16 Temmuz sabahı iki yüz kırk sekiz şehit, binlerce gazi ile 15 Temmuz’un karanlık yüzü yenilmişti. Kelimeler, evet kelimler, bu zaferin silahı; yürekler mermisi olmuştu. İstanbul’da, Ankara’da Malatya’da halkın öz yurdunda paryalık olmaz sözü, nakış nakış işlendi şehitlerin kanıyla…
İdris ŞEKERCİ
Eğitimci-Yazar

Bir taziye akşamıydı. Üzerinden bir hafta ancak geçmişti, ömrünü milletin çocuklarına ve gençlerine adamış, üzerimde emeği olan akrabam kadar değer verdiğim bir yakınımın cenaze evindeydik. Vakit akşam, saat 22:00 sularıydı. Bir mesajla irkildim. Boğaziçi Köprüsü tanklarla kapatıldı diyordu mesaj. İlkin ne olduğunu anlamaya çalıştık hep birlikte. Kimimiz terör saldırısı ihbarı vardır diyor, kimimiz acaba bu bir tatbikat mı diyordu. Lakin içimi kemiren bir şeyler vardı. Biraz tedirgin biraz da teenniyle eşi dostu aramaya, ne olduğunu anlamaya çalıştım bir süre. Bu durum normal değildi ve olup bitenler ne tatbikat ne de terör saldırısı önlemine benziyordu. İçimden bir ses “Her şey güzel olacak!” diyerek birkaç gün önce rahat tavırlarıyla konuşup duran öğretmenin (!) söylediklerinin başlangıcı mı? diyordu. Doğruca aracıma yöneldim ve radyo kanallarını yoklamaya başladım. Bir radyo kanalından olan bitenin darbe girişimi olabileceğini, cumhurbaşkanı ve hükümetten bir açıklama beklendiği anonsu ediliyordu.
…
Aracımdan indiğimde zaman, darbe girişimi atlatılınca orada bulunan arkadaşların ifadesiyle; yüzümden okunuyormuş durumun vahameti. Artık yapmam gerekeni biliyordum. Eşi, dostu aramam gerekiyordu. Önce Ankara’dan birkaç dostu aradım, olayın normal olmadığını, neler olup bittiğini öğrenmek için. Bir taraftan whatsapp gruplarına diğer taraftan sosyal medya hesaplarıma baktım. Hiçbir şey normal değildi ve sanki darbe oluyordu. Bir de TV kanallarına göz atalım dedik o sıra. TRT 1’in mavi ceketli, sarı saçlı, titrek sesli bayan sunucusundan “el koyduk!” sözcükleri boşaldı. Yaşı müsait olanlar bu sözü en son 1980 12 Eylül 1980’de duymuştu bir paşadan. Gözlerim dolmuştu, yine mi diyordum içimden haykırarak!.. Tekrar whatsapp gruplarıma baktım. Bir arkadaş “bu iş bitti!” diye yazıyordu. O an “Hayır biz bitti demeden hiçbir şey bitmez!” yazı vermişim. Artık milletin konuşması gerekiyordu. 61, 82 darbeleri, 28 Şubat Postmodern darbesi gibi bir darbeyi daha hazmedemezdik. Sokağa çıkmalı ve devletin asıl sahibi millet olma sıfatıyla “dur!” demeliydik. Bir taraftan yazıyor, bir taraftan koşar adım yürüyordum meydana doğru cenaze sahibi dostumu da yanıma alarak.
Uçaklar uçuyordu, kulakları sağır eden seslerle korku salarak. “Bomba atıyorlar baba!” diyerek korkusunu gizleyemeyen oğlumu teskin etmeye çalışırken “ölmek var dönmek yok!” diye not düşüyordum sosyal medya hesabımdan. “Madem ölüm tek bir defa gelecek, o da neden Allah için olmasın!” dizeleri döküldü dilimden.
Boğaziçi köprüsüne gitmeliydik. Tanklara dur demeli “milletin silahını millete doğrultmayın demeliydik. Ve nasibi olanlar öyle yaptı. Ebabil kuşları misali küçücük bedeniyle üzerlerine yürüdüler, milletin “reis” dediği cumhurbaşkanından ismini almış Tayyib çocuk gibi. Korkusuzca ve babasının ardından. Sonra şehadet haberleri… Evlerdeki tüm ışıklar yanmaya, uyuyanlar uyanmaya başladı. Zira bir ses yükseliyordu, korkuyu yenmiş bir edayla: “Ben milletten daha büyük bir güç tanımıyorum, milletimizi meydanlara davet ediyorum!”, diyordu. Artık hiçbirimiz yerimizde duramazdık. Bu ses öncekilere benzemiyordu. Şapkasını alıp giden, askeri vesayete ve darbelere sessiz kılan liderlere benzemiyordu. O yüzden olmalı ki “akademik unvan neye yarar milletin sesi kesildikten sonra!” dercesine Saraçhane’ye koşarak Büyükşehir Belediyesini işgal eden FETÖ’cü cuntacılara meydan okuyordu İlhan Varank!.. Tekbir sesleriyle tanka ve silaha kafa tutuyordu millet. Sokaklar kurşun vızıltılarıyla, Allah sesleri ile inlerken, camilerden tanıdık bir ses yükseliyordu. Bir zamanlar “ezanları susturulan” bu milletin imdadına “darbeleri susturacak selalar” ve ezanlar yankılanıyordu minarelerden. Sabaha kadar sürecek bir dirilişin ayak sesleri başlamıştı artık. Tankların, silahların karşısına çıkarak bu millet, hain kalkışmaya “canımı almadan asla!” diyordu. Savaş uçaklarının, tankların, yeşil elbiseli zavallıların, bu direniş karşısında susmaları uzun sürmedi. Tek tek yeşil elbiseler çıkmaya karanlık yüzler görülmeye başladı.
16 Temmuz sabahı iki yüz kırk sekiz şehit, binlerce gazi ile 15 Temmuz’un karanlık yüzü yenilmişti. Kelimeler, evet kelimler, bu zaferin silahı; yürekler mermisi olmuştu. İstanbul’da, Ankara’da Malatya’da halkın öz yurdunda paryalık olmaz sözü, nakış nakış işlendi şehitlerin kanıyla…
15 Temmuz, iki yaşındaki çocuğuyla helalleşerek giden babanın, evladıyla tankın karşısında duran 70 yaşındaki ninenin, “beni vurmak istiyorsan üzerindeki elbiseyi çıkart!” diyen korkusuz annenin, bir başına tanka meydan okuyan ablanın, aylardır iş arayan saçı sakalı karışmış delikanlının, yirmi dokuz yaşında henüz anne olmuş bir kadının, hasılı; Anadolu’nun öz evlatlarının gayreti ve kimilerinin de şehadetiyle başarıya ulaşan, milletin, liderine ve devletine sahip çıkarak ölüme meydan okuduğu bir inanç savunması, “Fil Ashabı”nı yerle yeksan eden ebabil kuşlarını hatırlatırcasına tankların üzerine yürüyen Temmuz Ebabilleri’nin zaferidir…