Mevlâna İdris’e Dair

Onda dikkatimi çeken ikinci şey, çoğumuzun sahip olmadığı bir meziyet idi: Suskunluk, az ve öz konuşma. Konuştuğu zaman kısık sesini duymak zor olduğundan, özel bir çabayla ona odaklanmanız gerekirdi. Söylediğini, “sesini yükseltmeyi deneyerek” tekrar etmek zorunda kaldığı çok olurdu. Rahmetli Hilmi Oflaz Ağabeyimiz gibi, o da gıybetsiz konuşmaya özen gösterirdi.

Ekrem AYYILDIZ

    91 yılının sonlarına doğru Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki Erenler Kıraathanesi’nde tanımıştım onu. O, İstanbul Hukuk’u 2 yıl önce bitirmiş, ben ise İstanbul Edebiyat’a yeni başlamış, kitaba ve kaleme meraklıların başkenti Babıali’ye adım atmıştım. Dâhil olduğum geniş ve renkli arkadaş çevresinde Mevlâna İdris, önünde daim çayı ve çekirdeği, etrafında ona iştirak eden arkadaşlarıyla ayrı bir masa teşkil ederdi. Sonradan “çekirdek cemaati” diye tarif edeceğimiz bir halka.

    Onda dikkatimi çeken ikinci şey, çoğumuzun sahip olmadığı bir meziyet idi: Suskunluk, az ve öz konuşma. Konuştuğu zaman kısık sesini duymak zor olduğundan, özel bir çabayla ona odaklanmanız gerekirdi. Söylediğini, “sesini yükseltmeyi deneyerek” tekrar etmek zorunda kaldığı çok olurdu. Rahmetli Hilmi Oflaz Ağabeyimiz gibi, o da gıybetsiz konuşmaya özen gösterirdi. Doğrudan fikrî bir tespit veya tavra bağlı değerlendirmeler dışında insanları olumlu ve iyi yönleriyle anmayı tercih ederdi. Bunca yıl içinde, yalnızca bir tanıdığımız hakkında, incinmenin yanında şaşkınlık da içeren şöyle bir söz söylediğini hatırlıyorum: “Tuhaf. Ne kadar kaba davrandı, kaba konuştu! Neden acaba?”

    Dikkatimi çeken bir başka şey, nezaketi ve hilmi idi. Hitapları, duruşu ve yüz ifadesiyle karşısındakine edep telkin eden bir beyefendi. “Bayım, hazret, efendim, beyefendi, zât-ı âliniz” hitaplarını çok kullanırdı. Şiir kitabının adı: İyi Geceler Bayım. Bazı sevdiklerine “adamım” derdi. Lise yıllarından kalma Fransızcasına atfen bazen aramızda esprili şekilde “mösyö” ve “mersi” laflarını da kullanırdık. Âdâb-ı muâşeret hususunda titizdi. İster tanıdıklar arasında ister bir lokantada ister bir devlet dairesinde olsun, bu konudaki duyarsızlıklardan, kabalıklardan son derece muzdarip olurdu. Birisi onu övdüğü zaman iki elini o gülümser yüzüne kapatarak mahcubiyet gösterirdi. İnce ve sürpriz esprilere kısa ve ölçülü bir kahkahayla karşılık verdiği de olurdu. Her şeye ve herkese yönelik muhabbet ve hürmeti, her şeyin ve herkesin sahibine muhabbet ve hürmetinden neşet ederdi. Yani bir “çelebî” idi, bir Yunus: “Yaradılanı hoş gördük, Yaradan’dan ötürü.”

    90’lı yıllar boyunca Erenler, İLESAM, Türk Ocağı gibi mahfillerle sınırlı olan “teşrik-i mesaimiz” 28 Şubat’ın sıkıntılı günlerinden itibaren artmaya başladı ve bu mahfillerin dışına taştı. Dostluğumuz yavaş, fakat gittikçe yoğunlaşan bir ivmeyle ilerledi.

    Mevlâna İdris geniş ilgilere sahipti. Bu ilgilerin her birinde mütebahhir olmak gibi bir derdi yoktu; seçici bir zevke sahipti. Fikri hür, irfanı derin. Gündelik hayatında olduğu gibi serâzât. Edebiyat, müzik, resim, minyatür, hat, mimari bahisleriyle doludur günleri, geceleri. Sosyal medyayı bu amaçla kullanır, beğendiği şeyleri herkesle veya duruma göre ilgilisiyle paylaşırdı. Bu sebeple elinden telefon pek düşmezdi. Fuzûlî’den bir beyit, Levnî’den bir minyatür, Van Gogh’dan bir resim, Nietzsche’den bir aforizma, Borges’ten bir hikâye, Tanpınar’dan bir söz, İkinci Yeni’den bir şiir, Kazasker’den bir hat, tarihten (Nâimâ’dan yahut Galeano’dan olabilir!) bir anekdot, artistik bir fotoğraf, ilginç bir karikatür ve daha neler neler… Her alanda kendi zevk ve anlayışına uygun olanı arar bulur; bunların dışındakiler gönül kapısından girmediği için meşguliyet dairesine de girmez. Hayat kısadır, sanat uzun, bilgi itibari.

    Şair ve çocuk edebiyatı yazarı olarak -kişiliğinin de katkısıyla- Türk edebiyatında sağlığında değeri bilinmiş, yankısını bulmuş isimlerden biridir diyeceğim, şaşırmayın. Politikanın, paranın, güç ilişkilerinin, hırsın, bencilliğin egemen olduğu; zulmün/kötülüğün sıradanlaştığı, kanıksandığı bu dünyaya yabancı ve sitemkâr bir tutum görülür şiirlerinde. Yitirilmiş zamandan, değerlerin aşınmasından, bütün güzellikleriyle hayatın (çocukluğun mu demeliydim?) gelip geçiciliğinden neşet eden bir hüzün hâkimdir. Merhametin, güzelliğin, iyiliğin, inancın, direnişin ve ümidin iyi niyet elçisidir o şiirler. İkinci Yeni’nin içerik olarak değilse de dil olarak etkisinin çeşitli boyutlarda sürdüğü 1980 sonrası Türk şiirinde, imgesel yalınlığa, özlü deyişe, zekice düşünülmüş söz oyunlarına, nükteye, akıcılığa, sözü nerede ve nasıl bağlayacağını bilme bakımından biçimsel bir tutarlılığa ve tasarrufa sahip şiirleriyle seçkin bir yer edinmiştir. “Geç Kaldım” şiirini okuyalım:

                            Ah herşey burada kalıyor demek

                            Bu içimizi ısıtan güneş

                            Özenle kurduğumuz evler

                            Aşk için büyüdüğümüz günler

                            Yorgunluklarımız

                            O aziz acılarımız savaşlar

                            Demek hepsi

                            Burada kalıyor öyle mi

                            Boşuna yorulduk desene

                            Özgür bir yürek olmaktı en güzeli

    Çocuk kitaplarında, gündelik konuşmasında, medya paylaşımlarında daha belirgin olan ironisi ve mizahı “güldürerek” değil “gülümseterek düşündüren” niteliktedir. Ancak bu ironinin arkasında gizlenemeyen iki şey vardır: Sürekli kanayan hassas bir kalp, gözyaşını içe akıtan müşfik gözler. “Çerh ile söyleşemem, âyinesi sâf değil.” demiş Nef’î üstadımız.

    Mevlâna İdris’in çocuk edebiyatı çerçevesindeki eserlerini içeriği ve üslubuyla olduğu kadar başlıkları, kapakları ve sunumlarıyla da “avangard” olarak niteliyorum. Dünyaya ve olaylara çocuk duyarlığının yanı sıra çocuk mantığıyla bakabilmenin, onu çocuk diliyle dillendirebilmenin ürünleridir o kitaplar. Zaten edebiyat, resim ve çizgi dünyasında yerli/yabancı avangard sanatçılara, modernist ve postmodernist isimlere daha çok yakınlık duyardı. Gogol, Çehov gibi ironi sahibi klasiklere bayılırdı. Dünyada ve tabiatıyla Batı’da çocuk edebiyatının geldiği noktayı takip eder, özellikle resimleme ve çizgi sanatı açısından özgün çalışmalara şapka çıkartırdı. Kendi kitapları için Türkiye’de böyle özgün ve profesyonel sanatçıların azlığından yakınırdı. Dergi çalışmalarında da arayışlarını sürdürdü. Son olarak çıkardığı ÇETO (Çocuk Edebiyatı Tercüme Ofisi) çocuklar için değil, gönlü çocuk kalmış büyükler içindi. Dostlarını, okurlarını ve ulaşabildiği herkesi burada yazmaya çizmeye teşvik etmiştir. Bu alana büyük bir katkı sağladığı, yolu genişlettiği bir gerçek.

    Gündeme yahut “kendi gündemine” ilişkin bir fotoğraf/resim seçerek onu bir ifade, bir cümle veya bir mısrayla konuşturan çalışmaları da Mevlâna İdris’in özgün yanlarından biri olarak hatırlanacak. Aforizmatik üslup ve düşünüşe yatkınlığı burada da belirgindir.

    Kurumsal danışmanlık ve metin yazarlığı işleri de yapmıştır Mevlâna İdris. Onunla çalışanlar kaleminin maharetinden, pratikliğinden bahsederler. Aktüel siyasetle, hele parti muhabbetiyle ilgisi yoktur. Köşe yazarlığında siyasetle ancak ilkeler düzeyinde, vatandaş-yönetim ilişkisi bağlamında, gördüğü/duyduğu problemleri duyurmak bâbında ilgilenmiştir. Herkesle iletişim kurabilen, katılmasak bile karşıt görüşleri de dinlememiz gerektiğini savunan bir tutumu vardı. Hukukçuluğuyla uyumlu bir tutum. Kliksiz, önyargısız, rezervsiz, pazarlıksız bir Hazret-i İnsan. Bu sebeple çeşitli kesimlerden, geniş bir arkadaş halkasına sahipti. Dostlarına ve dostluğa düşkündü. Her dostuyla özel, samimi bir sohbeti vardı; onun nezdinde kendinizi özel hissederdiniz.  

    Büyük anlatılar, ideolojik söylemler, kürsü hamaseti onun uzak olduğu şeylerdi. Cenazesi için çiçeklerle “Nusret Abimiz” yazılı bir çelenk hazırladığı rahmetli Nusret Özcan gibi o da sabit sistemlere, planlara değil bütün esnekliğiyle hayata dikkat ederdi. Zuhurata tabiydi. Doğaçlamadır onun günlük hayatı. Arabasına bindiğiniz vakit nereye gideceğiniz, ne yapacağınız belli olmazdı pek. Ani bir kararla, bir telefonla rota değişebilirdi. Taksim’de köfte diyerek yola çıkıp Tekirdağ’a varmak mümkündü!

   Çağdaş bir Evliya Çelebi idi. İstanbul içinde olsun, başka şehirlerde olsun dostlarını arar, buluşur, sürpriz ziyaretler yapar, okurlarıyla görüşürdü. Türkiye’de bir iki il hariç bütün illere defalarca gitmiştir. Dünyanın çeşitli ülkelerini, şehirlerini çeşitli vesilelerle gezmiş, oralardan izlenimlerini paylaşmıştır. Kamboçya, İran, Bosna, Brezilya… Tebriz, Roma, Paris, Londra…

    Ortak tutkularımızdan biri şüphesiz İstanbul’du. Başta Suriçi ve Eyüpsultan olmak üzere, Kasımpaşa, Üsküdar, Beşiktaş, Boğaz hattı gibi tarihî semtleri köşe bucak dolaştık onunla. Edirne, Bursa, Konya diğer şehirlerimiz, Koca Sinan pîrimiz. Cumayı Süleymaniye’de edâ edip, ikindiyi Edirne Selimiye’de kıldığımız vâkidir. Konya’da, Hz. Mevlânâ türbesinin önünde buluştuğumuzda kollarımı açıp kendisine “Yâ Hazret-i Mevlânâ!” diye bağırmıştım. Etraftakiler cezbeye kapıldığımı düşünmüşlerdir herhal. Bir yanımda Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, bir yanımda Mevlâna İdris-i Rûmî! Isfahan, Üsküp, Halep gibi şehirlerden sitayişle bahsederdi. Kahramanmaraş’a, Andırın’a elbette özel bir bağlılığı vardı. Beraber gittiğimizde ne kadar duygulandığına şahit oldum. Yedi güzel adam, Sezai Karakoç ve İsmet Özel üstadlar kişisel olarak da muhabbet ettiği isimler arasındadır.

    Bakımsız, metruk, amaç dışı kullanılan tarihî eserler onu üzerdi. Suyu akmayan tarihî çeşmelerden, şerbetsiz sebillerden rahatsızlık duyardı. Bu meseleyi defalarca dillendirmiş, birkaç girişim yapmıştır.

    Kaliteli ve güzel yemek gündelik hayatının başlıca meselelerinden biriydi. Bu hususta sürekli araştırıcı olmuştur. Türkiye’nin neresinde ne yenir, kimden yenir, iyi çay nerede içilir, yaza ve kışa uygun mekân nerededir, bilir. Dostlarını buralara davet eder, ikram eder. Bir yere gidilecekse ona sorulur. Bir zamanlar meşhur olup sonradan markalaşmış “lâlettayin” müesseselere gitmez; ehlince bilinen, işinin ehli dükkânları tercih ederdi. Bazen de Vosvosçu Haşim Usta gibi seyyarları. Bu yönüyle merhum Mehmet Şevket Eygi’ye benzerdi. Malzemede, lezzette, sunumda kötüye olduğu kadar vasata da isyanı vardı. Ustaların ve garsonların, müşteri istekleri yerine kendi ezberlerini uygulamalarından gına getirmişti. Dostlar arasında espri konusudur bu durum. Bir yemeğe mi gidiyoruz, ey bildiğini okuyan garsonlar, kaçın, Mevlâna İdris geliyor! Acıda iddialıydı. Bizim zehir dediğimiz biberlere o acı bile demezdi! Kötü/vasat yemekler ve sunumlar nihayet onu Eski Kafa adını verdiği kafe-restoran türü bir mekân açmaya yöneltti. Hem iyi yemek ve meşrubatın iyi hizmet, sunum ve fiyatla sunulabileceğini göstermek hem de dostlarıyla, sevenleriyle, okurlarıyla buluşabileceği bir ortam kurmak istiyordu. Muhitinde ilk olan Eski Kafa ile 5-6 yıl meşgul oldu. Organik malzemeler, gulaş gibi otantik yemekler, şimdilerde unutulmuş demirhindi şurubu gibi meşrubat türleri aklımda kalanlardan birkaçı. Burada verdiği iftarlar da unutulmaz.

    Her şeyde estetiğe, kaliteye düşkündür. Hafta sonları sıklıkla uğradığı yerlerden biri Bomonti’deki antika/ikinci el pazarı. Bulduğu güzel nesneleri, hatları, resimleri, kitapları bütçesi nispetinde alırdı. Hat meşk etmişti vaktiyle, fırsat buldukça “karalamalar” yapardı. Bu durum Eski Kafa’nın tasarım ve dekorasyonuna yansımıştır: Kocaman bir vav, yanında Picasso’nun fotoğraflı bir levhası: “Geleceği anımsıyorum!”

    Dostlarına, sevenlerine, gariplere, yolculara, çocuklara maddi-manevi eliaçık, ikram sever. İncelikli, düşünceli, fedâkâr. Sizi evinize mi bırakacak, şurada bıraksan olur demenize aldırmaz, kapınızın önüne kadar getirir. Gece yarısı ise bina kapısından girmenizi bekler. Cömertlere cennetin kapısı açık.

    Mevlâna İdris’in bir itiyadı da fıkra anlatması, espriler yapmasıdır. Kelimelerle, mısralarla, meşhur sözlerle, deyimlerle oynayarak espri üretmeye bayılırdı. Yazdığı gibi konuşur, konuştuğu gibi yazardı. Duyulmadık ilginç fıkralar veya nükteler patlatırdı. Bazen bir mevzuya cevap, bazen sohbet niyetiyle. Bu yönüyle modern bir Nasreddin Hoca’dır o. Tabii, iyice duymanız için ona doğru eğilip kulak vermeniz gerekirdi. Çok bilinmeyen bir yönü de sevdiği insanların karakteristik sözlerini, jest ve mimiklerini yansıtan taklitler yapmasıdır; fakat her yerde ve herkese değil. Bunu muhabbetinden yapardı; asla alay amacı gütmezdi.

    Paylaştığı bazı şiir veya yazılara “onun tarzında” cevap verir, kırık dökük bir nazîre veya parodi yapardım. Hoşuna gider, gülümserdi.

    “Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan

      Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür-nûr olmadan.”

beytinin bir güzel hat örneğini gönderdiğinde şöyle bir şey uydurmuştum:

     “Vâsıl olmaz rişte-i cân bir menzile makaradan çıkmadan

       Âyân olmaz idealar dîde-i idrâke mağaradan çıkmadan.”

    Zekâ oyunlarına, çocuk oyunlarına hem tabiatı hem “mesleği” gereği ilgi duyardı. İyi derecede satranç oynardı mesela. Birkaç defa satranç oynamıştık onunla.

    Belki en başta söylemem gereken şeyi şimdi söyleyeyim; benim sevdiğim tabirle, Mevlâna İdris yüzü nurlu, kalbi nurlu bir “ehl-i Kur’ân” idi. Kendine mahsus bir tarzda Kur’ân-ı Kerîm okur, bir vesile çıkarsa bunu değerlendirirdi. Ezan okur, güzel okunan ezan ve salâlara kulak kesilirdi.

    Hz. Peygamber’in, ehl-i beytin, ashâbın, âriflerin bülbülü idi. Arada bir “Yâ Ali!” diye nidâ eder, ben de “Yâ Haydar!” diye yankılardım.

    Süleymaniye’nin gülü idi. İstanbul dışında değilse her cuma ve her bayram Süleymaniye’de olur, cuma sonrası genellikle ikindiye kadar kuru fasulyeli, pilavlı, dönerli, çaylı bir sohbet faslı devam ederdi. Mevsim yaz ise karpuz ve kavun cabası. Bu geleneğimizi başlatan yahut yerleştiren odur. Zaman zaman çocukları Behram, Nedim ve Kaptan’la beraber gelir, misafiri de eksik olmazdı. Onu bulmak isteyen o saatte, orada bulacağını bilirdi. Ailesiyle birlikte memleketi Maraş’a gidecekse bayram namazı sonrası hareket ederdi.

    Mevlâna İdris’in entelektüel, sanatsal ilgilerinin kalbinde kanaatimce müzik dururdu. Sanat müziğinden halk müziğine, ülke müziklerinden özgün müziğe ve popüler müziğe geniş yelpazeli bir dinleyiciydi. Elbette “sadece beğendiklerinden müteşekkil” iyi bir arşive sahipti. Usta sesleri, usta yorumcuları tercih ederdi. Kâni Karaca, Müzeyyen Senar, Nesrin Sipahi, Neşet Ertaş, Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray, Zamfir, Ennio Morricone, Gilbert Becaud, Farid Farjad gibi çeşitli tarzların meşhurları yanında herkesçe bilinmeyen sesleri ve müzikleri de araştırır, dinlerdi. Orhan Gencebay müziğine tutkuluydu. Katıldığı programlar vesilesiyle birkaç kere mülâkiliği olmuştur ustayla. Orhan Gencebay’ı sevdiğimi bildiği için o programlardan fotoğraflar paylaşmıştır benimle. Aşkı en kuvvetli ifade eden sanat olarak müziğin kendisi de bir aşktır onun için. Seslerin dünyasına alabildiğince açıktı. Dinlediği şarkılara vecdle eşlik ederdi. Ney meşk etmiş, mızıka çalmıştır. Bir ara Klasik Batı Müziğinin kısa eserleri/parçaları ile Carmen operasından bir seçki istemişti benden. Bunları da zevkle dinlemiş, özellikle Brahms’ın 5 nolu Macar Dansı için “Klasik Batı Müziği denince aklıma bu eser geliyor. Çok karakteristik, nefis bir beste.” diyerek izlenimini belirtmişti. Meclislerde yeri geldikçe şarkı söylerdi. Alacağı arabada önce ses sistemine ve arabanın rengine bakardı. Teknik işlerine yardımcı olan yakın dostu Kadir Kaleli’nin böyle bir hatırası var: “Önce rengine baktı, sonra şoför koltuğuna oturdu, teybi kurcaladı, sesini açıp kapattı ve bu arabayı alalım dedi. Arabayı incelemedin ki dedim. Teybi güzel, tamam diye cevap verdi!”

     Sinema bir başka meşgalesiydi. Klasikleri, ülke sinemalarını, festival filmlerini, animasyonları, çizgi filmleri mümkün mertebe takip ederdi.

     Görmenin, işitmenin, tad almanın estetik boyutlarının ardında aslında örtük bir felsefe, bir duyuş vardır. Bize bağışlanmış imkânlar/ihsanlar içinde ve belirlenmiş ilkeler doğrultusunda her ânımızda kendi hakikatimizi keşfetmek, potansiyelimizi gerçekleştirmek, birlikte varolmak, nihayet içimizde ve dışımızda ilâhî tecellileri müşahede etmek. “Ye, iç, düşün, şükret.” Mevlâna İdris’in hayata, varoluşa bakışını böyle özetleyebilirim. Onun carpe diem’i ve hûş der dem’i bu minval üzeredir. Biraz da kozmik bir yalnızlık hikâyesi; kimimize yolu düşmeyen, kimimizin ise yakasından düşmeyen kozmik bir yalnızlık. Necip Fazıl üstadın kurcaladığı, deştiği, sadece “en yakınımıza” açık, başkasına kapalı olan yalnızlığımız.

     Son aylarında yorgunluğundan dem vurur olmuştu. Yılların biriktirdiği sağlık sorunlarına yönelik tedbirleri alma konusunda ihmalkârdı bir yandan. Her şeyiyle yıpratıcı, kıyıcı ve yabancı hâle gelmiş olan şu dünya, şu toplum artık ona göre değildi sanki. Vefatından iki hafta kadar önce bir işaret fişeği gibi Eyüp Sultan’daki meşhur talik levhanın fotoğrafını paylaşmıştı whatsapp’tan:

       “Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i Bârî

         Habîb-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyûb el-Ensârî”

Ben de “Evet, hatırladım, Eyüp Sultan’daki levha.” diye cevaplamıştım. Mistik bir haber çıkardığım yok bundan. Bir tevafuk, bir güzel tecelli herhalde; şimdi istirahatgâhı Hazret’in yan tarafındaki Mihrişah Sultan Haziresi’nde. “Bir bir gelir, bir bir gider, Bir kalır.”

    Dostlar hakkında yazmak zor, ölümlerinden sonra daha zor. Gittikçe eksilen sayımız, gittikçe artan yalnızlığımız demek. Her anma yazısı kendimiz için de bir ağıta dönüşüyor ister istemez. O zaman, bir akşam bahsini ettiğimde Mevlâna İdris’in de çok sevdiğini söylediği ve hemen internetten bularak heyecanla okuduğu, Rilke’nin biraz Yunusça, epey Hayyamca denilebilecek sırlı, derin şiirinden şu üç mısrayla bitirelim:

                                  “Ne yaparsın Tanrı, ben ölürsem?

                                    Senin testinim ben, ya kırılırsam?

                                    Ne yaparsın Tanrı? Kaygım var.”

     Elveda -ve görüşmek üzere- sevgili dostumuz, ağabeyimiz, üstadımız Mevlâna İdris.