Deprem Bana Dedi Ki

Gökyüzüne nispet yaparcasına uzayıp giden dikey binalar, içinde oturanlara mezardır artık. Evler insan faktörü göze alınmaksızın bina edilmekte, her şey düşünülmekte ama “burada bir insan oturacak” gerçeği göz ardı edilmektedir. Evler geceleme ve oturma mekanları değil, hayatın ve de kültürün kurulduğu ortamlardır. Medeniyet, evini nereye ve nasıl kurmak gerektiğini bilmektir.

Hüseyin AKIN

Şair-Yazar

Şu ömrüm içerisinde iki deprem yaşadım. Biri 1999 Marmara Depremi, diğeri Kahramanmaraş merkezli art arda gelen iki deprem. Marmara depremine gece yarısı İstanbul’da evde yakalanmıştım. Sinop’tan ayağımın tozuyla eve gelmiş yatağıma yatmaya hazırlandığım bir anda silkelendim. Gayriihtiyari pencereye doğru yaklaşıp perdeyi araladığımda, art arda şimşek ve yağmurla birlikte korkunç bir uğultuyla karşılaşmış ve donup kalmıştım. Çocukları kaptığımız gibi el yordamıyla ne bulduysak üzerimize geçirip kendimizi dışarı atmıştık. Daha merdiven basamaklarını bitirmeden elektrikler kesilmişti. Dışarıdan ağlama ve çığlık sesleri geliyordu. Bir dakika içerisinde sokak bir uçtan diğer uca dolup taşmıştı. Büyük yıkımdan habersizdik. Bu depremde Avcılar’da ablam ve ailesinin yaşadıkları ev sağlı sollu çökmüş iki binanın arasında ufak hasarlarla yıkımdan kurtulmuştu. Avcılar ilçesinde adım başı enkaz vardı. Ertesi gün ablamların mahallesine gittiğimde mahalleyi ve sokağı yerinde bulamamıştım. Birkaç tur attıktan sonra binaların önünde, boş alanda toplanmış insanlar içerisinde tanıdık yüzler sayesinde evin yerini bulabilmiştim. Bu deprem sonrasında Avcılar’da yıkılmayan konutlar bile boşaltılmış çok ucuz fiyatlara satışa çıkarılmıştı. Sokak aralarında dolaşırken sağlam binalar bile çok soğuk geliyordu insana. Mezarlıktan geçiyormuş hissi uyanıyordu. Bir seneye yakın kelepir fiyatına satılan evler müşteri beklemişti. Çok geçmedi, deprem hafızadaki yerini yitirip nisyana terk edildi. Enkazların izinden eser kalmadı. Şehirleri bayındır gösteren yalan Avcılar’ın her köşesinde kendi varlığını hissettirmeye başladı. Memleketin değişik yerlerinde farklı şiddet ve büyüklükte depremler olsa da bunun haber olmanın ötesinde bir karşılığı yoktu. 99 depreminden bugüne zihnimin duvarında asılı kalan çok fotoğraf var. Ama beni en çok etkileyen fotoğraf, bir adamın felçli yaşlı annesini el arabası içerisinde sürükleye sürükleye artçı depremlerden mezarlığa sığınmaya çalışmasıydı. Ölümle hayatın iç içeliğini bu fotoğraftan daha iyi hiçbir şey yansıtamazdı. Depremden korunmak için mezarlığa ve mezara sığınmak!

Kahramanmaraş ve Elbistan merkezli 7.7 ve 7.6’lık iki deprem, İstanbul’ a çok uzak bir yerde meydana gelmişti. Birçok kişi gibi ben de sabahleyin uyandığımda haberlerden öğrenmiştim bu afeti. 11 ili etkisi altına alan deprem, birçok ili yerle bir etmişti. O kadar çok yerde yıkım vardı ki oralardaki tanıdığımız dost, arkadaş, akraba ve tanış kişilerin hangi birinden haber alacağımızı şaşırmış durumdaydık. Bazı acı haberler gelse de onlara inanmak istemiyorduk. Hem daha üç gün evvel telefonda konuşmuştuk, geçen ay Kahramanmaraş’ta oturup çay içmiştik, falancayla çok iyi bir dostluğumuz vardı… Ardı arkası kesilmeyen acı haberler bedenimizi ve de göz bebeğimizi sıyırarak geçiyordu. Bir insanın acı haberini alır almaz önce oturduğu evi sorup soruşturuyor, yapım tarihini falan araştırıp gönlümüzü rahatlatmaya çalışıyorduk. Her ölüm, deprem şiddetindedir; ama depremin ölüme dair şiddeti bambaşkaydı.

Depremin olduğu ilk gün ölüm bizim de hanemize sürünerek geçti. Öğleye doğru Hatay Rezidans sitesine yeni taşınan yeğenim, eşi ve iki çocuğu enkaz altında kalmıştı. Evet, yeğenim ve ailesinin Hatay-Antakya’da oturduğunu biliyorduk, ama oturduğu rezidansın (Rönesans Rezidans) kale gibi sağlam, depreme oldukça dayanıklı bir bina olduğunu biliyorduk. Bölgenin en pahalı, en konforlu ve en sağlam sitesi olarak ünlenmiş bir siteydi burası. Çok geçmeden üç bloktan oluşan 250 daireli sitenin yerle bir olduğu haberi ulaştı. Korkunç enkaza rağmen 1000 kişilik siteden kurtulanların çok olacağı ümidini taşıyorduk. 10 gün boyunca enkazdakilere dair ümidimizi sürdürecek bir haber alamamıştık. Antakya Defne’ye Rönesans Rezidans’in etrafındaki nöbete biz de katıldık. Uçsuz bucaksız bir çaresizlikti gördüğümüz. Sadece enkaz altındakiler değil enkaz üstündekiler de kurtarılmayı bekler gibiydi. Yüzlerce insan gece karanlığında sıfırın altında soğukta battaniyelere sarınmış biçimde beton enkazın altında ölü veya diri yakınlarının çıkarılmasını bekliyordu. Gecenin soğuğunda insanlar arabalarına sokulmuş uyumaya çalışıyordu. Gözün gördüğü her yan çöp yığını. Zeytin ağaçları arasında halkın kendi imkanlarıyla açtıkları derme çatma tuvalet yerleri. Gözyaşları kurumuş anneler, perde gerisinde kimsesiz, tanınmayı bekleyen cenazeler… Avcılarda yakalandıkları depremde mucize eseri kurtulan yeğenim Nur’un yanı sıra polis memuru eşi, 6 ve 9 yaşlarında iki çocuğu Kahramanmaraş merkezli Hatay-Antakya depreminden tam 10 gün sonra enkaz altından çıkarıldılar. Dört canın acısını yüreklere sığdırabilmek hiç kolay değildi. Bu insanlar ne yapmışlardı da bu musibete duçar olmuşlardı? Bu yıkımın sorumlusu kimdi? Daha fazla kazanmak hırsının doğurduğu sorumsuzluk ve lakaytlık diyebiliriz buna. Lakin bu bile tek başına yıkımı anlatmaya yetmiyor. “Başınıza gelen şeyler kendi elinizle yaptıklarınızdan dolayıdır” diyor ayet (Şura: 30). İnsan yapımını da yıkımını da aslında kendisi hazırlayıp organize ediyor. Çürük yapı malzemesi, kaygan zemin ve insan fıtratına aykırı mühendislik, toplumların kendi belalarını aramaları değilse nedir?

99 Marmara depremini fiziki ve fiili olarak yaşadım. Deprem bölgelerini dolaştım. Yıkıntıları gezdim. Deprem bölgesinde yaşanan acıların hikayelerini dinledim. Depremin bende oluşturduğu sarsıntının şiirini yazdım. “Gece Ağır Konuştu” başlıklı şiirimin bir yerinde yöneticilerin ihmalini dile getirmekten kaçınmadım: “Tanrım dedi, örtmeye hiç mecalim kalmadı/ Yeryüzünde açlıktan kan soluyan karayı/ Battı ruhun gemisi, kimsecikler aymadı/ Bir rüya ortasında çileden çıktı uyku/ Sayın Panik ağzından kaçırdı Ankara’yı”.  2023’ün 6 Şubat’ındaki Kahramanmaraş merkezli iki depremi İstanbul’dan hissetmedim, fakat benim gibi milyonlarca insanı derinden sarsan bir deprem oldu. Hem savrulma yaşadık hem enkazda kaldık. Bu depremde kurtulan her yaşta insanın kurtulma ve kurtarılma anları ise başlı başına bir destandı.

Sanayi toplumu modern kentler, huzurlu ve mutlu insanlar değil fazlasıyla kaygıdan evler inşa etti. Gökyüzüne nispet yaparcasına uzayıp giden dikey binalar, içinde oturanlara mezardır artık. Evler insan faktörü göze alınmaksızın bina edilmekte, her şey düşünülmekte ama “burada bir insan oturacak” gerçeği göz ardı edilmektedir. Evler geceleme ve oturma mekanları değil, hayatın ve de kültürün kurulduğu ortamlardır. Medeniyet, evini nereye ve nasıl kurmak gerektiğini bilmektir. Depremlerin yıkımı enkaz kaldırıldıktan sonra da süren bir süreçtir. Koydukları hiçbir şeyi yerinde bulamayan insanların yaşayacakları travma, nesilleri etkileyebilecek bir travmadır. Hiç şüphesiz yıkımın büyüklüğü enkazla değil sosyal, kültürel ve moral değerlerin temelde hasar görmesiyle anlaşılabilir. Yer kendi bünyesinde olup biteni yine kendi üslup ve aksanınca anlatır:

        “İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır.” (Zilzal:4)