devlet değil de toplum/insan olduğunun altı tekraren çizilmelidir. Güçlü devlet zayıf toplum stratejisinden acilen vazgeçilmelidir. İç ve dış saldırılar ve büyük krizlere karşı ancak güçlü toplum yapısı ile karşılık verilebileceği gerçeğiyle, toplumu ayakta tutan aile ve cemaat gibi kurumsal yapıların daha sağlıklı bir hale getirilmesi için çalışmalıdır. İşte bu noktada halkında kendi gücünün farkına varıp, buna uygun örgütlenme modelleri geliştirmesi elzemdir.
15 Temmuz, imanla, cesaretle, dayanışma ve kanla yazılan bir destandır. Ancak onun kalıcı olması ve geleceğimize ışık tutması için bu destanın şiire, ezgiye, romana, sinemaya ve en önemlisi de gençliğin gönlüne nakşedilmesi gerekir.
15 Temmuz devrimi ve Rabia direnişi arasındaki etkileşim daha fazla tahlile ihtiyaç duymaktadır. Küresel hegemonyaya karşı küresel bir direniş başlatılmalıdır. Bu direnişi ise “x, y, z gençliği” gibi uyduruk ve sanal nesiller değil, “Rabia ve 15 Temmuz gençliği” gibi tüm dünyanın erdemli gençleri bir araya gelerek başlatacaktır.