Daha önce ev hayatın merkeziydi ve bütün hareketlilikler bir şekilde evle nihayete ererdi. İnsanlar için dışarısı bir gurbetti, hep yuvaya dönme heyecanı yaşanırdı. Modern hayat evden dışarıya adeta kaçarcasına bir akışı tetikleyen bu yeni mekânlarla, insanları dışarıya bağlarken evi de nesneleştirdi. Böylece ev bir tür otele dönüştürülmüş oldu.
İsa ÖZÇELİK

Eşyayla kurduğu iletişimin cismani boyutu, insanı bir yer ile ilişkili kılar. Bu ilişkisel pozisyonlar farklı mekânsallıkların ortaya çıkmasını sağlar. Kevn kökünden gelen mekân olgusu, insanın var olma biçimine yön verdiği gibi ona varlığı şekillendirme imkânı da oluşturur.
İçtimai bir varlık olan insan, doğada kalıcı olmak ve hayatını idame ettirmek için yoğun bir hareketlilik gösterirken, bu çabaların süreklilik kazanması ve bir anlama kavuşması için güven ve sükûnet merkezi olacak meskenlere ihtiyaç duyar.
İnsanın toplumsal bir varlık oluşunun ilk kurumsal karşılığı, ailenin varlığında tezahür eder. Toplumun en küçük yapı taşı olan aile; kendi özerkliğini temsil eden bir yer olarak yuva, ev ve ocak gibi kelimelerle ifade edilen mekân formunu, kendini sembolize eden kadim bir fenomene dönüştürür. Yuva kavramı, barınma, güvenlik ve iaşe gibi maddi gereksinimleri aşan bir iklim üretir. Sevgi, merhamet, vefa, mahremiyet, dayanışma ve huzurun kaynağı olan ya da böyle olması arzulanan ev ortamı, farklı toplum ve zaman dilimlerinde yapısal farklılıklara sahip olsa da bahsedilen öz hep kendini koruya gelmiştir.
İş hayatı ve ev hayatı şeklinde keskin bir ayrım modern dönemlere kadar çok yaygın değildir. Yerleşik hayata geçen tarım toplumlarında ekim-dikim alanları kısmen farklı bölgelerde olsa da ev-aile ve çalışma ortamlarının varlığı kesin hatlarla bir bölünmüşlüğü ifade etmemektedir. Şehir hayatında ortaya çıkan çarşı, pazar ve zanaatkarlık meslekleri her ne kadar müstakil bir iş ortamı görüntüsü verse de sanayi dönemi sonrası oluşan kırılmanın çok uzağındadır.
Modern dönemlerde insan, artık zamanı ve mekânı doğal akışından bağımsız olarak matematiksel bir anlayışla planlamaktadır. Uzmanlaşmanın yaygınlaşması, iş bölümü ve organizasyon yeteneğinin artması, çok sayıda teknik gelişmenin sağladığı imkânlar, sayısız yeni iş sahaları, fabrikalar, eğitim alanları, sosyal alanlar vs. ortaya çıkarırken evin fonksiyonu, ev içindeki aile bireylerinin rolleri ve hiyerarşisi de değişime uğramaya başlamıştır.
Oteller, kafeler, ışıltılı caddeler, çok işlevli parklar, eğlence yerleri ve bir yaşam merkezi olarak tasarlanan devasa alışveriş merkezi gibi çok sayıda modern mekânlar hayatın akışını tersine çevirmiştir. Daha önce ev hayatın merkeziydi ve bütün hareketlilikler bir şekilde evle nihayete ererdi. İnsanlar için dışarısı bir gurbetti, hep yuvaya dönme heyecanı yaşanırdı. Modern hayat evden dışarıya adeta kaçarcasına bir akışı tetikleyen bu yeni mekânlarla, insanları dışarıya bağlarken evi de nesneleştirdi. Böylece ev bir tür otele dönüştürülmüş oldu.
Modernizm, doğa bilimlerinde kullandığı yöntemi sosyal hayatta da tekrar etmek istediğinde bundan mekânlar ve şehirler de nasibini aldı. Geçmişte genel olarak her bölgenin kendine ait otantik bir dokusu vardı. Modern kentleşme anlayışı, kalıplaşmış tek tip yapılar inşa ederek tüm şehirleri birbirinin kopyası haline getirmeye başladı. Her şey üretilip tüketilen nesnelere dönüştürüldü. Şehir de makinede üretilen bir nesneden farklı değildi. Artık “şehrin” şahsına münhasır bir kimliğinden bahsetmek çok zordu, zira şehre ruh üfleyecek bir odak kalmamıştı.
Küresel kapitalizm dünyanın tüm mega kentlerini aynı fabrikadan çıkmış birer ürüne dönüştürmüştü. Meydanlar, caddeler, alışveriş yerleri, beton yükseltiler, hatta kibrit kutusu gibi yükselen binaların iç dizaynları bile aynıydı. Birbirinden oldukça farklı sosyo kültürel değerlere sahip, farklı coğrafyaların insanları bu absürt durumu çok hızlı bir şekilde kabullenmek zorunda kalmışlardı.
İletişim araçlarının gelişmesi ve özellikle televizyonun evlere girmesiyle küreselleşme olgusu önlenemez bir hal aldı. Ev-aile özdeşliğinden kaynaklanan sevgi, güven, mahremiyet ve dayanışma duygusu, yaşanmakta olan bu yeni süreçle hızla erozyona uğradı. Artık ev ve mahalle hem fiziksel hem de manevi anlamda saldırı altındaydı. Modern eğitim ve iş mekânları, apartmanlaşma ile sembolize edilen yeni kentleşme modelleri, elektronik medya organları ile hayatı kuşatan küresel iletişim ağları vd. gelişmelerin sonucunda dönüşüp yeni bir form alan aile kurumu, eski mahalle kültürünü sürdürebileceği zeminini yitirmişti. Mahalle, en büyük dayanağı olan eski aile kurumunu yitirirken aile de kendini koruyan bir kale olan mahalle olgusundan mahrum kalıyordu. Mahalle kültürü yok olduğunda şehirlerin özgün bir kimlik edinmesi de çok zor oluyordu.
Modernizm, Müslümanların cami merkezli şehirleşme modelini çoktan yıkıma uğratmıştı. Modern kentlerde; merkezinde heykel bulunan bir meydan, şehrin diğer katmanlarına ilham veriyordu. Geçmişte, özellikle ulu-camiler birer külliye olarak hayatın merkezinde yer alır ve etrafında kurulan sosyo-ekonomik yerleşim alanlarını manevi olarak kuşatma altına alırdı. Günümüzde yaşam merkezi olarak inşa edilen AVM’lerde “cami”, kuytu bir köşeye sıkıştırılan “namaz kılma yerine” dönüştürülerek nesneleştirildi.
Modernizme bir tepki ya da onu tamamlayan bir süreç olarak ortaya çıkan “postmodern” dönemde, modernizmin keskinliklerinin törpülendiği öne sürüldü. Artık farklılıklara daha çok yer verilmeli, otantik kültürler kendilerini daha rahat ifade edebilmeliydi. Gelinen süreçte kontrol edilemeyen ve adeta kaos düzeninin hâkim olduğu dev metropoller, bu düşüncenin temel savlarını fiili olarak destekliyordu. Küreselleşme olgusu bir yandan da yerelleşme söylemini piyasaya sürüyordu. Bu ikili anlayış, büyük kentlerde asimetrik yapılaşma, farklılıklara yer açma adına çapraşık kentsel ağlar ve belirsiz bir kimlik üretiyordu.
İçinde bulunduğumuz dijitalleşme süreci, insan-mekân ilişkisini eşi görülmemiş bir alt üst oluşa doğru sürükleme potansiyelini elde etti. İnternet ilk kullanılmaya başlandığında insan hayatında nasıl bir etki oluşturacağı asla öngörülmemiştir.
Benzer yorumlar televizyon için de yapıldı ancak “endüstri 4.0” ya da “toplum 5.0” gibi adlarla nitelenmeye çalışılan yaşamakta olduğumuz varoluşsal kırılma, hayal gücümüzü zorlayacak sonuçlara gebe gözükmekte. Zaten bu dönemi farklı kılan en önemli husus; hayal, rüya ve hakikatin birbirine karışması, somut ve soyut kavramlarının bulanıklaşması ve gerçekle sanal arasındaki farkların her gün biraz daha belirsizleşmesi olarak nitelenmekte.
İnsanoğlu geçmişte de hayal gücüne sahipti. Mitler, efsaneler üretiyor; romanlar yazıp, ütopyalar kurguluyordu. Zamanla dile gelip, yazıya ve resme dökülen bu hayal gücü, televizyon vasıtasıyla ekranlara taşındı. Matbaa, radyo ve televizyonun dönüştürücü gücü kuşkusuz çok yüksekti. Özellikle televizyon kültürünün ev hayatına ve sosyo-kültürel ilişkilere etkisi devasa boyutlara ulaşsa da bunların hiçbirisi dijitalizm kadar kuşatıcı olamamış ve gerçekliği bu denli tehdit edici boyuta ulaşamamıştı.
Şimdilerde “gerçeklik ötesi” tartışmaları, felsefi münazaraları aşarak laboratuvar ortamına taşınıyor, “bilim kurgu” hayali bir sanatsal uğraşı olmaktan öte teknolojik tasarımın, bilimsel çalışmaların bir parçası olarak değer görüyor. “Sanal gerçeklik” kavramı, gerçekliğin karşıtı olan bir hayal alemi değil, bir gerçeklik türü olarak, hakikatin bir parçası olarak geleneksel gerçeklik algılarımıza meydan okuyor.
Televizyon evimizin içinde yeni bir ev inşa etmişti. Evimizden dünyaya açılan bir pencere gibiydi. “O da (televizyon) bizi görecek mi?” cümlesi bir zamanlar ancak şaka yapmak için kullanılırdı. Web 2.0 ile birlikte internet, birbirimizle iletişim kurup, onun da bizi görmesini sağladı. Web 3.0 aşamasında ise yapay zekâ destekli internet, silikon yazılım formuyla, ıslak yazılım (insan) ilişkisini çok daha karmaşık bir hale sokmuş görünüyor.
İnsanlık tarihinde yer alan göçler, yeni medeniyetlerin oluşumunda çok önemli işlevler görmüştür. Kurulan bu medeniyetler kendini en görkemli şekilde ifade etmenin bir aracı olarak özgün şehirler inşa etmişlerdir. Konunun uzmanları medeniyetlerin inşa ettiği şehirler olduğu gibi şehirlerin kurduğu medeniyetlerden de bahsetmektedir. Aslında şehirler, geçmiş, gelecek ve tüm medeniyetlerin birikimleri arasında akışı sağlayan mekanlardır.
Günümüzde şehirlerin bu tarihi misyonu ciddi sarsıntı geçirmektedir. Zira, dijitalizm coğrafi bir mekân ve belirli zaman dilimlerine hapsolmuş yapıları tarumar edecek “en büyük göçün” startını çoktan vermiş bulunmaktadır. Dijitalizm Medeniyeti (!) yeni şehirler kurmayı da aşarak yeni bir dünya (sanal dünya) kurma peşindedir. Ne yazık ki yeni bir dünya kurma hedefi de dijitalizm fırtınasını dindirecek bir gaye olmanın çok uzağındadır. Daha şimdiden bu dünyanın sınırları çok dar gelmeye başlamıştır. İlk etapta mevcut dünyayı sanal ortamda simüle etmek çığır açıcı gibi gözükse de bu tür taklitçi senaryolar bir geçiş evresi olarak görülmelidir. Artık yeni hedef fiziksel evrenin ötesine geçmektir. “Metaverse” yani evren ötesi hayaline ulaşmak için insanlar bu mecraya akın akın göç etmeye başlamaktadır. Metaverse diğer bir anlamı ile öte dünya-evren yani “ahiret” inancını çağrıştırmaktadır. Aslında dijitalizm tüm insanlığa varoluşsal bir meydan okumaya dönüşmüştür.
Henüz sürecin çok başlarında bir yerlerde bulunuyoruz, hâlâ fiziki mekânlar ve biyolojik gerçekliklerimiz hayatın akışını domine eden başat unsurlardandır ama ekonomiden sanata, eğlenceden iletişime kadar çok sayıda alanda, daha şimdiden sanal ortamın gerçeğe dönüştüğünü de gün be gün müşahede ediyoruz. Sosyal medyada geçirdiğimiz vakitler, dostlarımızla kurduğumuz fiziki iletişim sürelerini fazlasıyla geçiyor. Akıllı telefonla birlikte olduğumuz süre zarfında zaman ve mekânı mobilize etme gücü her geçen gün ona doğru kayıyor.
Nesnelerin interneti teknolojisi tam anlamıyla devreye girdiğinde; insan-eşya iletişimi, insan-mekân ve şehir ilişkisi, insanın ev-mekân-şehir planlamasındaki merkezi konumu hepten tartışılmaya açılacaktır.
Artırılmış gerçeklik, hologram teknolojisi, giyilebilir teknoloji, VR gözlükleri, tat, koku ve dokunma hissi aparatları, beyin-makine arayüzleri, insana eklemlenecek çok sayıda çip ve implant teknolojisi gelişip, biyolojik beslenme yöntemlerinde radikal değişimler gerçekleştikçe insanların sanal dünyaya yönelmesi ve birinci adresin dijital dünya olmakla beraber fiziksel evrenin sanallaşması çokta uzak bir ihtimal değildir. Fütüristler bu noktada durmak istemiyorlar. Elbette onlar, zihnin dijital ortama yüklenerek tamamen fiziksel mekândan kurtulmanın yollarını da bulmanın peşindeler.
Bahsedilen hedeflerin ne kadarına ulaşılabilir bilinmez ama şimdiden sanal dünya gerçekliğinin, ev-aile, mekân ve şehir ilişkilerini temelden sarsmaya başladığı ve yakın gelecekte olumlu ya da olumsuz çok daha köklü dönüşümleri tetikleyeceği aşikâr.