Geçtiğimiz 23 Haziran gecesinde vefatı ile müridanını hüzne boğan Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi’nin cenaze namazına iştirak eden milyonlarca Müslüman’ın ehli tarik olsun yahut olmasın seccadesini koltuğunun altına alıp Fatih Camii’ne koşması bambaşka…
Yavuz Addâs
Bugün Türkiye’de maslahat gereği ahaliye iyiliğin ve güzelliğin, şeriat ve takvanın her yönden tebliğ edilmesi ve toplumun da buna yönelik ihtiyaçlarının tespit edilmesi işini kimler yapıyor? Ehlü’l Hâl ve’l Akd dediğimiz devletin ve devlet adamlarının da üzerinde bir ulema heyeti var mı? Peki, avamın İslami hassasiyet ve ilmini artıracak hem apolitik hem de kapsayıcı bir cemiyet var mı? Ya devletin resmi ideolojisi içerisinde hareket etmeyen, hem geleneksel hem de çağdaş normları denetleyen bir havas? Biraz kendimizi zorlayarak, en iyimser halimizle, “kısmen” diye cevap verebiliyoruz bu soruya. Zira laik, pozitivist, kapitalist ve ulusal bir resmî ideolojinin baskısı altında bu çok da göze alınacak bir sorumluluktan uzaktır.
Türkiye’de uzun yıllardan beri yüksek sesle sorulmayan sorular son yirmi yılda geniş kitlelerce sorulma imkânı buldu. Politik temelinde liberal iktisadi formasyonun yer aldığı, demokrat karakterli yeni hükümet ile birlikte toplumun hemen her tabanında yaşam tarzı ve din konularında farklı görüşler tartışıldı. Gelişen ağ teknolojileri ise sosyal medyanın yeni bir endüstri devrimi yaratmasına zemin hazırladı. Peki, bunca politik ve teknolojik değişim Türkiye tabanında köklü sosyolojik dönüşümleri tetiklemedi mi? Elbette tetikledi. Müslümanların cemiyet içerisinde kaynaştığı, cemiyetlerin ise bir ümmet teşekkül ettiği silsilenin devlet eliyle inşa edilmesi fikri belki de bu iktidarın projelerinden biriydi. Ancak bu işin suistimale açık olması hasebiyle en büyük “darbe” yine buradan yenildi. Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında sivil toplumun devlet eliyle yeniden organize edilmesi için bir tür akreditasyon süreci başladı. Ve hepimizin malumu olan o yarış için düdük çalındı. Sivil toplum örgütlerinin kendilerinin ne kadar yerli ve milli olduklarını sağır sultana ilan etme yarışı…
Şimdi evvelce sorduğumuz sorulara bir çeki düzen verip şöyle soralım: “Cemaat-Hizmet” ihanetinin arkasından diğer cemaatlerin İslami faaliyetlerine karşı bir güvensizlik söz konusu olduysa, toplumu derinden etkileyecek başka “emri bi’l maruf nehy-i ani’l münker” oluşumlara müsaade edilebilir mi? Cemaatlerin bu tanımlanabilir olmayan temsil yetkisi bir çeşit maslahatgüzar seviyesine yaklaşmışken devlet eli kolu bağlı “bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” diyebilir mi? Cevaplar büyük ihtimal “hayır” olacaktır, anlıyorum. Fakat mümkün olduğu kadar bu denklemin dışında kalmaya çalışan ve kati surette denklemin mihenk taşı olan tarikatları nereye konumlandıracağız?
Tarikatların bu topraklarda bir “tarik/yol/gidilecek yön” olmaktan daha ötede bir uhuvvet ve toplum mühendisliği kaynağı olduklarını da unutmamak gerekir. Osmanlı Devleti tekke, zaviye ve dergâh kültürünün özünde evvela toplumsal birliğin gaye edinildiği açıktır. Bu birliğin istikrarlı bir şekilde süregelmesi dergâh, tekke yahut şeyh efendilerin zikir halkalarının uzun yıllar boyunca toplumun en küçük yapılarına dahi nüfuz edebilmesi sebebiyledir. Terbiye, görgü, destur, şeriat ve nefis tezkiyesi gibi hususlarda avamın yetiştirilmesi için gösterilen büyük gayretler, İslami uhuvvet ve idrakin sağlanmasında birer sivil inisiyatiftir. Bugün ise gelinen noktada Türkistan yurdundan zuhur eden o kadim tarikat anlayışının yeniden gündeme geldiği bambaşka bir sürece şahitlik ediyoruz.
Nesi bambaşka? Geçtiğimiz 23 Haziran gecesinde vefatı ile müridanını hüzne boğan Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi’nin cenaze namazına iştirak eden milyonlarca Müslüman’ın ehli tarik olsun yahut olmasın seccadesini koltuğunun altına alıp Fatih Camii’ne koşması bambaşka… Sonra, vefat eden Hocaefendi Hazretlerinin yalnızca ismini bilen ama kendisinin yolundan haberdar olduğu için cenazede bulunan kimselerin sahip oldukları Muhammedi hissiyat ile orada bulunmaları bambaşka… Evvela, orada bulunmamız hasebiyle tarikat muhibbilerinin de tarikata mesafeli Müslümanların da Hazret’e son vazife için orada bulunmalarının temel motivasyonu bambaşka…
Bu halin bir yansıması olarak Türkiye’deki tarikat ve tekke geleneğinin hangi aşamalardan geçerek cumhuriyet devrimlerine rağmen ayakta kalabildiğini konuşmakta fayda görüyorum. Zira bu yapıların ayakta kalmasında çağlar üstü hitabıyla ahlâk, muhabbet ve iman ehlinin hizmetleri büyüktür. O kimseler Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın açıkça okunamadığı, İslâmî tebliğ ve terbiyenin bastırıldığı zamanlardan bu yana ortaya konulan direnişin mimarlarıdır. Dolayısıyla Merhum Mahmut Hocaefendi’nin de Türkiye’de İslâmî değerlerin korunması ve yaşatılması bahsinde elini taşın altına koyan kıymetli gönül insanlarından biri olduğunu hatırlatmak isterim. Bilhassa hassasiyet duyduğu konularda taviz ve esneklik göstermeksizin Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı konusu takdir edilesi. Bu hali kendisinin tasavvuf metodunu takip etmeyenlerde dahi hayranlık sebebidir. Dolayısıyla Müslüman cemaatin “Allah Dostu” diyerek sohbet halkalarında bulunduğu bu gibi kimselerin hayırla yâd edilmesi Türkiye’deki İslâmî geleneğin muhafazası açından önemlidir. Bu hissiyatın bir neticesi olarak Osmanlı’daki tasavvuf erbabının ortaya koyduğu maksadın bugün de benzer bir uhuvvet kültürü inşa ettiğine inanıyorum. Farklı üslup, anlayış ve yorumlayışı ile hakikate tabi tüm İslâm topluluklarının birlik ve kardeşliğini artıracak ortak bir payda bulmalıyız. Tıpkı 15 Temmuz’da sokaklarda gördüğümüz manzara gibi… Tarikatların, İslâmî sivil toplum ve cemiyetlerin vatan ve millet müdafaasında dün olduğu gibi bugün de ihtiyaç duyulan yapılar olduğunu unutmamalıyız.