Hicretin, mücadele etmenin, başkaldırmanın, sistemi değiştirmenin tek yolu ıstırabını çektiğimiz “umut eşitsizliği”ni yenmekle mümkün. Aksi halde bugün Afrikalı, Peştun, Ortadoğulu vesaire milletlerden devletsiz yahut zayıf devletlere sahip olan halklardan birer öcü gibi bahsetmeye bir yüz sene kadar devam edeceğiz.
Şehnaz FINDIK

“Aşırı izzeti nefsin büyük cezası her zaman onu suiistimal eden yollara başvurmaktır.” der, Jean-Jacques Rousseau. Aşırı izzeti nefs “şeref” adına konuşur ve “şeref” adına savaşır. İzzetini nefsinin boyunduruğuna kaptırmış kişi, temel motivasyonunu hamasetten mütevellit bir şeref duygusundan alır. Dolayısıyla “öteki” olanın şeref yoksunluğuna kanaat getirir. Bu kimseler, hürriyetin, namusun ve ekmeğin birer onur meselesi olduğuna hükmedip bunlardan vazgeçirilen, varlıkları sömürülen yahut tahakküm altına alınan kimseleri kendi onurlu hayatlarına müdahil etmek istemezler. İşte bu halet-i ruhiye yaygınlaştıkça toplumsal itidal kökünden sarsılır, holiganlık sıradanlaşır böylelikle saplantılı bir kimlik hareketi doğar.
Böylesi kimlik hareketleri ile küresel politikanın sözde oyun kurucuları, toplumsal iş bölümünü yeniden tanımlamak ve “öteki” paydaşları oyun dışı bırakmak için jeopolitik ve jeoekonomik modeller ortaya koyar. Somut bir örnekle, Afrikalı veya Ortadoğulu göçmenlerin iş piyasasına entegre edilmesi ve bu insanların mağduriyetleri üzerinden menfaat artırılması normalleştirilir. Böylelikle bir taşla iki kuş vuran politika yapıcılar, vatandaşın ülkesinde karşılaşacağı en küçük bir ekonomik sıkıntıda yöneleceği günah keçisini de hazırlamış olurlar. Zira küresel ekonominin, kolektif güvenliğin ve uluslararası siyasetin dengesini vatandaşın memnuniyetine odaklayan demokratik ulus devletler için bu günah keçileri, popülist hükümetlerin de kaçış noktasıdır. Fakat “umut etme hakkı”, insanoğlunun doğuştan gelen haklarından biri olarak hiçbir devlet politikasından daha az önemli değildir. Dolayısıyla hiçbir insan, doğduğu toprakların ihmal edilmişliğini, sömürülmüşlüğünü ve mazlum bırakılmışlığını öylece sineye çekip oturmaya mecbur bırakılamaz.
Bugün Ortadoğu’da ve Afrika’da milyonlarca insanın temel ihtiyaçlarını dahi karşılamasına engel olmanın Batı Avrupalı kemiricilerle pek tabii alakası var. Dolayısıyla “Ben bir insanım!” diye haykırmak zorunda kalan bir çocuğun yaşamak için umuda yolculuk etmesi kadar doğal ne olabilir? Daima kaynaklarına çökülen ve coğrafyasına, insan tabiatına ve toplumsal gelişimine zerre münasip olmayan yönetim ve idare şekilleriyle tahakküm altına alınmak istenen toplumlar, sözde kendi topraklarında nasıl ve ne şekilde yaşayabilirler? Küreselleştikçe büyük bir şatafata şahitlik eden fakir halkların bu pastada bizim niye payımız yok demeye hakkı yok mu? Basit bir örnekle, 26 milyon nüfusa sahip dünyanın en zengin uranyum, altın ve kömür gibi madenlerine sahip olan Nijer, Fransız Areva şirketi tarafından on yıllardır sömürülüyor. Bu korkunç sömürge neticesinde Fransa’daki nükleer santraller için bir uranyum deposu olmasına karşın kendi içerisinde ancak 5 milyon insana elektrik ulaştırabiliyor. Dahası var, Nijer nükleer enerji, elektrik ve endüstriyel kullanımının yanında Fransa’nın savunma sanayisi için de hayati bir önemde. Gelin görün ki Fransız ordusunun omurgası olan enerjiyi Nijer halkı lambalarında bile göremiyor. Şimdi böylesi bir durumda bir Nijerlinin, sanıyorum ki, “Ben bir insanım!” başkaldırısı eşliğinde Batı Avrupalıların imkân ve konforuna kast etme hakkı bulunuyor. İşte, bu “umut eşitliği”nin varlığı çok tabii olarak, insanı, dünyanın hangi coğrafyasında doğmuş olursa olsun rızık ve kaliteli yaşam koşullarının peşinde inançla koşmaya teşvik ediyor.
Öte yandan başka bir husus var ki “Ben bir insanım!” çıkartmasını baltalayacak cinsten: Sömürülme Kabiliyeti. Timothy Mitchell’in “Karbon Demokrasi” eserinde “Yönetilenin Rızası” başlıklı bir kısım bulunur. Mitchell bu bölümde yukarıda ifade ettiğimiz meselelerle iltisaklı ve oldukça çarpıcı bir hakikate dikkat çekiyor: İkinci Dünya Savaşı sonrasında Afrika ve Orta Doğu’daki siyasal hareketliliği yerel bir demokrasi temin ederek uysallaştırmak. Evet, Batılı endüstri için hayati önemde olan “yönetilenin rızası” meselesi tam da bu şekilde gerçekleşiyor. Seçilenler sözde halktan gibi gösterilip enerji piyasası kontrol altına alınıyor. Esasında bu yeni-tip-emperyalizm, güç kaynağını sömürülme kabiliyetinden alıyor. Cezayirli ilim, siyaset ve düşünce insanı Malik bin Nebi’nin de üstünde sıklıkla durduğu “Sömürülme Kabiliyeti” meselesi, Mitchell’in “Yönetilenin Rızası”na oldukça benzer bir durumu ortaya koyuyor. Yani işin özü, halkın kendine yabancı kukla yöneticiler vesilesiyle zaten var olan “yönetilmeme” yahut “zapt edilmeme” temayülleri birer zaaf olarak tespit edilip uzun vadede siyasal ve ekonomik saiklerle projelendiriliyor.
Bunca şeyi söyleyip esasında ne söylemek istedik? Bir coğrafyada doğmuş olmak o coğrafyanın gıdasını, sevgisini ve dertlerini de doğrudan kader hanesine kaydetmeyi gerekli kılmıyor dostlar. Hicretin, mücadele etmenin, başkaldırmanın, sistemi değiştirmenin tek yolu ıstırabını çektiğimiz “umut eşitsizliği”ni yenmekle mümkün. Aksi halde bugün Afrikalı, Peştun, Ortadoğulu vesaire milletlerden devletsiz yahut zayıf devletlere sahip olan halklardan birer öcü gibi bahsetmeye bir yüz sene kadar devam edeceğiz. Sistemi sorgulamayan, “Ben bir insanım!” nidasına kulaklarını tıkayan her insan, bu sistemin Firavunlarına hizmetkârdır. Evvela umut etmenin bir hak olduğuna, daha iyi yaşamak istemenin ve yaşatmak için yer değiştirmenin Âdemce bir davranış olduğuna kâni olmalıyız.
