Erguvanname ile Şehir ve Medeniyet

İnsan, kültür ve bilgi birikimiyle bir şehri imar etmektedir. Yani şehre baktığınızda tarihle, kültürle, maddi ve manevi bir ruhla karşı karşıyasınızdır. İnsana anlam katan tüm özellikler içinde yaşadığımız mekânların bizzat kendilerinde vardır.

Hatice BALİN

Uzm. Sosyolog

İnsanın zihni mekân odaklı düşünmeye alışıktır. Osmanlı döneminde yapı yol vs. gibi yerler inşa edilirken, yeryüzü, toprak ve zemin uygunluğuna bakılırdı. Sadece bununla kalmayıp, komşuluk bilincine riayet edilerek mahremiyete uygun olarak evler inşa edilirdi. Kendi medeniyetimize göre inşa edilen mekânlar, o dönemin şehrin yapısını, kültürünü, siyasi ve sosyo ekonomik durumunu da yansıtmaktaydı. Böylelikle o dönemin mimarisi, şehrin yapısı, geçmiş ile gelecek arasında bağ kurmamızı sağlardı.  İnsan mekân odaklı düşünüp bir şehri imar ederken bu algı biçiminin değişmesiyle İstanbul’la kurduğumuz ilişki giderek zayıfladı ve küçüldü. Böylece gündelik koşuşturmanın içinde fark edemediğimiz güzellikler elimizden kayıp gitti ve halen kaybolmaya devam etmektedir. İstanbul’un kalbine saplanmışçasına yükselen gökdelenler nefes almamızı engelliyor. Bu yaşam biçimi doğal olarak içerisinde yaşayan biz insanları da etkiliyor. Modernleşmenin rüzgârına kapılan kapitalist rantların inşaat sektöründe hızlı bir şekilde ilerlemesi sonucunda İstanbul kendine has tarihsel dokusunu kaybetmiştir. Hayatı boyunca İstanbul’a yapılan bu tahribata karşı mücadele eden mütefekkir Akif Emre bu durumu “İstanbul’u Yeniden Düşünmek ve Erguvanname” eserinde çok güzel özetlemiştir:

İstanbul denilince akla gelen tarihi yarım adadaki kubbelerin, minarelerin ufku doldurduğu emsalsiz silüetle pek barışık olmayan çevrelerde nükseden gökdelen tutkusunun bu şehre ve topluma giydirilmek istenen modern görüntü ile uygun yeni bir vitrin oluşturma çabalarının ürünü olduğu fark ediliyordu.

Burada Akif Emre’nin bizlere vurguladığı şekilde İstanbul’un gökdelenlerle modernleştirilen yeni imajının aslında şehrin kendine has İslami karakterinin geriye itilme çabasıdır. Şehrin görüntüsünün sekülerleştirilmeye çalışılması projesinden bağımsız olmadığı aşikârdır. Tıpkı Karaköy sahilinde görüntüsüyle şehrimizin eşsiz mimari eseri olan tarihi İstanbul’un sur dışında inşa edilen en büyük cami özelliğiyle bilinen, 1826’da ibadete açılmış Nusretiye Camii’nin önüne Galataport’un inşa edilerek caminin görüntüsü engellenmiş ve İstanbul’un asıl siluetinin ortadan kalkmasına neden olmuştur. Cami, şehrin manevi kimliğini ortaya koyarken, Galataport ise bir alışveriş merkezi olarak seküler hayatın tüketim toplumunun özelliğini şehre yansıtmaktadır. Michel De Certeau, Lefebvre ve Foucault’un gündelik yaşamda mekân sosyolojisinde ele aldığı gibi “insan mekânı üretirken mekânda insanı üretmektedir.” Yani bulunduğumuz mekânların üzerimizde büyük tesiri bulunmaktadır. Şehrin içindeki insanlar bu mekânlarda dolaşırken, yürürken, yaşarken mekânı deneyimlerler. Aynı zamanda bu deneyimleme sonucunda insanlar yaşadıkları mekân ile bütünleşerek o mekânın ruhuna göre de yaşamaya başlar. 

İnsan, kültür ve bilgi birikimiyle bir şehri imar etmektedir. Yani şehre baktığınızda tarihle, kültürle, maddi ve manevi bir ruhla karşı karşıyasınızdır. İnsana anlam katan tüm özellikler içinde yaşadığımız mekânların bizzat kendilerinde vardır. İstanbul, kendi içinde dönüşen mekânlarıyla bir çelişkiler yumağı haline gelmektedir. Şehrin kendisiyle kurduğumuz ilişkinin ne olduğunu görmek için elbette en başta bizim üzerimizdeki çelişkilerden bunu görebiliriz. Şehir, bir organizma gibi canlıdır. Bu canlılığını kendi içinde barındırdığı, ürettiği mekânlar ile gösterir. Atalarımızdan bize kalan kültürel mirası şehrin hafızasında bir yara açarak hunharca yok ettik. İslam medeniyetinin en önemli zenginlikleri olan mimari eserlerde bundan nasibini aldı. Akif Emre’ye göre, “İstanbul modern görünümlü bir şehir olarak silüeti değiştirilse dahi şehir kuran medeniyetin varisleri olarak medeniyetin ruhuna sahip çıkılması gerektiğini belirtir.” Ona göre İstanbul’da yaşamak ile ikamet etmenin bilincini İstanbullulara anlatmak gerekir. Hatta İstanbul’un herhangi yerinden bir taşın oynatılamayacağı dünya görüşünün güzellik ve insanlık anlayışının tüm birikimiyle hesaplaşması gerektiğine de inanır. İstanbul tek başına tarihi birikime sahip bir şehir. Bu şehrin planlanmasını yabancı sermayeye vermenin bu açıdan doğru olmadığını da vurgular.

Kadim bir geçmişe sahip olan İstanbul, yeni bir medeniyete dâhil edilmek için kendi medeniyet birikimlerini, değerlerini ifade eden sembolleri tamamen silinmesi zorunlu görülen bir anlayışa kurban edildi. Batı medeniyetine olan mensubiyetini ispatlamak için tarihi ve kültürel mirasını hiçe sayan zihniyetin, toplumun kimliği ve medeniyete aidiyetliği o toplumu yeni bir medeniyete dâhil etmedeki başarısı tartışılabilir.  Ancak o toplumun varoluş bilincini ve özgüvenini parçaladığı kesindir. İslam coğrafyasındaki Müslümanların medeniyet idrakini yok etmek ve bu zihinsel dönüşümü gerçekleştirmek isteyenler öncelikle tarihi ve kültürel mirası tahrip ederek sömürdüler. Akif Emre, eserinde bize kendi medeniyetimize dair değerlerin korunması ve genç kuşağa aktarılması hususunda çaba sarf etmemizi istiyor. Aslında ümmetin sorunu olarak gördüğü değişimin Müslüman kimliğine de zarar verdiğini belirtiyor. Bunun için bize İstanbul’un özelinde bir reçetede sunuyor.

 “Tarih bilgisiyle İstanbul’un yeniden keşfi, tarih bilinciyle İstanbul’un yeniden fethi gerekiyor. Bir medeniyetin müzeleşmesi o kültürün, medeniyetin ölmüş olduğunun göstergesidir. İstanbul’un bu şekilde bir müzeleşmeye konu olmaması için yapısal olarak bu şehre sahip olunması ve bunu destekleyecek bilgi ve birikime sahip insanlar olunması gerekmektedir.”

Reçetenin asıl ilacının kişinin bulunduğu mekâna, yapıya, medeniyete ait olma duygusunun var olması. Aidiyet duygusunu yok eden her türlü davranış ve düşünce biçiminin bağları zayıflatarak kopardığını düşünür. Kültür bağının kopmasının aidiyet duygusunun da tamamen yitirileceğine inanır. Ona göre yıkılan onca güzelliğin ardından bize kalanlara baktığımızda bile övülmeye değer olan bir şehir İstanbul. Bu değere eşlik eden hüznü ise kitabın her satırında görmek mümkün. “İstanbul artık, bozgunda fetih düşünün bile görülmediği, yaşadığı çözülme ile birlikte acılar veren bir şehir…”

İstanbul’un eşsiz güzelliğini medeniyetimize uymayan yapıları eleştiriyordu. Düşünüldüğünde haksız da sayılmaz. Beton yığınların içlerinde biz de çok şeyi yitirdik. Yaşadığımız bu şehir de ruhumuzda mekânlar gibi betonlaştı. Güzellikleri göremez olduk. Mekânlarımız artık önceki yıllarda var olan mekânlar değil kapitalist sermayenin soğuk görünümlü lego gibi üst üste dizilen binalarıydı. Bu binaların içinde ölümü hatırlamaz olduk. Fani olup bu diyarlardan göçeceğimiz günü unutuverdik. Materyalist dünyevileşen duygularımızla, bu şehirde zamanın nasıl geçtiğini bilemez olduk. Her şeyi aniden yaşar olduk. Bu yeniden üretilen dünyada ölümü hatırlatan hiçbir şey yok. Haz merkezli yaşamın kölesi olduk. Aniden çat kapı gelince ölüm, boğazımız düğüm düğüm oldu. Oysa Akif Emre’ye göre huzur bulacağımız maneviyatımızı diri tutacak mekânların olması gerekiyordu. Bu mekânlar bize geçmişi hatırlatmalı, içinde yaşanmışlığın olduğu mekânlar medeniyetimizi yansıtmalıydı.

Akif Emre eserinde şehir ve medeniyet bağlamında mekânı İstanbul özelinden anlatırken yaşanılan olumsuz değişimin insanlara neler kaybettirdiğini vurgular. Ancak kitabının son bölümünde İstanbul’un baharını şiir gibi anlatır. Boğazda boynuna kolye takmışçasına Erguvan ağaçlarının güzelliklerinden bahseder. Aslında bu güzelliğin mekânlara kattığı değeri ve anlamından da bahseder.

“Keşke bahar yorgunluklarına bağlayabilseydim. Baygın ve ölgün duruşumuzu Erguvanların birden gidişine hayıflanabilseydik. İstanbul’un böyledir baharı, bir aşk oluverdi aşinalık, mısraları hala dudaklarımızda dökülüverseydi… Ne bahar yorgunlukları kaldı ne bahar yorgunlukları kadar duyuşlar…

Ama yorgunuz… Yorgunluklar kaldı bir.”

Akif Emre bahar yorgunluğundan bahsederken bu bölümde Müslümanlara hitaben bir öz eleştiri yapar. Batılı kavramlar ile meselelere bakmamamız gerektiğini Müslüman duyarlılıkla hayata bakmamız ve yaşamamız gerektiğini, söyler. Problemlerimizi konuşmayı da siyasi iktidara eleştirilerini de Müslümanca ve daima kendi kelimelerimizle yaptı. Ona göre;

“Müslüman olmak demek bütün insani erdemleri temsil etmek demektir.” Mü’min olmanın sorumluluğunu hatırlatır. Yorgun olan yüreklerin aslında dirilmesi gerektiğini de vurgular. Bu diriliş ile yaşadığımız her ortamda mümince duruşun, mümince bakışın, mümince yaşantı ve tavır koymanın, basiretin ve takvanın aydınlığının eyleme dönüşmesi gerektiğini söyler. Burada bir betimleme yapmak gerekirse; ömür sermayesinin hızla tükettiğimiz beşer âleminde Erguvan ağacının İstanbul’a kattığı o eşsiz güzelliğin de bir vakit sonra yok olup gideceğini, fanilik tadında bir güzelliğin olduğunu hatırlatır.  Erguvanın İstanbul’a kattığı güzellik ihmal edilecek türden değildi. Çünkü İstanbul tarihe damgasını vuran büyük dönüşümleri tebessümle geçiştirebilmesini herhalde hayatındaki yerine borçlu…

İstanbul’a baharı getiren erguvandır. Erguvan İstanbul’un rengidir. Köklü bir güzellik. Kalıcı bir ruh.

“Erguvanlar apansız gelir.

Ve erguvanlar apansız solar.

Çünkü böyledir İstanbul’un baharı.”

Akif Emre eserin son sayfasında İstanbul’da yok olmaya yüz tutmuş ahşap evlerin varlığından bahseder. Öyle ki ahşap konakların yanı başında açan erguvanların birbiriyle nasıl bütünleştiğini anlatır. Her ikisinin de birbirine hayat verdiğini, dünyaya taparlıktan çok faniliğin estetiğini sergilediğini belirtir. Ve son noktayı koyar. “Tıpkı Müslüman evleri ve şehirleri gibi der.”  Şimdiki rezidanslara, sitelere inat hiç ölmeyecek gibi dünyaya meydan okuyan gücün ve servetin dışa vurumu abidelerden çok, geçiciliği, estetiği, kanaati hatırlatır. Şehrin bu mekânlarla oluşturulan sınıf farklılığına rağmen yoksulla zengin arasındaki aşılamayan devasa duvarlarla örülü değildir. Mahalle kültüründe zenginin de yoksulunda aynı mekânları paylaştığı bir şehir…

Akif Emre ahşap evlerin ve erguvanın bütünlüğünü anlatmaya devam eder. Ahşap evler işlevsel olduğu kadar eklemlenir, yenilebilir. Burada bir benzetme yapar. Ve ahşap evleri hayat tasavvurunda mekânın temsili gibi görür. Dev beton yığınlarının gelecek nesillere hayat tasavvuruna ipotek koyan mekânlar olarak tanımlar. Her şeyin geçici olduğunu hatırlatan Emre’nin tarifiyle “Dinamik Fanilik” hissi ölümü hatırlatarak yaşamaya değer, hayata fırsat hazırlaması gibi. Anı yaşamak ve şükretmek…

Akl-ı selim ile yaklaşarak, kalb-i selim ile huzur bularak zevk-i selim ile hayatını süsleyerek, estetik ve mekânsal çözümleme ile hayat bulur. Geçiciliği hatırlatan güzellik ve onun unutulduğu dünya insana yakışan tevazu ve basitlikle yükselen medeniyetin biçimlendirdiği yaşam tarzı…

Artık sona doğru yaklaşıldığında burada hatırlatıcı bir nasihat vardır.

“Sadece ahşap evler değil, erguvanlarda yanar. Erguvanları yanan bir Boğaziçi gökdelenlerin gölgesinde durgun sudan başka nedir ki? Yarınların kapısına açan bu günün tevazuudur.” 

Rahmetle…