Müziğin Öyküsünde Yerimiz

Türkiye’nin öyküsünde darbelerin on yıllık ritimleri, müziği etkilemekten geri kalmadı. 12 Eylül İhtilali ile birlikte sağ-sol çatışması durdu. Türkiye askeri vesayet altına girdi. Yeni yasaklar, kısıtlamalar hayatın her alanını etkiledi. Sanat da bundan payını aldı. Kimi sanatçılar yasaklı hale gelirken, sahnelenecek her etkinlik denetime, başka deyimle keyfiliğe açılmış oldu.

Ahmet MERCAN

Müzik ve İnsan

Sözün güçsüz kaldığı, merama hurufatın yetmediği durumda, insanı şiir ve daha ziyade de müzik ifade eder. Yoğun acı, hüzün, sevinç, coşku hallerinde kendiliğinden ortaya çıkan ifade tarzı, adeta iç sıkışıklığı farklı bir formda ortaya koyarken, dinlenip tekrarlanacak güçlü iletişim hâsıl olur. İnsan hallerinin ifadesi olan müzik tarihinin, bu itibarla insanla yaşıt olduğu rahatlıkla söylenebilir. 

Müziğin ifadesi kadar onu etkili kılan, dinlenmesi, yani yankı bulup tekrarlanması, insan ömrünü aşarak kuşaktan kuşağa taşınması olarak tespit edilebilir. Yaşanan coğrafyanın, iklimin, insan uğraşlarının; ölümün, savaşların, düğünlerin ve eğlenme biçimlerinin müziğin şekillenmesinde etkili roller ve oranlar üstlenirler. 

İnsanın ürettiği müziğe karşı bir de kendini dinleten kâinatın müziğinden söz etmek mümkün. Sessizliğin de bir ifade tarzı taşıdığından bahisle; rüzgârın, denizin, suyun farklı frekanslarda müziğe sahip olduklarını, bir merama mebni olarak iddialarını geçmişten geleceğe taşıdıklarını belirtmeliyiz.

Dünyanın değişik bölgelerinde insan sesine yataklık edip onu daha etkili hale getirme çabası, içgüdüsel olarak değişik enstrümanların ortaya çıkmasını sağladı. Hayatın ürettiği akışın büyük ritmi içinde, dinleme ve üretme ameliyesi ile her dönemde müzik etkili bir anlatıma sahip oldu. Duyguyu harekete geçirme açısından eğitimde de müzik önemli işlev üstlenir.

Kurduğu ilişkide müzik, içki ve raksı yanına alarak yıkıcı sonuçlara imkân hazırlandığında vahyin itirazıyla karşılaşır. Böylece müziğe “vize” veren duygunun niteliği ile müzik arasına meşru-gayrimeşru ayrımı girmiş olur.

Müziğin insanda bulduğu karşılıkla metafizik boyuta taşınması, dini duygunun kuvvetlenmesine aracılık eder. Saadet asrı ve sonrasında müzik, meşru alanın içinde “muradı” konu edilerek seçime tabi tutuldu. Müziğin çeşitli alanlarda üstelendiği rollerle ritim ölçüleri, enstrümanların gelişmesi, sanatçıların yetişmesi tarihin akışı içinde varlığını sürdürdü.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Müzik

Osmanlı üç kıtaya yayılan büyük bir coğrafya içinde zengin folklorik bir yapıya sahipti. Savaşın belli aralıklarla kaçınılmaz olması, mehter müziğini ortaya çıkardı. Orduyu coşturmak, düşmana korku salmak işleviyle yaya ve atlı icra edilebilen hususi bir müzik türüydü mehter. Büyük bir orkestrasyon olarak ortaya çıkan mehter marşları, moral-motivasyon açısından önemli işlevler üstlendi.

Öte yandan Osmanlı hayat tarzının ifadesi olarak saray ve taşra, şiirde olduğu gibi müziğin yapısında da iki koldan akışını sürdürdü. Özellikle imparatorluğun son dönemlerinde kadın sazendelerin de ortaya çıkmasıyla sarayda Klasik Türk Müziği eserleri icrası yoğunlaştı. Diğer tarafta Halk Müziği, bölgesel özelliklere göre icra edilirken, tekke ve zaviyelerde tatyan formunda halk müziğinde önemli yer tutan eserler dini duygunun dili oldular.

Cumhuriyete gelindiğinde kültürel hayat bambaşka bir mecraya çekilirken mevcut “tasarım” dayatmasından müzik de payını aldı. Batılı olma adına Türk müziği yasaklandı. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, mevcut eserlerin unutulmaya terk edilmesiyle beraber müzik köklü bir müdahaleyle karşılaştı.

Batı müziğine yer açma çabasıyla önemli bir zaman dilimi üretimden kopuk, yabancı müziğin kabul görmesini beklemek durumunda kalındı.

1950’den sonra siyasi ve sosyal hayatta yaşanan değişimden müzik de payını almaya başladı. Hazır Batılı besteler üzerine yazılan sözlerle, sosyal dokudan kopuk icra edilen ve anonslarda “Türkçe Sözlü Hafif Müzik” ifadesi, yaşanılan yabancılaşmanın beyanı gibiydi. Müziğin kültürün parçası olarak en iyi üretildiği coğrafyada anlaşılması doğal bir durumken batılılara kendi müziklerini ne kadar ‘’güzel’’ icra ettiğimizi göstermek adına opera, senfoni orkestrası kurmak, sanata müdahil olan devlet algısının yeni bir tipoloji yetiştirme kaygısının ürünüydü.

70’li yıllara gelindiğinde, yoğun göç dalgalarıyla demografik yapı şehirleşmeyi öne çıkardı. Teknolojideki hızlı gelişim, sanayiyi tarım karşısında önemli hale getirirken kontrolsüz göç dalgaları büyük şehirleri beklentisi “bulanık” kitlelerle buluşturdu.

Sancılı köylü-kentli buluşmasına, şehirleşmeye hazır olmayan devletin seyirci kalması eklenince gettolaşmaya zemin hazırlanmış oldu. Altyapısı olmayan gecekondu zemininde şehre eklemlenen göç insanı, tanımsız haldeydi. Köyden kopmuş ama şehirli de olmamış önemli bir kitle, merkezle arasındaki sosyal gerilimle yaşama durumundaydı. Şehrin ürkütücü yapısı, insanı yalnızlaştıran, bağları zayıflatan karakterine karşı fabrikada ve hizmet sektöründe iş bulmak, fırsat bulunca aradan yükselme hayali, hüzünlü bir bestenin “alt yapısını” oluşturunca arabesk müzik patladı.

Çevrenin, merkeze yakın yerde konaklayıp; korku, merak ve hayalle ışıltılı bulvarlara bakmasının dışavurumdur, arabesk müzik. Hakkı Bulut, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur ve diğerleri, çaresizliğe karşı kader, felek olgusuna yüklenip isyan çığlıklarının arkasından Allah’a (c.c) yakarışla kişisel çıkış beklerler. “Batsın bu dünya”nın isyan çığlığı “Yarabbi sen büyüksün” ile Anadolu insanının derunundaki güven ve beklenti referansına bir atıftır.  Arabesk müzik, göç dalgasının derindeki “derdini” birebir ifade ettiğinden, halkta karşılığı hesaba sığmaz derecede büyük oldu. Batılı müziğin bu güçlü dalgaya karşı durması zordu. Bir bakıma “icbar edilen” adrese karşı halkın serinkanlı direncinin bir göstergesidir ortaya çıkan.

Zorlamanın aralanmasıyla, müzik kendi yatağına doğru kaymaya başladı.

Merkezler ve gençlik, arabesk müziği küçümseme yönünü seçti. Yerli bestelerle başlayan Batılı formların sentezleri, bir oranda dayatmanın kalıcı etkilerinin ifadesi gibiydi. Zaman içinde yerli ritimlere yaslanan Anadolu Rock tanımına giren müzik akımı, türkü ile kurduğu irtibatla anlaşılır hale geldi. Kurtulan Ekspresi, Moğollar, Barış Manço, Ersen, Cem Karaca, Üç Hürel ve arkadan gelenler farklı bir sentez, yeni bir sound olarak kabul gördüler.

Öte yandan, sanat müziği alanında da garip adlandırma ile “fantezi’’ türü adı altında, gazinolarda icra edilen eserler üretilirken, TRT radyo ve televizyonunun anlaşılmaz kriterleri yüzünden başta arabesk olmak üzere pek çok eser ve sanatçı sansüre uğradı. Tartışması dahi yapılamayan bu sansürün etkisi gazinoları besledi ve müzik önemli oranda eğlence merkezine doğru yöneldi.

Gazino şarkılarının eğlenceye dönük talep yönüyle ortaya çıkması, söz ve besteyi ucuzlaştırdı. Müzik içkinin mezesi haline gelirken, özellikle kadın şarkıcılar, fiziki görünümleriyle cinselliği öne çıkaran bir ortam oluşturdular. Arabesk bu ortamda, “solist altı” olarak alan buldu ve bir dönem sonra taverna müziğine ayrılan bir kolu daha beslemiş oldu.

Dönemin gazino sahneleri Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Bülent Ersoy, Muazzez Ersoy, Nesrin Sipahi, Gönül Yazar, Muazzez Abacı, Ajda Pekkan, Ahmet Sezgin, Yıldıray Çınar ve diğer isimlerle, kimi TRT sanatçısı kimi de yasakçısı sanatçılarla yürürken, arabesk müzik üvey evlat olmaya direniyordu. Türk pop müziği de yerli solistlerini yarışmalarda derece alan gençlerle oluşturuyordu. Esmeray, İlhan İrem, Nilüfer, İskender, Sezen Aksu ve diğer isimler TRT’nin açtığı imkânla yürüyüşlerine devam ediyorlardı.

Müziğin öyküsü Türkiye’nin serüveni ile şekillenmeye devam etti.

Göç dalgası şehirde ikinci kuşağını verdiği yetmişli yıllarda, dünya sol düşüncenin etkili dalgasına şahit oluyordu. Özellikle işçi kesiminde sendikalar yoluyla ortaya çıkan ateşli hareketlenmeler, siyasete yansımada gecikmedi ve sağ-sol çatışmaları üniversiteleri etkisi altına aldı. Arabesk müziğin çaresizlik mesajı politik dile dönüşerek, evrensel sol müziğin de etkisiyle, “protest” adlandırma ile Zülfü Livaneli’nin açtığı yolda Ahmet Kaya ile zirveye varacak ve arkası kesilecek ve Kürt sorunuyla birlikte bölgesel alana kayacaktı.

Türkiye’nin öyküsünde darbelerin on yıllık ritimleri, müziği etkilemekten geri kalmadı. 12 Eylül İhtilali ile birlikte sağ-sol çatışması durdu. Türkiye askeri vesayet altına girdi. Yeni yasaklar, kısıtlamalar hayatın her alanını etkiledi. Sanat da bundan payını aldı. Kimi sanatçılar yasaklı hale gelirken, sahnelenecek her etkinlik denetime, başka deyimle keyfiliğe açılmış oldu. Pek çok gencin gözaltına alındığı, hukukun yerine askeri kararların geçerli olduğu bu yıllarda dünya ölçeğinde sol hareket düşüşe geçti. 79 yılında dünyadaki en etkili olay; şüphesiz İran devrimiydi.

Seksenli Yıllar ve Öyküye Girişimiz

(Seksenli yıllar, yaşadığımız, sürece dahil olduğumuz zaman kesitidir ve bu nedenle merceği biraz daha yaklaştırabiliriz ve anlatımlar hatıra tadına dönüşebilir.)

Önce, seksenli yılların başlangıç şartların bakmaya çalışalım.

Sağ-sol çatışmasının kesilmesiyle şiddet devre dışı kaldı. Gençliğe okuma ve düşünme imkânı açıldı. Bu süreçle birlikte, kitleler halinde tasavvuf yoluyla insanların dindarlaştığına şahit olundu. Özellikle İslam ülkelerinden yapılan tercümeler, farklı deneyim ve fikirlerle buluşma imkânı sağladı. Gençliğin ufku böylece ülke sınırlarını aşarken dernek, parti ve benzeri yapılara sığmaz oldu.

Öte yandan İran Devrimi ve Afganistan’ı işgale yeltenen Sovyetler Birliği’nin İslami gruplar tarafında Hindikuş Dağlarında durdurulması büyük bir olaydı. Mücahitler hafif silahlarla çeteler halinde savaşırken helikopter düşürüyor, sıcak denize inmek isteyen dünyanın ikinci büyük gücünü durduruyordu. Büyük bir coşku yaşanıyor, sanki iman yeniden keşfediliyordu. Marşı mücahitler yazıyordu ve bize sadece kâğıda dökmek kalıyordu:

O dağlarda o dağlarda

Savaş bitmez, şehit bitmez

Anlatır dünya

Anlatırlar çağlara

Lailahe illallah

(A.Mercan)

Diğer yandan dağınık, bugünkü gibi flu bir ilgi yok; diri ve kararlı, hizmet aşkı zirvede. Sadece TRT’nin siyah- beyaz, saatle açılan ve kapanan iki kanalı ve birkaç radyosu var. Televizyon seyretmenin “caiz” olmadığı kanaati yaygın. Her evde telefon yok.

Hayat bugüne oranla sade ve daha sahici.

Kitaplar üç bin ile beş bin arasında baskı yapıyor. Bir yandan yayınevleri kuruluyor, diğer yandan bazı kitaplar yasaklanıyor. Yasak eserlerin el altından yayılması gizli bir hizmet zevki veriyor. Gençliğin kafasında “devlet ütopyası”, onunla yatılıp kalkılıyor.

Unvanlar kullanılmıyor, para konuşmak ayıp bahsinde.

Afganistan’ın bir şehrinde yaşıyor gibiyiz. Yardım ve destek için her grup çalışıyor, ancak aynı mahalledeki gruplar birbirini tanımıyor. Herkes, bir anlamda, okuduğu kitabın etkisinde. Geçmişini, ailesini tekfir eden gençler ve küçük gruplar oluşmaya başlıyor.

Akçay Palas, Malta/Fatih semtinde Boyacı Kapısı Sokakta bodrumda küçük grubumuzun buluştuğu öğrenci evi. Herkese açık bu evde sohbetler ediliyor, gündemler takip ediliyor. Yayınlanan bütün dergiler, çıkan yeni kitaplar değerlendiriliyor. Ümit Nesline Selam isimli aylık çocuk dergisi çıkarıyoruz. “Şef” Kenan Yabanigül.

Çocuğa ait bilgimizin sınırlı olmasına aldırış etmiyoruz; cahilliğimiz kadar cesuruz. Akçay Palas’da, hayalden atışlar sırasında radyodaki arkası yarınlar konu edildi. Bir arkadaş “Bu oyunlar kaset olabilir mi?” dedi. Bir diğeri “Mute Savaşı yapılmalı, çünkü Afganistan’daki mücadele onun aynısı” dedi. Neticede Kenan Yabanigül razı edildi ve derginin yıllık abonelerine verilmek üzere bir radyofonik oyun yazılması kararlaştırıldı.

Senaryonun ilk taslağı İstanbul Radyosu’nda göreve başlayan Cahit Zarifoğlu’na hazırlatıldı. Ulvi Alacakaptan yeni hidayete ermiş. Bir gazete sayfası röportajını okuduk, heyecanlandık. Şehremini’deki Hidayet Kırtasiye’de tanışma ve onu yeniden, bu sefer çok değişik konumda, göreve çağırmak zor olmadı. Barbaros Ceylan herkesten gizli, bağlamasıyla marşlar söylüyor. Kasetin unsurları tamamlandığında:

 “La ilahe illallah… Zaman Yayıncılık Sunar” sadası duyuldu.

Yapımcı Zaman Yayıncılık, senaryo İbrahim Sadri, yönetmen Ulvi Alacakaptan. O dönem henüz yoğun olmayan Şehir ve Devlet Tiyatroları sanatçıları tarafından seslendirilen metinlere efekt, geçiş müzikleri ve Barboros Ceylan’ın marşlarıyla Mute Destanı ortaya çıkmış oldu.

Beklenmedik, büyük bir ilgi oldu. Pek çok eleştiri de anında geldi. Bağlamanın kullanması yadırgandı. Fetvalara başvuruldu. Bağlama geri çekildi. O dönemde her şey sorgulanırdı ve diri bir camia söz konusuydu. Yine aynı kadro, İnsanlar ve Soytarılar tiyatro oyunu hazırladı; o da büyük bir ilgiyle karşılandı. Komedi tarzında Sovyetler Birliği ve Amerika ortaklığı epik tarza dönüşünce oyun kapalı gişe Anadolu yollarına düştü.

Mute Destanı’nın gördüğü ilgi sonrası Musab bin Umeyr hazırlandı. Ardından henüz lise öğrencisi Ömer Karaoğlu ve grubu Selika devreye girdi. İlk marş kaseti, sadece def ile icra edilen “Gün Batıdan Doğmadan” çalışması oldu.

Çoğaltım ve dağıtım yetiştirilemez oldu. Sekizli, hızlı çoğaltım makinesinde nöbet tutarak çoğaltıma başlandı. Ancak yaptığımız çalışmanın içeriği stüdyolarda şaşkınlıkla karşılandı. İrtica yaftasıyla kovulduk stüdyolardan. Aksaray’da verimsizliği nedeniyle kimsenin uğraşamadığı bir stüdyoya sığındık. İş saati uzuyor, ücret artıyor, tonmaysterin ayık bulunma zamanı sınırlı, hacı annesinin hatırına, bin bir zorluk içinde çalışıyoruz.

Kaliteden ödün vermiyoruz yine de. Mute Destanı’nı geçmek hedefimiz. Ekip halinde çalışıyoruz. Bir senaryo elimizden altı ayda kurtulabiliyor. Evlerde gece toplanıp saatlerce tartışıyoruz. İçinde yer aldığım grupta; Kenan Yabanigül, Mehmet Burhan Genç, İbrahim Sadri, Ulvi Alacakaptan, Ömer Karaoğlu yanlış yapmamak için metni her yönüyle inceliyoruz. Kullanılan hadis, olay araştırmaları için âlimlere sorarak hazırlanıyor ve fetva almadan işe başlamıyorduk. Çalışmalarımızda müzik başlığını öne çıkarmıyor, “Sesli Yayıncılık” tanımıyla; anlatı, şiir, çocuk, eğitim kasetleri tasarlıyorduk.

Gösterilen ilgi yeni yapımcıları da bir bir sahaya çekiyordu. Kurulan ikinci firma Asır Ajans, şiirle başladı. Öte yandan çoğaltım; yüzlük, beş yüzlük ve binlik kaseti aynı anda çoğaltan makinelerle gelişimini sürdürdü. İlk sanatçıları sıralarsak; Barbaros Ceylan, Ömer Karaoğlu, Abdülbaki Kömür, Hasan Sağındık, Aykut Kuşkaya, Taner Yüncüoğlu, Grup Genç vd.

Bant tiyatroları çoğaldıkça senaristler de çoğaldı. İbrahim Sadri, Muharrem Ergin, Ahmet Mercan, Ömer Karaoğlu, Mehmet Efe, Ahmet Küçükağa ve yeni firmalarla yeni isimler ortaya çıkmaya başladı. Kaset kitaba göre oldukça pahalı bir yapımdı. Senaryo, yönetim, seslendirme, stüdyo vb. masraflar hayli yüklü bir maliyet oluşturuyordu.

Kaset kitabın alternatifi de değildi.

Kitaba oranla kopya edilmesi çok kolaydı. Kimi kitapçılar kopyalayıp satışını yapmaya başlamışlardı. Bizim bu konuda yaptığımız uyarı bugünün anlayışıyla o dönemi kıyaslamak açısından manidardır. Afişlerimizin altında, “Kasetlerimizi izinsiz çoğaltıp satanlara ahiret gününü hatırlatırız” yazıyordu. Bu uyarı “irtica” avcısı basının hemen dikkatini çekti ve röportaja geldiler. Her şeyin temelden çarpıtıldığı, o günün hâkim basınına karşı tedbirliydik. Noter tasdikli röportaj yaptığımızı hatırlıyorum. Neticede yayınlanmadı. Uzun bir hikâyesi olan, Selam dergisindeki mektup arkadaşlığı köşesi, örgüt bahsiyle mahkemelik oldu. Selam ve Mektup dergileri hakkında DGM’de dava açıldı. İlkokul çocukları örgütten yargılandı.

80’li yılların sonuna yaklaşıldığında firma ve kaset sayısında artış olurken kalitede düşüş oldu. Özellikle bant tiyatrolarında drama unsuru eksilince, amaç bilgi vermeye yöneldi ve kasetlere kitap işlevi yüklenmiş oldu. Bu durum dinlemeyi ağır işçiliğe dönüştürdü. Bu arada alt yapıdan kovulan bağlamanın yerine, Çağıltı kasetiyle birlikte derinden belli belirsiz, sade bir altyapıyla orkestra yer aldı.

Kimse ses çıkarmayınca orkestra yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladı.

Taner Yüncüoğlu konservatuvarlı ilk sanatçımız olarak, sayısız aranjeye imza attı. Ezgilerin bant tiyatroları içinden toplanıp korsan satılması, müziğe yönelmeyi ilham etmiş oldu.

Ezgi adlandırmasının hikâyesi de ilginçtir.

Marşların karşılığı uzakta yaşanmaktaydı.

Yaşadığımız mekâna ait daha serinkanlı şiirler yazma durumundaydık. Rüyalarımız, özlemlerimizi ortaya koymalıydık. Ezgi diye adlandırılan albümün marş olmadığını, bant tiyatrosu da olmadığını, müşteriyi yanıltmamak adına geçici bir adlandırma olarak kondu. Teklif benimdi, dinleyici alışınca geri çekeriz diye düşündüm ama mümkün olamadı. Türk sanat müziği, pop müziği, fantezi, gibi ezgi de galat olarak eksik tanımlama bahsine katılmış oldu.

80’li yıllar ekonomi ve teknoloji açısından atak yapılan, Başbakan Turgut Özal’ın “Çağ atlayacağız” dediği zaman dilimidir.

İlk özel televizyon Star TV renkli olarak yayına başlandığında spikerlerin de hapşıracağı, takılacağı anlaşıldı ve “insan” oldukları tespit edildi. Devlet ciddiyetinden sıyrılıp rahat bir soluk alındığı sanılırken, laubalilik, müstehcenlikle gelen reyting canavarıyla tanışıldı. İlk kliplerle birlikte, ucuz sözlü pop müziğinde tiraj anlamında patlama oldu. Sezen Aksu’nun “Ada Vapuru” bir dönüm noktası oldu. Arkasından “Aboneyim Abone” ile ucuzluk mevsimi açıldı, geldiği gibi giden basit yapımlar ortalığı kapladı.

 Bu ucuzluk teknolojinin gelişip yapımların kolaylaşması sonucu ortaya çıktı.

On altı kanal çalışma, akustik sazlarla altyapı aranjesi zor, pahalı, gerçek sanatçıya yatırımı gerekli kılarken, yeni orglarda suni, sayısız enstrüman sesi bulmak kolaydı.

Firmaların çoğalması kaset türlerini çeşitlendirirken başta müziğe, bant tiyatrolarına karşı çıkan, satmayan, sert tavırlarla karşı koyan kimi cemaatlerin yapımcılığa başladığına ve zamanla televizyonlar maharetiyle daha ileriye gittiklerine şahit olduk. Bu da ülkemizdeki fıkıh anlayışını irdeleme açısından önemli bir durumdur.

Müzik kasetleri önemli bir piyasa oluştururken, Azim Dağıtım, dağıtım yapıyor, Record firması da kayıt görevini yerine getiriyordu. Kur’an-ı Kerim kasetleri daha özenli çoğaltılıyor, Mısırlı kâriler, Kabe imamları okuyuşlarıyla büyük ilgi görüyordu. Hatim setleri, vaazlar yanında tasavvuf müziğinde de önemli adımlar atıldı.

Ender Doğan, Yahya Soyyiğit, Mehmet Emin Ay, Mustafa Demirci’yle başlayan başarılı icraatlar sayesinde Ahmet Özhan’nın eski ilahi kasetleri yeniden ilgi görmeye başladı. Hiciv kasetleriyle de günün siyasi yapısını konu ediyorduk, yine tanıdık isimler, İbrahim Sadri, A.Baki Kömür, Ahmet Mercan, Ekrem Bektaş ilgiyle karşılanan, replikleri ezberlenen albümler ortaya koydular.

Zaman Yayıncılık, Record olarak yaptığımız albümlerde hep yayınevini öne çıkarıyorduk, emeği geçenleri; senarist, yönetmen, sanatçı adları sekiz punto ve yan tarafta yer alıyordu. Bu tutum da ilginç bir yaklaşım olarak kabul edilebilir.

Seviyenin iyice düşmesi, otomatik zikir formları üzerine türkü bestesine söz yazımıyla başladı. 90’lı yıllara gelindiğinde şartlar epey değişmişti. Kaset çoğaltımı fabrika düzeyine çıkmış, CD, VCD imali hız kazanmış, stüdyolar açılmaya başlamıştı. Dergâhlara bağlı kişilerin şeyhlerini öven sözleri anonim besteler üzerine yazmalarıyla kalite kaygısını yerle bir etmeye başlamıştılar.

Üstadının övüldüğü kaseti hiçbir kritere bakmaksızın alacak yüz binlerce alıcının varlığı; mürit kitlesi üzerinden yapılan hesaplar, farklı bir repertuarı gündeme getirdi. Tabii olarak yoğun eleştiriler geldi. Kurunun yanında yaşın da yandığı toptancı eleştirilerden herkes payını aldı; işini kaygıyla yapan, bu yolda ilerlemeye çalışanlar da “zikirci” literatüre indirgenip ipi çekildi.

Gazetelerde yapılan muhabir düzeyinde komik eleştiriler de en az “Sofiler baş kaldırmış, kavuşmuyor cübbeler” diyen “ilahici” kadar yerlerdeydi. “Bizim ezgileri iyi notalardan yapmıyorlar,” diyen mi, akustik sazları zayıflık alameti sayan mı dersiniz…

Seviyesizliğin, her zaman, seviyeyi kovduğuna bir kez daha şahit olduk.

Radyolu Yıllar: 90’lar

90’lı yıllar, televizyonların çeşitlenmeye devam ettiği, toplumun bu oranda bozulmaya durduğu ve radyoların ardı ardına açılmasıyla başladı. Bant tiyatrolarını dinlemek için kırk beş dakika ayırma zorlaştığından, televizyon izleyicisinin oluşmaya başladığından hareket edersek, dindar radyoların açıldıklarında önemli işler yaptıklarını söylemeliyiz. Yurt içine, sınır dışına seslenen radyolardan, önce Akra FM, ardından Marmara FM, Moral FM ve Anadolu’da yerel ve bölgesel pek çok radyo açıldı.

“Sesli yayıncılık” açısında radyolarla yeni bir evreye girilmiş oldu.

Bant tiyatroları, şarkılar, marşlar, şiirler çok daha büyük kitlelerle buluştu. Hatta rastlantı eseri frekansta kalan ve ardından bağımlı olan, sanatçıları takip eden farklı kesim izleyicilerinden de bahsetmek mümkün. Sanatçıların bilinirliği açısından olumlu görülen bu durum, yapımcıların aleyhine tezahür etmekteydi. Dörtte üç oranında satışlar durunca, yapımcılar sessizce mekânı terk etmek durumunda kaldı. Radyolar dinleyici kapabilmek için yeni çıkan albümleri daha yayılmadan, arkalı önlü dinlettiler. 

Radyoların aklına “telif” diye bir konu gelmedi.

Yapımcılar örgütlenmede zayıf kaldılar, haklarını aramada başarılı olamadılar. Arkasından internet marifetiyle “müzik indirme” tekniği de gelişince, yapımcılar yavaşça piyasadan çekilmeye başladılar.

Kaliteyi olumsuz etkileyen bir başka unsur da sanatçıların gördüğü ilgiyi gören sunucu ve spikerlerin albüm yapma arzularının depreşmesi oldu. Öte yandan belediyelerin muhafazakârın eline geçmesiyle, sanatçıları kenardan, köşeden, özellikle ramazan programlarında sahne almaya başladılar.

Bu durum, temelleri sağlam olmayan kimi sanatçılar üzerinde etkisi oldu. Halkın beğendiği, öne çıkardığı kolay ritimli, hareketli parçaların albümlerinde ağırlıklı yer almalarına neden oldu.

Radyolar, konserler, kimi sanatçılara yeni uçuşlar hazırladı. Kendini camianın üstünde görme hevesiyle İMÇ piyasasında yer bulmak için, söz ve müzikte değişiklikler yaptılar, klip çektiler, ancak kabul gören olmadı.

İlk çıkan sanatçıların açtığı yolda yeni sanatçılar; Eşref Ziya, Hakan Aykut, Erdoğan Akın, Bestami Korkmaz, Grup Yeniçağ, Mesut Çakmak, Adil Avaz ve diğerlerinden bahsedebiliriz. 2000’lere yaklaşıldığında İMÇ ile birlikte tüm müzik piyasası, telif kanununun zamanında çıkmaması ve uygulama boyutunun ihmal edilmesi sonucu yok oluş sürecine girdi.

Bugün İMÇ denilen mekânın büyük kısmı giyim mağazası oldu. Azim Dağıtım, kitap dağıtımına yöneldi. Ortada işi inatla sürdüren birkaç yapımcı – sanatçı, konser için “kartvizit” işleviyle albüm çıkarıyor.

Bu durumda herkesin ihmalleri, sorumlulukları var; ancak devletin kültüre bakışındaki kayıtsızlık hepsinin üzerinde. (Kültür Bakanlığı Turizmin gölgesinde kendine yer arıyor hâlâ)

Kişisel Deneyim ve Gözlemler

Heyecanla, coşkuyla içinde yer aldığım bir süreçti, Sesli Yayıncılık dönemi. 1984’te senarist, yönetmen olarak Zaman yayıncılıkta ve Record bünyesinde yer aldım. Akabinde ortağımla Giz Ajansı kurdum, yapımcı olarak da çeşitli türlerde kaliteyi önde tutma çabasıyla çalıştım.

Yoldaki arkadaşlarımla ve özellikle Ömer Karaoğlu ile sadece yaptıklarımız değil, camiayı gözeterek güzel işlerin yapılmasını arzu ettik, bu yolda kafa yorduk. Müziğin her yönü üzerinde uzun uzun düşündük, konuştuk; Hakan Aykut da zaman içinde bize katıldı.

Bu yürüyüş boyunca çeşitli sorunlar yaşadık. Her sanatçı, yapımcı, değişik sarsıcı olaylarla karşılaştı, “tekfir” bile edildi. Bu uzun, bir yönüyle de kısa yolculuktan ders çıkarılır ve sağlıklı işler yapılır diye, ilk defa uzun bir iç dökme, dertleşme imkânıdır bu yazı.

Farklı albümleri, eserleri öne çıkaran, dengeli eleştirilere hep ihtiyaç duyuldu. Eleştirilerde yönlendirici, iyi ile yetersizi birbirinden ayıran yaklaşıma rastlayamadık. En acı verici olanı bir gazeteci arkadaşın “Yeşil Pop” yaftası oldu. Bunu gazetesinde yazılı olarak yapınca, bir anda flaşlar patladı. İrtica için malzeme arayanlar, sabahın erken saatlerinde yapımcıların kapısına dizildiler.

“Mavi çizgili gri pop yapıyoruz” dedik onlara.

Anadolu’da din dersi öğretmeni bir kırtasiyeci, kasetleri çoğaltıp üzeri fiyatından satarken bana: “Bu kasetleri para için mi, cihat için mi yapıyorsunuz?” sorusuna cevap bulamadım. (!) Yine radyoların emeğe, yatırıma kayıtsız kalması sarsıcı bir durumdu.

Farklı, bütüncül duyarlıklarımızın çok uzakta olduğumuzu bu olayla anladım.

Yine aynı yolculuğun yoldaşı televizyonlar, en acılı arabesk müziğe kapılarını ardına kadar açarken, sıra camianın sanatçılarına geldiğinde, “Biz medeniyetimizin müziğine yer veriyoruz” demelerine acılı gülümseme ile karşılık verdik. Konuştuğu radyoya “can veren” müzikleri çalarken sunucunun, aynı anda “yeşil pop” demesindeki açmazı duymak da sarsıcıydı.

Araştırmadan, kolayına kaçarak hüküm vermek sorumlulukla bağdaşmaz.

 Yine bir gazeteci arkadaş, başörtü sorunu yaşandığı dönemde, “Nerde bu Yeşil Popçular, niye sokağa inmiyorlar” dediğinde, “Elele Yürüyüşü” gösterisi için Anadolu’yu karış karış geziyor ve ceza üstüne ceza alıyorduk.

Anadolu’nun çeşitli illerinde organize edilen, kapalı spor salonu toplantılarında, mağdur öğrenciler, gazeteciler ve yazar arkadaşlarla konuşmalar yapıyor, ezgiler söylüyorduk. Bir turnede Ömer Karaoğlu ve Eşref Ziya hakkında suç duyurusu yapıldı. Abdurrahman Dilipak’a dört, bana da üç ayrı konuşmadan suç duyurusu yapılmıştı.

Her işte, “yürüyen kaliteye” ihtiyaç var.

Basit, zahmetsiz; yeterli donanıma sahip olmadan eser vermek her alan için sağlıksız.

Sanatta traj/reyting, halk tarafından kabul görmek, çoğu kez yanıltıcı olabiliyor. Albüm satışı, kalite konusunda savunmanın kriteri görüldüğünde, gelişmeden, yolculuktan bahsetme imkânı söz konusu olamaz. Kolaycılığa kaçana, seviyesiz eser çıkarana herhangi bir ceza da öngörülemez. Ancak “kaliteyi yönlendirmek” bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar.

Tarafsız, ehil kişilerin seçtiği başarılı çalışmalar, bu sayede özendirici olur.

Bu konudaki şahsi çabam zamanında kabul görmedi. Yaptığı müziğin ontolojisini önemseyen sanatçı sayısı, bir elin parmaklarını geçmedi.

Her sanatçı, eleştirilerin başkasına yapıldığı hissine kapıldı.

Kısaca, bir öz eleştiri noksanlığından da bahsetmek mümkün.

Ancak, bütün bunlara rağmen, böylesine acımasızca hücum edilmeyi hak edecek ne yapıldı diye de düşünmeden edemiyor insan.

Değer verdiğimiz, camiaya büyük katkı sunmuş yazar ağabeylerimizden bir eleştiri var ki “evlere şenlik” vurgusuna denk düşer.

Ağabey yazarımız özetle diyor ki, “tek sesli müzik tevhidi, çok sesli müzik şirki temsil eder.”

Teknik bir meselenin, nasıl zorlanarak bu noktaya getirildiğini anlamak mümkün değil. Bu şuna benziyor; aynı anda, farklı ses aralıklarında iki kornanın çalınması şirktir.

Bir de Dede Efendi’nin arkasına saklananlar var. Sanılır ki, her gün klasik eser dinliyorlar. Her devrin bir ritmi var oysa. Sanat eserleri üç halde değerlendirmeli. Gelenekte olduğu gibi; klasik olarak, ikincisi geleneğin güncel yorumuyla, üçüncüsü de tamamen yeni üretim olarak. Tasavvuf müziğinde kısmen bu durum yaşanmakta.

Geçmişi basit görmeden ve unutmadan; günün “gelecekte geçmiş normuyla” değer görecek eserlerini üretmek, herhalde dengeli bir tavır olur.

Modern dönem mahsulü çalışmaları, ürünleri, tümden zararlı unsur olarak göreceksek, o zaman daha geniş boyutlu düşünmek gerekir.

Bütün bu toplu saldırılarda, desteğini esirgemeyen Rasim Özdenören ağabeyi, Ahmet Taşgetiren’i, genç yazar ve gazetecilerden Asım Gültekin ve Bünyamin Yılmaz’ı şükranla anmak gerekir.

Meselenin Aslı Ne?

O yıllarda, TRT’de sadece cuma akşamları, tasavvuf müziği Ahmet Hatipoğlu’nun uzun mücadelesiyle yer bulabiliyordu. Mehter müziği ise müze unsuruydu ve bayramlarda naftalini üflenip ortaya çıkarılıyordu.

Hasbelkader, tevafuken devreye giren bu müzik, Müslümanca yaşamak isteyenlerin duruşunu, kaygısını, düşünü, rüyasını verme çabası içindeydi.

Evet, başta besteler kolay, armoni zayıftı. Ancak zamanla kendini geliştiren, alt yapısını sağlam kuran, albümler ortaya çıktı. Önemli yatırımlar yapıldı. Unutulmayacak eserler oluştu. Diğer taraftan; çocuklar için eğitim kasetleri oluştu, mizah kasetleri öz güven tazeleme imkânı verdi. Tasavvuf müziği yeniden dirildi; güçlü solistlerle eski eserler icra edilirken yeni bestelerle yürüyüşü sürdürülüyor. Birbirinden güzel kıraatli karilerin kasetleriyle Kur’an dinleme ve okuma kültürü gelişti.

Bütün bunların olmadığını söyleyene sözüm yok. Kimi radyoların müzik politikalarında keskin dönüşler oldu, her müziğin dinlenebilir olduğu kanaati beslendi. Sanatçıların çok para kazandığı zehabı da doğru değil. Bu yolda evini satıp albüm çıkarana şahit oldum, ancak tanıdıklarım içinden bu yolda ev alanı bilmiyorum.

Sesli yayıncılıktaki öyküm 1995’te nihayete erdi. 

Şuna da inanıyorum; rüya görmeye, düş kurmaya yeniden başlandığında ve birileri Filistin’i, Cezayir’i, Afganistan’ı, Rabia meydanını andığında ve yeni destanlar ortaya çıktığında, bu müziğin kıymetini fark edecekler.

Suçumuz mesnetsiz rüya görmek, başka mekanlara bakıp erken düş kurmaktı.

Bu suçun cezasına razıyım; can vermeye hazırım.

Not I: 2000’li yılların başında, içerden biri olarak, ilk elden bilgi alıp değerlendirme yapmak isteyenleri düşünerek yazdığım bu yazı, hayli “dinlendikten” sonra, istirahatten mesaiye geçme fırsatı İnsicam dergisi sayesinde bulmuş oluyor.

Elbette günümüzü, ülke ve camia adına yeniden bir tahlile ihtiyaç var. Özellikle postmodernitenin dünyanın tek ritme indirgediği son yirmi yılın sosyolojik alt yapılı tahlili önemli olacaktır.

Not II: Unutulmuş isimler olabilir, peşinen özür beyan ederim. Eksiklik ve nisyanımız malum ancak kasıt zinhar olamaz.