06.02.23’e dair

Seher vaktinin o muazzam güzelliğine gölge düşmüş, acı bir yel esmekte. Binlerce insan ayakta, dışarda, kaçmakta; neden kaçtığını bilmekle beraber nereye kaçtığını bilmeden. Ne büyük âcizlik, çaresizlik!

Azra GÜZEL

Anılarımı koruduğu gibi hayallerimin de merkezinde yer alan memleketimin yıkılışına ve tüm renklerinden soyutlanıp, griye dönüşüne şahitlik ederken. Gözlerimizin hüzne, acıya, korkuya ve özellikle dehşete açılışından bir süre sonra. Yerle bir olmanın hem maddi hem de manevi olarak yaşandığı ilk an 04.17. O anda 18 yılı aşkın zamandır yuvam olan evim ve üzerime hızla düşen gözümden sakındığım kitaplarım çok yabancı bana. Dilimden art arda çıkan tekbirler, sığındığım “Lâ Havle ve Lâ Kuvvete İllâ Billâh (Allah’tan başka hiçbir güç ve dayanak yoktur)” zikri. Fiziki gerçekliklerin, bilimsel açıklamaların anlamını yitirdiği bir ândı. Belirli bir süre atfetmenin, o ânı yaşayanlara büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum.

Seher vaktinin o muazzam güzelliğine gölge düşmüş, acı bir yel esmekte. Binlerce insan ayakta, dışarda, kaçmakta; neden kaçtığını bilmekle beraber nereye kaçtığını bilmeden. Ne büyük âcizlik, çaresizlik! Gözümün çarptığı her göz yaşlı, endişeli; bastığım her yer tozlu. Kalpleri titreten o sarsıntı bittiğinde bazı yazgılar tamamlandı, bazı nefesler betonların arasına sıkıştı. Binaların da bir kısmı çöktü. Bir kısmı diyorum çünkü asıl yıkım, 13:24’teki ikinci depremi bekliyordu. Şehrin silüetini tamamen değiştirecek olan, daha dehşetli, yaşanılan her şeyi zerresine kadar hatırlatacak o sarsıntıyı bekliyordu.

İlk sarsıntının oluşturduğu şok, kısa sürdü. Oteller yıkılmış, yeni yapılan sitelerden çökenler olmuştu. Hatta üç yıl kadar önceki Elâzığ merkezli depremden dolayı hasar görüp restorasyonuna başlanan, cemaatine çok yeni kavuşan Yeni Camii’miz, aynı kaderi yaşayarak daha korkunç bir yıkıma uğramıştı. Ama insanlar kendindeydi, yardım edebilecek olan hemen herkes sahadaydı. Sosyal medyanın aksine, farklılıkların tamamen ortadan kalktığı, kardeşliğin, birlik olmanın ancak bu kadar görünür olduğu kıymetli bir ortam vardı. Enkazlara yardıma gelen ekiplere halk da yardım ediyor, yemek çadırları kuruluyordu. Herkes bir şekilde yardım çemberine dahil olma gayretindeydi. Tâ ki enkazın üzerindeki çalışma ekibinin de artık enkaz altında kaldığı âna dek. Binaların sağlı sollu yıkılışına şahitlik edenler, binaların yıkılışından oluşan toz sebebiyle iki metre önünü göremeyenler… Seslerin, nefeslerin, umutların toz toprakla birlikte gökyüzüne yükselişi. İnsanlar yalın ayak, kendi derdinde, korku ve dehşet içinde bağırarak kaçmakta. Annelerin, gözlerinin nuru olan çocuklarını can havliyle unutuşuna şahitliğim, kıyametin kopuşunu anlatan ayetleri canlı canlı getirdi gözümün önüne. Sarsıntılara ek gökyüzünden lapa lapa kar yağmaya başladı. Yeryüzü de gökyüzü de kendisini boşaltıyordu, ağırlıklarından kurtulmak istercesine. Bizim medeniyetimizde yağmur/kar, hep rahmettir. Her bir damlanın ahdi, tazedir. O tazeliğin bize de yardım etmesini dileyerek; bunca toza dumana, bunca korkuya, acıya rahmet olması ümidiyle Efendimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- yağmur için yaptığı duayı lapa lapa yağan kar karşısında bir rahmet vesilesi olsun diye tekrar tekrar okudu dilim: “Allahumme sayyiben nâfian (Allah’ım bu yağmakta olanı/yağmuru hakkımızda faydalı kıl)”.

Evet bu deprem Malatya’yı birbirine katmıştı. Şehir, koca bir cenazeye dönmüştü. “Merasim” diyemiyorum çünkü cenazeyi kaldıracak kimse yoktu. O ağır felaketten sonra kendilerine yeni bir hayat bahşedilen, şükür ehlinden olmaları için çağrılan, Allah’ın nimetine gark olan kimseler de şehri boşaltmaktaydı olabildiğince. Veda etmeden, çokça gürültülü, ağır bir hüzünle ama terk etmeden, geri dönmek üzere.

Depremin ilk gecesi; tahtadan yapılmış, tek katlı, bir düğün salonunun kafesinde oturuyoruz. İçeride odun sobası yanıyor, 100 küsür insan beraber bekliyoruz. Tipi var, yollar kapalı, gelen/gelebilen yok. Ama enkaz altında, yanında beklemiyoruz; ne kadar güvende olunabilirse o kadar güvendeyiz, Mülkün Sahibi’ne çokça şükür.

Gece 2-3 suları, bilinmezi bekleyiş sürüyor. Yarım saatte bir kendini gösteren artçılara hafif bir alışkanlık göstermiş bilinçlerimiz ya da öyle olduğunu sanmışız. Gözlerim tam yavaştan kapanmaya başlarken iyi şiddette bir artçı herkesi ayaklandırıyor. Üç dört derken şiddeti yüksek artçılar devam ediyor aynı döngüyü yaşatmaya; sakinlik, sarsıntının bittiğine dair inanç, uykuya bir adım, sarsıntı, âni sıçrayışlar, katlanan korku, kargaşa… Her umuda sarılışında tekrar yerle bir olman, dakikalar boyunca sürekli umutlu olmakla pes etmek/ye’se düşmek arasında gidip gelmen. Artık dualarımın yerini, sinir sistemimin altüst olmasıyla bir sitem almıştı: “Rabbim ne zaman bitecek, yeter, lütfen n’olur bitsin artık!” Dışarı çıktım, hiç durmadan ve her anımıza şahitlik ederek yağan kara bakarken azap/imtihan/rahmet kavramları geldi yine aklıma. Keskin bir soğuk var ama üşüdüğümü hissetmiyorum, soğuğu hissedecek kadar açık değil algılarımız. Aynı zamanda titriyorum, ürperiyorum; ye’se düşmüş olmak korkusundan, tevekkülde bulunma samimiyetini gösterememek ve haddi aşmış olmak sebeplerinden. Enfâl Sûresi’ndeki, “Halbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.” ayetini (33) düşünerek tekrar zikirlerime, dualarıma döndüm.

Günler sonra, şehir merkezinin kapatılmayan yollarından geçerken 06, 23, 33, 34, 63, 65 plakalarını ve Kadıköy, Mudanya, Osmancık, Başakşehir Belediyeleri’nin yardım araçlarını gördük. İHH yardım deposunda bir işin ucundan tutmaya çalışırken Kars’tan, Artvin’den, Van’dan, İstanbul’dan gelen gönüllülerle tanıştık. Gönderilen yardım paketlerindeki destek notlarına ve özenle içerisine yerleştirilmiş bayrağımıza şahit olduk. Bunlar güzel, hoş, samimi şahitliklerden çok azı. Eş dosttan, arkadaşlarımızdan, hocalarımızdan aldığımız sürekli desteğin yeri çok ayrı, çok kıymetli. Her birinin varlığına çokça şükür.

Ağzımızın tadı büyük bir fâciayla kaçtı. İçimizdeki şenlik yeri, darmadağın. Hiçbir şey eskisi gibi değil, aynı olmayacak da belki; ama iyileştirmek, güzelleştirmek, yeniden imar etmek ve yeni hedefler oluşturmakla sorumluyuz. Kubbe Dağı’ndan içimize çektiğimiz derin, tertemiz nefesler omzumuzda olanca ağırlığıyla. Malatya’mızın kayısı bahçeleri, üzüm bağları, sert akan suyu bizden bir şeyler bekliyor. Yeni bir hayatın bahşedilmiş olmasının kıymetini bilmekle yükümlüyüz. Kıyamet kopsa da elimizdeki fidanı dikmekten, önümüzdeki işi yapmaktan mesûlüz. Allah’ın verdiğine her daim, samimiyetle razı olmak ve Allah’ın rızasını kazanarak en büyük kurtuluşa, bahtiyarlığa erişmek üzere yoldayız.

Depremden günler sonra, her şey olup bittikten ve acılarımız içimize yerleştikten sonra beni derinden sarsan ve cevabını vermekte zorlandığım bir soru var karşımda: “Rabbi razı etmek mi zor yoksa onun katından gelen her şeye rağmen Rab’ten razı olmak mı?”

Benzerinden ve beterinden korunmak duasıyla. Alemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz şükürler olsun.