O zamanlar, altyapı, beste, güfte, sound gibi müziği oluşturan ana unsurlara itiraz ve eleştiriler yapılmamakta, yapılsa dahi bunlar müziği gerçekten bilen çok az sayıda kişiden gelmekteydi.
Abdülbaki KÖMÜR

İslamcı kesimin müzik olgusuyla ciddi bir biçimde ilgilenişi, yaklaşık 80 yılların öncesine dayanmakta. İlk olarak bant tiyatrolarında rastladığımız ezgiler, kısa bir süre sonra kaset haline gelerek yeni bir akım başlatılmış oldu.
80’li yılları her yönüyle göz önüne getirmeden salt “müzik” değerlendirmesi yapmak, “İslami müzik” diye nitelendirilen müziğin ortaya çıkışını, beslendiği kaynakları ve bugün geldiği son noktayı sağlıklı değerlendirmek mümkün değildir. 12 Eylül darbesine kadar ciddi anlamda bir İslamcı gençlik hatta İslamcı kesim yoktu… İslamcı denilebilecekler, hala “sağcı”lık yelpazesinin biraz yeşile çalan kesimini oluşturuyordu.
İhtilalin ardından sağcı-solcu nitelemesinin ötesinde bir kimlik oluşturmaya çalışan İslamcı kesim, “sermaye-siyaset-sanat” alanlarıyla ciddi şekilde ilgilenmeye başladı. İlk ciddi tiyatro çalışması olan, Ulvi Alacakaptan’la birlikte Çağrı Sahnesi’nin ortaya koyduğu “İnsanlar ve Soytarılar”, İslami kesimin sermaye-siyaset-sanat ilgisinin bir tezahürü idi. Bu oyun, yarı müzikal bir oyundu. Oyunun, izleyiciler nezdinde rağbet görmesi üzerine aralarına konuyu destekler mahiyette müzik eserlerinin serpiştirildiği bant tiyatroları üretilmeye başlandı. Ardından da sırasıyla “Santa”, “Andolsun”, “Çağıltı” gibi tamamı müzikal eserler piyasaya sürüldü.
İlk eserlerin piyasaya çıkışı gerek içeriden gerekse dışarıdan olumlu/olumsuz tepkilerle karşılandı. İlk eserlere içeriden gelen tepkiler, genellikle iki noktada odaklanıyordu, ilk olarak; eskiden beri gösterilen geleneksel reflekslerdi, “müzik haram, müzik yapanlar da münafık, fasıktır ve enstrüman kullanımı caiz değildir” şeklindeydi. Diğer eleştiriyi yapanlar ise müziği kabul etmekle beraber, icrasının enstrümansız gerçekleştirilmesi veya eğer enstrüman kullanılacaksa bunların sadece tef, bendir gibi ritm sazlar ve ney olabileceği görüşündeydi. Bu iki tepkinin ötesinde, yapılan müzikler, ondan yeni yeni haberdar olmaya başlayan İslami kesimce, biraz merakla, biraz temkinle, biraz da ümitle takip edilmeye başlanmıştı.
Dışarıdan gelen tepkiler ise bugün dahi olduğu gibi ya görmezden gelmek ya da müzikalitesi ve muhtevasıyla ilgili küçümsenerek, saldırı malzemesi olarak kullanma şeklindeydi.
O zamanlar, altyapı, beste, güfte, sound gibi müziği oluşturan ana unsurlara itiraz ve eleştiriler yapılmamakta, yapılsa dahi bunlar müziği gerçekten bilen çok az sayıda kişiden gelmekteydi. Bunun ötesinde bu tarz müzik yapan ve icra eden gençler açısından ilk defa stüdyoda çalışmak, alışılmış ve bildik çevrelerin dışındaki insanlarla muhatap olmak gibi mecburiyetler, belli başlı zorluklardı. Maddi yetersizlikler de enstrüman kullanımını sınırlı hale getiriyordu. Ucuz ve fonksiyonel olması sebebiyle özellikle org ilk dönemde bıkkınlık verecek kadar fazla kullanılıyordu.
İlk eserleri bestesi, güftesi, aranje ve icrasıyla beraber ortaya koyan sanatçıların müzik kalitesi ve tekniği ile ilgili çok fazla bilgisi olmamakla beraber “Neden müzik?” sorusuna cevap bulabilecek müzik mantalitesine sahip oldukları bir gerçekti. Yani ne yaptığını, neden yaptığını ya da yapması gerektiğini biliyor; nasıl, ne şekilde yapması gerektiğini tam olarak bilemiyorlardı denilebilir. Bunu zamanla öğrendiler. Çünkü yüzme bilmeden denize itilmişlerdi bir kere…
“Hayat; inanmak ve inandığınız gibi yaşamaktan ibarettir. Bir insanın hayat boyunca yapmış olduğu tüm tercihler, davranış, tutum ve kanaatler inandıklarıyla paralel olmalıdır. Bu subjektif olmayı gerektirse bile… İnandığınız değerler, nasıl ki yediğiniz yiyecekleri, giydiğiniz kıyafetleri, kullandığınız kelimeleri, konuşma tarzınızı belirliyorsa ürettiğiniz ve dinlediğiniz müzikleri de belirlemeli. Bir sanatçı, insanın başıboş bırakılmadığını bilerek var edilmesiyle birlikte sorumluluklarının başladığına inanmışsa, sanatın bağımsız olduğu, ideoloji ve inançların tesirinde olmaması gerektiğini düşünemez. O sanatı, “insanın kemale ulaşmak için sarf ettiği tüm çabalar” diye tarif edecek ve anlayacaktır. İnsanın düşüncesine, davranışlarına, hayatının herhangi bir boşluğuna en ufak bir katkısı olmayan, insan tabiatıyla uyuşmayan bir eylemin sanat olamayacağını bilir. Bir müslüman, yaptığı her şeyde olduğu gibi sanatında da Allah ile olan ilişkisini gözetmek zorundadır şüphesiz.” düşüncesi, bu yeni müzik tarzının dayandığı temel ilkelerdi.
Bulanık, engebeli ve bol virajlı yollardan bir kavşak noktasına gelen İslami gençlik, kendine “İslamcı” vasfını kazandıran yol tercihini yaparken ortaya çıkan bu müzik türü, biraz da bu kimlik farklılaşmasını ilan etmek için kendisine ait slogan, mesaj ve kavramları (şehid, iman, cihad, Filistin gibi) şiddetle vurgulamıştır. Vurgulamak zorundaydı da zaten. Bu yeni kimlikteki gençlerin müzik gibi netameli bir alanda kabul görebilmeleri için diğer müzik çalışmalarından farklı olmak gibi bir mecburiyetleri vardı. İşte bu vurgulu farklılaşmadan kaynaklanan ve bu tarz müziğe getirilen eleştirilerden biri olan “sloganik kalıyor”, “her kesime hitap etmiyor” suçlamasının arka planıydı. Bu sonucu ortaya çıkaran nedenler bilinse, eleştiriler daha sağlıklı olabilirdi.
İlk dönemden itibaren bu yeni tarz müziği adlandırma, tanımlama ve konuşlandırma sorunu yaşandı. Kimileri buna “İslami müzik” dedi. Bu yeni tarz müziğe “İslami müzik” denmesi yanlıştı. Çünkü yapılan işin, yani fiilin, dini olmaz. Failin dini vardır. Fail hangi inanışta ise, hangi din, hukuk, mezhep örfe mensup ise o din, mezhep, ideoloji vs. doğrultusunda fiil icra eder. Dolayısıyla herhangi bir müziğin İslami müzik diye adlandırılması doğru değildi. Ancak dinleyicilerinin bu müzik türünü, efradını camii ağyarını mani olacak şekilde tam tarif edecek isim bulamadıkları için bu şekilde adlandırdıklarına dair hüsn-ü zanla bakmak icap eder.
Yeşil pop adlandırması ise biraz aşağılayıcı bir tonda seslendirilmekteydi. Nitelendirmenin başına getirilen “yeşil” sıfatı, müslüman olduğunu iddia eden bu gençlerin, alışılagelmiş müslüman tiplemesinden farklı bir profile sahip olmasından dolayı (sağcılığı kabul etmeyen, özgürlükçü, her türlü baskı ve zorbalığa direnen, otoriteye başkaldırmış, müslümanca yaşamak taleplerini her platformda çekinmeden dillendirebilen, yönetime talip olmuş, okuyan ve üniversiteli bir gençlik) “yeşil komünist” nitelemesine bir atıf kıvamındaydı. Pop yakıştırması ise her şeyden önce bir yaşama biçimini temsil eder, Amerikan tarzı bir yaşama biçimini. Bu tarz müzik sanatçılarının pop kültürüyle uzaktan yakından bir alakası yoktu hâlbuki. Müslüman olduğunu şiddetle vurguluyor ve müslümanca yaşamaya dikkat etmekteydiler. Popçu diye adlandırılmaları çok büyük zulümdü. Yeşil pop adlandırması, önce “içeriden” geldi. Mezkûr müzikleri dinlemediklerini, Bob Dylan, Pink Floyd ya da geleneğimizin sanat müziğini tercih ettiklerini sık sık gündeme getirmekten haz duyan bazı “entelektüeller”, bu ifadeyi büyük bir keyifle kullandılar. “Dışarıda” da bu adlandırma büyük ilgi gördü. “Aman ne güzel, onlar da hem bizim yaşam tarzımıza özeniyorlar hem de beceremiyorlar” psikolojisiyle epey neşeli haberler yaptılar.
İşte bu dönemdeki tüm tanım ve adlandırma gayretleri neticesiz kaldı. Her ne kadar tanımlamak için tam karşılık gelmese de “Ezgi” ifadesi, daha çok kabullenildi ve bu müzik tarzının yazgısı oldu.
İlk dönem sloganik olduğu şeklinde eleştirilere muhatap olsa da yoğun bir mesaj kaygısı taşıyan temalar, İslami duyarlılığı daha doğrudan yansıtmaktaydı. Ancak bir süre sonra daha “yumuşak” sözler altyapıdaki çeşitlilikle birlikte hâkimiyet sağladı. Bu süreci İslamcılığın sosyo-kültürel gelişimi ve değişimi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Burada yine başta “3 S” ile sembolize ettiğimiz “sanat-siyaset-sermaye” üçgeninin köşelerinin birbirleriyle olan irtibatlarının devam ettiği göz ardı edilmemelidir. Müslümanların her alandaki gelişme ve değişim süreçleri, sanat alanında da bariz bir şekilde görülmektedir. Siyaset alanındaki “yumuşak” politikalar, sanatın muhtevasında yumuşamayı, sermayenin yükselen grafiği ise teknik altyapının zenginleşmesini getirmiştir.
Zaman içinde her sanatçı kendi tarzını belirledi, hem muhteva hem teknik açıdan gelişmeler kaydedildi. Ancak bu müzik tarzını değerlendirirken, değişkenleri nazarı itibara alıp değişmezlerini göz ardı etmek haksızlık olur:
-Asla eğlence sektörünün figürü olmadılar.
-Evrensel bakış açısını kaybetmediler (ümmet bilinci).
-Muhteva açısından, (çok küçük istisnalar hariç) sanatsal açıdan bayağılığa prim vermediler.
Bu yeni müzik akımına getirilen eleştirilerden biri de sosyal sorunlara olan ilgisizliğiydi. Yaşanılan sosyal çevrede herkesi ilgilendiren ve daha çok sol eğilimli müzik gruplarının yer verdiği temalara yer verilmeyişinin sebepleri sorgulandı doğal olarak.
Aslında bu eleştiri haklı bir eleştiri değildi. Evet özellikle müslümanlar üzerinde yoğunlaşan zulümler (içerde ve dışarda) dile getirildi. Bosna, Filistin, Afganistan, başörtüsü, zulme uğrayan çocuklar, Başbağlar gibi konular dile getirildi. Ancak bunları dile getiren sanatçıların televizyonlarda, gazetelerde görünememeleri sebebiyledir ki geniş kitleler üzerinde etkili olma şansı pek olmadı. Ama kastedilen sosyal içerik, ezilen işçiler, emekliler, sömürülen kadınlar, çocuklar vs. ise doğrusu, sanatçıların bu konulara kayıtsız oluşlarından ziyade öncelik veremeyişleridir. Çünkü yıllardır müzik dili ile anlatılamamış bir sürü mesele birikmişken bunların hepsini bir çırpıda dile getirmek zaten mümkün değildi. Öncelik sırasına göre aktarılmaya çalışıldı.
Genel anlamda sanatın, dar anlamıyla müziğin bir müslüman sanatçı açısından ne ifade ettiği meselesi, sanatçıların hayata bakış açılarıyla anlam kazanır.