O yıllarda dinlediğim marşlar ve ezgiler ruhumda derin izler bıraktı. Bir aidiyet ve sorumluluk bilinci kazanmamda çok etkili oldu. Hangi dünyaya ait olduğumuzu, dostumuzu ve düşmanımızı nasıl tanıyacağımızı öğretti.
Sinan ÖZYURT
Eğitimci-Yazar

1990 yılında İmam Hatip Lisesi dokuzuncu sınıf öğrencisiydim. O yıllarda bir öğretmen teknolojik cihaz olarak sınıfa en fazla kasetçalar, radyo veya televizyon getirebilirdi. Adil hocamız da bunu yaptı. Bir gün siyer dersinde sınıfa elinde kasetçalarla geldi. Acaba ne yapacaktı, bize ne dinletecekti. Herkesi bir merak ve heyecan sarmıştı. Hocamız yoklamayı aldıktan sonra, arkadaşlar şimdi sizinle dersimizle ilgili bir bant tiyatrosu dinleyeceğiz diyerek kasetçaların oynatma tuşuna bastı. “Mute Destanı” isimli bant tiyatrosu çalmaya başladı. Radyoda yayınlanan “Arkası Yarın” kuşağından radyo tiyatrolarına aşinaydık. Fakat ilk defa Hz. Peygamberin hayatıyla ilgili bir bant tiyatrosu dinliyorduk. O güne kadar “Çağrı” filmini hemen her ramazan televizyonda izlemiştik. Fakat radyo tiyatrosu tadında bir siyer anlatımını ilk defa dinliyorduk. Doğrusu tadı damağımızda kalan bir ders olmuştu. Beni en çok etkileyen de aralarda çalan marşlardı. Mevlit, kaside ve ilahiler dışında dini içerikli sözler taşıyan bestelenmiş bir eseri ilk defa dinliyordum. İnsana özgüven veren, dimdik durması gerektiğini hissettiren bir edası vardı bu yeni tarz müzik eserlerinin. Biz bunlara marş diyorduk. Marşlar gibi insanı harekete geçiren bir tarafı vardı bu parçaların. Fakat bilinen marşlardan farklı yönleri de vardı. Özellikle sözleri çok farklıydı. Alışık olmadığımız fakat çok hoşumuza giden sözlerdi bunlar. İşlenen konular kısa ve öz ifadelerle insanın gönlünü titreten bir eda ile seslendiriliyordu.
O dersten sonra içime bir heyecan düştü. Bir an evvel o kasetlere ulaşmalı ve hepsini dinlemeliydim. Yaşadığımız ilçeye böyle şeyler hatta belli klasikler dışında yeni çıkan kitaplar dahi zor gelirdi. Bu kasetleri ancak şehir merkezindeki kitabevlerinde bulabilirdim. İlk fırsatta şehir merkezine gidip oradaki kitapçılara sormalıydım.
Siyer dersinde o kaseti dinledikten birkaç hafta sonra şehir merkezine gitme imkânım oldu. İlk iş olarak hemen kitapçıların yolunu tuttum. Hiçbirinde bant tiyatrosu kaseti bulamadım. Fakat bir kitabevinde başka bir şeyle karşılaştım. Bant tiyatrosunda dinlediğim ve çok etkilendiğim marşlardan oluşan kasetlerdi bunlar. Hiç unutmuyorum hemen oradan üç kaset satın aldım. Bunlardan ikisi marş biri de ilahi kasetiydi. “İlk Cemre” ve “Gün Batıdan Doğmadan” kasetleriyle böylece tanışmış oldum. Artık orada vakit kaybetmeden eve dönüp bir an evvel bu kasetleri dinlemeliydim. Öyle de yaptım. Heyecandan ayaklarım yerden kesilmişti sanki. Akşamüzeri köydeki evimize döndüğümde bütün aile bir aradaydı. Hemen İlk Cemre’yi kasetçalara koyarak sesini açtım. Herkesin benim gibi heyecanla dinleyeceğini ve beğeneceğini umuyordum. Fakat öyle olmadı. Babama göre bunlar boş ve faydasız şeylerdi. Bu müziği dinleyeceğime oturup iki satır bir şeyler okumam veya Kur’an-ı Kerim dinlemem daha faydalıydı. O zaman bu tepkiye anlam verememiştim. Hepsinin yeri ayrıydı bana göre. Elbette kitap da okunmalı, Kur’an-ı Kerim de dinlenmeliydi. Bu kasetleri dinlemek o işlere mâni olarak görülmemeliydi. Aksine bu kasetlerin kattığı heyecanla bütün bu faydalı işleri daha bir şevkle yapmaya başlamıştım. Babama bu kasetleri dinlerken neler hissettiğimi anlattım. Söylediklerime katılmasa da dinlemesi bile bir güzellikti benim için. On dört yaşında, gençlik çağının başında bir evladı kendisinden kırk yaş büyük bir babanın tam olarak anlamasının mümkün olmadığını yaşım ilerledikçe daha iyi anladım.
Babama marşları sevdiremedim fakat kendim severek dinlemeye ve her çıkan yeni kaseti almaya devam ettim. Zamanla evde onlarca kasetlik bir arşiv oluştu. Lise son sınıfta, üniversite sınavına çalışırken en önemli motivasyon kaynağım oldu bu kasetler. Kimi zaman ders çalışırken hafif bir sesle, derse ara verdiğimde yüksek sesle sürekli bu parçaları dinliyordum. Teneffüslerim ezgilerle, marşlarla canlanıyordu. Dinlerken bambaşka dünyalara gidip geliyordum. Bir ümmetin, hem de daha düne kadar bütün dünyaya adaleti ve merhameti götüren bir ümmetin mensubu olduğumu hissediyor, bugün zalimlerin tasallutu altındaki bu ümmetin kurtuluşu için daha fazla çalışmam gerektiğini düşünüyordum. Ne yapmam gerektiğini kendime soruyor ve bunun cevabını daha fazla okumak ve daha fazla çalışmak şeklinde veriyordum.
O yıllarda dinlediğim marşlar ve ezgiler ruhumda derin izler bıraktı. Bir aidiyet ve sorumluluk bilinci kazanmamda çok etkili oldu. Hangi dünyaya ait olduğumuzu, dostumuzu ve düşmanımızı nasıl tanıyacağımızı öğretti. Eksiğiyle, fazlasıyla bir estetik algısı kazandırdı. Bir müzik eserini her şeyden önce ait olduğu ruh dünyası bağlamında değerlendirmek gerektiğini gösterdi. Benim için bir müzik eseri hatta bütün sanat eserleri insanda hangi duyguları harekete geçirdiklerine göre bir değere sahip hale geldi.
Bu müziğin adına kimileri marş dedi, kimileri ezgi, yeşil pop diyenler de oldu protest dinî müzik diyenler de. Özgün müzik yakıştırması da yapıldı, özgür müzik adlandırması da. Yeşil pop ifadesi, içinde bir küçümsemeyi, hafife almayı barındırıyordu. Diğer bütün isimlendirmeler ise bu müziğin mevcuttan farklı bir gayrete işaret ettiğinin altını çizmeye matuftu. Öncekilerden farklı olarak şimdi ve burada ortaya çıkan bu müzik elbette farklı türlerden etkilenmişti. Sadece yerli müzikten değil, beynelmilel ezgilerden tınılar taşıyordu. Hatta bazı parçaların Arapça ve Farsça orijinalleriyle karşılaştıkça bunların farklı ülkelerde yapılan müziklere Türkçe sözler yazılarak üretildiğini anladık. Büyük bir kısmı özgün olan eserlerin içinde böylesi taklit veya ithal olanlar da vardı. Ancak bir besteyi ithal edip üzerine yerli sözler yerleştirerek milyonlarca insanın beğenisini kazanmak da hafife alınacak bir iş değildi.
Milyonlarca ifadesi abartılı gelmiş olabilir. Ancak doksanlı yıllardaki kaset satış verilerine baktığınızda bunun hiç de abartılı olmadığını görürsünüz. O yıllarda popüler müzik kasetleriyle yarışan hatta onları geride bırakan satış rakamlarına ulaşan kasetler çıktı. Aslında bu üretim toplumda özellikle gençler arasında bir karşılık buldu. Bu karşılık kimilerince yeterli bulunmayabilir. Fakat belli başlı isimlerin otuz yılı aşkın bir süre bu tarz müzik yapmayı sürdürmesinde bu ilginin de bir payı mutlaka vardır. Bugün bile hemen her gün kendi kendine bu ezgileri mırıldanan bir kuşak var ortada. Müzik adına bu ezgilerden, marşlardan başka bir şey bilmeyen insanlar tanıyorum. Onların hayatlarında derin izler bıraktı bu parçalar.
Bu sahada eser ortaya koyan öncü sanatçıların çok büyük bir iş yaptıklarını düşünüyorum. Onlar, önlerinde hiçbir örnek olmadığı halde kendi inançlarından ve ruh köklerinden hareketle ortaya yeni bir şey çıkardılar. Yeteneklerini ve birikimlerini maddiyata tahvil etmek isteseler önlerine serilecek imkanların peşine düşmek yerine yeni bir yol açtılar. Bu yolda atılacak her güzel adımda o öncü sanatçıların mutlaka bir hissesi olacak. Mehmet Akif’ten Necip Fazıl’a, Erdem Bayazıt’tan Abdurrahim Karakoç’a, Sezai Karakoç’tan Cahit Zarifoğlu’na bizim şairlerimizin onlarca kaliteli şiirini besteleyerek geleceğe miras bıraktılar. Sadece bu eserler bile önemli bir kültür olayı olarak anılmayı hak ediyor. Keşke son kırk yıl içerisinde ortaya koyulan bu üstün gayretin hakkını teslim edebilsek.
Bundan sonra bize düşen en başından bugüne kadar üretilen nitelikli eserleri yeni nesillerle tanıştırmak olmalı. Çünkü insan bir kültürel iklimde yetişir. Kültürü oluşturan en önemli unsurlardan biri de müziktir. Bu nedenle kendi dünyamızdan yetişen sanatçıların kıymetini bilmek ve ortaya koydukları eserlere sahip çıkmak zorundayız. Bu sahada kabiliyetli olan gençleri de yeni eserler üretme hususunda teşvik etmeliyiz. Zira umudumuz odur ki bundan sonra yeni sanatçılarımız yetişsin ve ortaya yepyeni eserler koysunlar.