Deprem Sonrası Bölge İzlenimleri

Belki de, Anadolu insanının hep ağlayan bir tarafının olduğunu, Anadolu’nun bir acılar yurdu olduğunu, bir gün bu ağıtların son bulacağını ve sonunda mutlu olacağını umut eden iç sesimdi bu türkü. Bizim bu yolculuğumuz da ağlayan yanımıza derin ve ağır bir ekleme yapılmasının ardından, bir ağıt yolculuğuydu âdeta. Şimdi iyice sonuna geldiğimiz bu yolda, göreceğimiz ve tanık olacağımız ürkünç görüntüler nedeniyle, tekerlerimiz geri geri gidiyordu sanki.

Necip EVLİCE

Her zaman beklediğim, Maraş’ta dostlarla, yetkililerle sohbetlerimde sık sık konu ettiğim, yakınlarımı sık sık uyardığım, büyük yıkıma ve ölümlere neden olacağından endişe ettiğim beklenen deprem, maalesef 6 Şubat 2023’te 04:17’de gerçekleşmişti. Büyüklüğü 7.7’ydi. Sabah 06:30 sırasında öğrendiğimde, içimden bir “Eyvah!” sesi yükseldi.

Kısa süre sonra “uluslararası yardımı da içeren 4. seviye alarm verildiği açıklandı.” Bu da korkularımı kat kat artırdı. Depremden üç saat sonra bile bölgeden yansıyan bilgiler çok yetersizdi ve sağlıklı değildi.

Bu büyük depremin yarattığı şokla, ilk anlarda ne yapacağımı hiç bilemedim. İstanbul’daydım deprem anında. Sabahtan itibaren sıfır iletişimle bocalayıp durdum. Hemen yola çıkıp Maraş’a gitmemek için kendimi zor tutuyordum. Bir yandan da ilgililerin “Yollara çıkmayın!” uyarısı geliyordu gözlerimin önüne. Televizyonlardan bilgi almaya çalışırken, aradan dokuz saat geçtikten sonra meydana gelen 7.6’lık ikinci deprem, örneği olmayan emsalsiz bir şok daha yaşattı hepimize ve yıkımları iki katına, belki de daha fazlasına çıkardı.

Ancak öğleden sonra bazı yakınlarımla internet üzerinden irtibat kurabildim ve iyi olduklarını öğrenebildim. Bu arada depremin şiddeti daha da belirginleşmiş ve ürkütücü boyutta olduğu anlaşılmıştı. Zarar görmeyen ve bir zorunluluğu olmayan yakınlarıma ilk söylediğim şey şu oldu: “Bir an önce Maraş’ı terk edin. Sizler terk edin ki, zarar görenlere daha kolay erişilebilsin ve yardım edilebilsin.” Kardeşlerim bunu göze alamadılar. Yeğenlerim deprem bölgesinde kurtarma ve yardım faaliyetlerinde bulunuyorlardı.

Maraş’a ve Adıyaman’a ilk gün gidebilen kurtarma ekibi olmadı denebilir. Her ne kadar yollarda sıkıntılarla da karşılaşsalar, Maraş’tan ilk ayrılanlar kendilerini emniyete almış oldular. İlk günün ardından, artık isteseniz de Maraş’tan ayrılamaz oldunuz ve Maraş âdeta bir hapishaneye döndü. Çünkü yakıt yoktu, ulaşım yoktu, hava şartları çok kötüydü. Ve Maraş denen bu hapishanedeki mahkûmların binlercesi ölmüş, binlercesi de enkaz altında ölmeyi/kurtarılmayı bekliyordu. Durum tam bir trajediye dönüşmüştü.

Üç gün boyunca evden hiç çıkamadım. Televizyon kanallarının karşısında ürpererek, ağlayarak, hırslanarak, inleyerek, çaresizce olanları izledim durdum. İnsanın ne kadar çaresiz olduğu, bu gibi durumlarda daha net anlaşılıyor.

Dördüncü gün, kız kardeşlerimden birinin ve yeğenlerimin şehirden çıkmaları mümkün olabildi. Ben de İstanbul’dan Ankara’ya doğru aynı gün yola çıktım. Dördüncü günde bile yurt dışından kara yoluyla gelen kurtarma ekiplerinin konvoyuna rastlıyordum. Turuncu renkli araçlarıyla uzun bir konvoy oluşturan Ukrayna ekibi, bunlardan biriydi. Sonra diğer kız kardeşimin ve yeğenlerimin Ankara’ya gelmelerinin yollarını aramaya başladık. Ancak onuncu günde yola çıkmalarını sağlayabildik. Ankara’ya geldiklerinde hepsi perişan haldeydi. Oralarda, çadırlarda, arabalarında ya da enkaz başında yaşam savaşı veren insanların hallerini düşünemiyordum bile.

İlk günden beri gitmek istediğim ama bir türlü nasıl yapacağıma karar veremediğim yolculuğun gerçekleşeceği bir durum ortaya çıktı nihayet. Tarık Tufan dostumuzun akıl edip kurduğu “Deprem Bölgesindeki Edebiyatçılarla Dayanışma” adındaki Whatsapp grubunun bir sonucu olarak İstanbul’dan Müstakim Haksal, Şakir Kurtulmuş, Mustafa Özel; eşten dosttan toplanan yardımları ihtiyaç malzemelerine çevirecekler, yanlarına da bir miktar nakit alıp yola çıkacaklardı. Ankara’dan da Maraş’tan dün gelen yeğenim Ömer’le ben katılacak ve Kahramanmaraş’a doğru yola çıkacaktık.

***

Depremin on birinci günü, 17 Şubat 2023 Perşembe ikindi vakti, İstanbul’dan gelen arkadaşlarla Ankara’da buluştuk ve Kayseri’ye doğru yola devam ettik. Gece Kayseri’de bir arkadaşın evinde konakladık. Arkadaşımızın evinin olduğu bölgedeki sık ve yüksek yapılar hepimizi ürpertti. Allah göstermesin, bir deprem olması halinde neler olacağını hayal bile edemedik.

Sabah, gün doğumuyla beraber Maraş’a doğru yola çıktık. Kayseri’den Pınarbaşı’na doğru giderken, her zaman olduğu gibi, sağ tarafımızda bütün heybetiyle Erciyes’i gayet net görebiliyoruz. Yavaşlıyorum ve arkadaşlar fotoğraf çekiyorlar. Bu yoldan her geçişimde, Erciyes’in büyüklük ve ihtişam duygusu veren bir yanı olduğunu düşünmüşümdür. Gerçekten de muhteşem bir dağ Erciyes.

Bu düz ve uzun yolda ilerlerken, hepimizin yüzünde bir hüzün ve ağlamaklı bir hal var. Konuşmak bile istemiyor canımız. Her zaman, Pınarbaşı’ndan Maraş’a döndüğümüzde yolun bittiğini düşünür ve neşelenirdim. Göksun’a doğru ilerledikçe, o dik ve hırçın yamaçlar, dağlar içime bir neşe, bir huzur salardı.

Niyedir bilmem ama zaman zaman da
“Oy dağlar yalçın dağlar

Dumanı hırçın dağlar

Gün olur devran döner

Ağlayan bayram eyler” türküsünü mırıldanırdım.

Belki de, Anadolu insanının hep ağlayan bir tarafının olduğunu, Anadolu’nun bir acılar yurdu olduğunu, bir gün bu ağıtların son bulacağını ve sonunda mutlu olacağını umut eden iç sesimdi bu türkü. Bizim bu yolculuğumuz da ağlayan yanımıza derin ve ağır bir ekleme yapılmasının ardından, bir ağıt yolculuğuydu âdeta. Şimdi iyice sonuna geldiğimiz bu yolda, göreceğimiz ve tanık olacağımız ürkünç görüntüler nedeniyle, tekerlerimiz geri geri gidiyordu sanki.

Göksun’un girişinde yakıt almak için durduğumuz benzinlikte, etrafımıza baktığımızda, ilk anda algılayamadığımız ama daha ayrıntılı ve dikkatli bakınca, hemen her şeyin depremden nasibini aldığını ve yaralandığını gördük: karşımızdaki caminin minaresinin ucu yıkılmış, duvarları çatlamış, hemen yanındaki evler ha çöktü ha çökecek, ilerdeki barakamsı yapılar bile ezilmiş büzülmüş, yolun karşısındaki birkaç yeni bina yerle bir olmuş, sağında ve solundakiler de oturulamayacak kadar hasar almış. Bu sahneler bile insanın çarpılmasına ve deprem gerçeğiyle sarsılmasına yeterli aslında.

***

Artık Maraş’a geldik sayılır. Bir iki yıl önce açılan tüneller ve viyadükler, Göksun-Maraş arasındaki yolculuğu yarı yarıya kısalttı ve kat be kat kolaylaştırdı. Bu yolun “Edebiyat Yolu” olarak adlandırılması ve Maraş’ın eşsiz değerlerinin, özellikle Yedi Güzel Adam olarak andığımız kişilerin isimlerinin bu yoldaki uzunlu kısalı tünellere verilmesi, dikkat çekici ve yola anlam katan bir durum olmuştur. Hepsini rahmetle anıyoruz.

Nuri Pakdil’in isminin verildiği uzun tünelden geçerken, Biat 1’deki Varto depremiyle ilgili yazdıklarını hatırlamaya çalışıyorum: Yirminci yüzyıl Anadolu’ya, çoğunlukla Doğu Anadolu’ya yaramadı. Uğur getirmedi açıkçası. Yirminci yüzyılda bir çarpılmışlık vardır, âdeta kendinde değildir. Doğu Anadolu’yu ölüm kuşatır, kırım kuşatır.” Şimdi bu kuşatılmışlığın çok yeni ve çok daha büyüğüyle karşı karşıyayız: “On ili etkileyen Kahramanmaraş depremi”. Nuri Pakdil, üstü kapalı da olsa, Anadolu’da meydana gelen depremlerin, sırtını Anadolu’ya, yüzünü Batı’ya dönen 1923 sonrası yönetimine bir uyarı, bir bildiri olduğunu da söyler bu yazıda.

“Yeraltı, bildiri sunuyor yerüstüne. Anadolu toprağı, yönetimin önüne, ölü kemikleriyle yazılı bir yazıt bırakıyor: ELİMDEN TUT. NE ÇABUK UNUTUVERDİN ANADOLU DÜŞÜNCESİNİ. BİR YERÜSTÜ DEPREMİ DE SENİ YIKABİLİR, YERALTI DEPREMİNİN BENİ YIKTIĞI GİBİ. DÖN UYGARLIĞIMIZIN KAYNAKLARINA. ULUSAL BİLDİRİ BU TOPRAKLARDADIR. UYGARLIĞIMIZA YABANCILAŞAMAYIZ. KEMİKLERDEN BELGE ÖNÜNDE. İŞTE DURUMUM. KIYAMETE DEĞİN YAPIYORUM UYARMA GÖREVİMİ İNSANLARA.”

***

Bana yüzyıllar kadar uzun gelen gençliğimin Maraş’ındayız. Ortaokul, lise yıllarımda (1973-1979) okul piknikleri vesilesiyle zaman zaman geldiğimiz Kazma Bağları ve Kılavuzlu tarafından giriyoruz şehre. Karşımızda Ahır Dağı’nın batı ucu. Yol boyunca gördüğümüz ve şehre giriş çıkıştaki trafik hâlâ çok yoğun. Özellikle yardım ve destek getiren araçlar çoğunlukta.

Yeni ve yüksek katlı şehirleşmenin yoğun olduğu Onikişubat ilçesinin geniş ana caddesinde ilerliyoruz. Caddede insan ve araç trafiği birden yoğunlaştığında anlıyoruz ki, hemen cadde kenarında bir enkaz var, kurtarma çalışmaları devam ediyor. Gördüğümüz her enkaz, her yıkıntı bazı güçler karşısında ne kadar aciz ve çaresiz olduğumuzu yüzümüze haykırıyor âdeta. Onlarca katlı ihtişamlı binalar yerle bir olmuş, yıkıntıların altında kalan o gösterişli araçlar kâğıt gibi yerlere yapışmışlar ve herkes yerinden yurdundan azade mülteci olmuş sanki bir anda. Yol boyunca değişik kuruluşların aşevlerini görüyoruz.

Adresleri belli ilaçlar, özel gıdalar, giysiler vesairenin sahiplerine teslimi için irtibatları kurup hızlıca yerlerine ulaştırıyoruz. Yatılı Bölge Okulu’ndan Mağaralı Mahallesi’ne doğru gidiyoruz. Batıpark’taki stadyuma kurulan çadır kentte teslimatlarımızı yapıyoruz. Buradaki çadır kentten kulağıma gelen ne sessizlik, ne uğultu; gözlerimin gördüğü ne kalabalık, ne sükûnet. Tanımlayamadığım bir duygu içindeyim.

Buraya kadar nispeten yıkıntının az olduğu bir güzergâhtı. Buradan, Cuma kılınır umuduyla Abdülhamid Han Camii’ne geçiyoruz. Yıkıntılar gittikçe artıyor. Yıkılmayan ama eğilen, bükülen, ezilen, çözülen binalar ürkütüyor hepimizi. Hasar aldığı için cami kapalı. Etraf yıkık. Aşağılara baktığımızda, yer yer dumanların yükseldiği, gri bir rengin hâkim olduğu, tanımlamakta çok güçlük çektiğim bir görüntü karşılıyor bizi.

Cumayı, İnsan Vakfı’nın Koordinasyon Merkezi olarak kullanılan 15 Temmuz Şehitleri Ortaokulu’nda eda ettik. Dostumuz Ali Büyükçapar’a Hece Yayınları’ndan getirdiğim kitapları verdim. Tüm gün bizimle birlikte oldu. Evi yıkıldığı için bu süreçte kitaba ihtiyacı olduğunu söylemişti. Serdar Yakar dostumuzla da görüşüp konuştuk, durum değerlendirmesi yaptık. Okulun ve Koordinasyon Merkezinin Müdürü olan Memduh Kayıklık hocamız, bize ilk günden itibaren yaşadıklarını, çok detaylı olarak anlattı.

Buradan ayrıldıktan sonra, Karacaoğlan Mahallesi’ndeki evimize ve yakınlarımın olduğu yerlere gittik. Bu bölge, benim de 1977’lerde kumunu, çimentosunu ellerimle karıştırıp yaptığım evimiz gibi, bir kat, iki kat, en çok üç kat evlerden oluşan bir mahalleydi. Tüm beton ve briket ilkelliğine rağmen çok fazla yıkım yoktu. Kendi ellerimle her aşamasında alın terimin ve emeğimin olduğu evde de herhangi bir hasar yoktu. Yıkımın az olmasının hem zeminin sağlam olmasından, hem de çok katlı yapılar olmamasından kaynaklandığını söylüyorlar. Buralar, hâlâ küçük küçük arsalardan oluşan küçük evler bölgesi olduğu için yüksek kat ve emlak rantına kurban edilmemiş yerler. Bu nedenle, bu mahalleler, gecekondu mahalleleri olarak kabul edilebilir hâlâ. Yazık ki, şehrin göbeğinden başlayan ve Maraş’ın yerlilerinin mülkiyetinde olan tarım arazileri söz konusu emlak rantının karşısında duramamış ve çok katlı yapılaşmaya kurban edilmişti.

Yıllar önce, Ankara’da, Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin bir kahvaltı davetine katılmıştık. Nuri Pakdil ve Rasim Özdenören abiler de vardı. Bir ara, konu TOKİ binalarına ve yıkılıp yüksek bloklar yapılan gecekondulara geldi. Ben de Veysel Bey’e bir fikir olarak “Gecekonduların da bir mimari tarz/birikim sayılabileceğini, dünyada birçok ülkede bu tür yerleşimlerin ıslah edilerek korunduğunu ve geleceğe taşındığını, Ankara’da da hiç değilse bir vadinin ya da bir bölgenin korunup yaşatılması gerektiğini” anlatmıştım. Veysel Bey başını sağa sola çevirerek “Maalesef, bu rantın karşısında ne ben ne de bir başkası durabilir” demişti. Şimdi düşünüyorum da Anadolu kentlerinin o klasik, kişiye özel ilkel bina yapıları korunabilse, beton ucubelerinin ve mülkiyet rantlarının egemenliğine direnilebilseydi, bu depremdeki kayıplar asla bu boyutlarda olmazdı.

Öğretmenevlerinden Nahırönü’ne doğru ilerlerken önümüzdeki sağlı sollu yıkımlar karşısında ürkmemek elde değildi. Ortaokul-Lise yıllarımda, evimiz her nerede idiyse, oradan yürüyüp gider, yürüyüp gelirdik okula. Nahırönü Caddesi boyunca, özellikle caddenin tarım arazilerinin olduğu kısmına bakan yanında hep iki katlı, alt katı ahır, üst katı ahşap evlerden oluşan yapılar sıralanırdı. Bu ahırlardaki büyükbaş hayvanlar her sabah nahıra katılır ve akşam geri gelirlerdi. Gazi Ortaokulu’ndan Sokakbaşı’na, oradan da Gayberli’ye kadar olan geniş arazide mevsimine göre marul, patlıcan, maydanoz, nane gibi ürünler yetiştirilir ve taze taze ulaştırılırdı insanlara. Gazi Ortaokulu’ndan çıkınca, bu bahçelerin arasından geçerek Dumlupınar Mahallesi’ndeki evimize yürüyerek giderdim.

Lisede okuduğum yıllarda da, okulun son haftalarında arkadaşlarla anlaşır, dersleri asardık. Öğretmenlere yakalanmamak için de Kara Lise, İstasyon, Orman Başmüdürlüğü üçgenindeki bahçelikler arasında gezip tozardık. Maraş ovasına doğru her yer yemyeşil bahçelerden geçilmezdi. Lisede okurken de, Karacaoğlan Mahallesi’ndeki evimize yürüyerek gidip gelirdim. Sonraları, belediye otobüsü, dolmuş çalışmaya başlamışsa bile, bizim bu araçlara verecek paramız olmazdı hiçbir zaman.

Ortaokul yıllarımdan iki fotoğraf buldum. O yıllarda renkli fotoğraf yeni yeni yaygınlaşıyordu. Arkama, Maraş’ı ve Ahır Dağı’nı almışım, fotoğraflardan birinde bulunduğum yer, Sokakbaşı’yla Gazi Ortaokulu arasındaki bahçeler. Ayaklarımın dibinde nane olduğu anlaşılan yeşillikler serili. Yeni sebze-meyve hal binası daha yeni yapılmakta, inşaat halinde. İlerleyen yıllarda bu hal binası da Maraş’a yetmeyecek ve daha dışarılara yeni bir sebze hali yapılacaktı. İkinci fotoğrafta ise Nahırönü’nden Mercimektepe’ye ve Ahırdağı’na doğru Maraş’ın mütevazı küçük yapıları ve çok kadim minareleri görünüyor. Şimdi bu iki fotoğrafın gösterdiği alanlarda yüzlerce çok katlı binanın enkazı ve binlerce insanın enkaz altında kalan bedenleri duruyor.

***

Bu devasa enkazların arasında dolaşırken “Ben de bu dağların nesine geldim…” türküsünden mülhem; “Ben buraların nesine geldim, ağlaşır insanlar sesine geldim, garipler ölmüş de yasına geldim” diyesim geliyor. Gençliğimizde Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses dinleyerek dolaştığımız sokaklar, hep birlikte sigara içerek, çekirdek, frigo buz yiyerek üç film birden izlediğimiz kışlık ve yazlık sinemalar, çay içtiğimiz alçak iskemleli çayevleri, hoşgün oynadığımız kahvehaneler, sabaha karşı sıcak ekmek aldığımız fırınlar, aylaklık ettiğimiz küçük parklar, avucumuza ağzımızı dayayıp su içtiğimiz çeşmeler, kışın salepçiler, yazın meyan şerbetçileri, cağırtlak kebabı, ciğer kebabı, tükürük köftesi, lahmacun yediğimiz kebapçı tezgâhları, kelle paçacılar, “yağlı dürülüüü” diye bağırarak çubuğa dizdiği marulları satanlar, sabahları sıcak süt içtiğimiz sütçüler ve her köşe başında karşımıza çıkan dondurma arabaları yok artık. Ramazanlarda bahçesinde iftardan sahura kadar çay içip sohbet ettiğimiz Halk Kütüphanesi, çok hızlı teravih kılınan camiler, yaz kış takıldığımız Çocuk Bahçesi, yazları serinlemek için gittiğimiz Pınarbaşı da yok artık. Boğazkesen Caddesi’ndeki, Ali Rıza Amcanın çizik plaklarını dinleyerek çay içmekten büyük zevk aldığımız Halis Çayevi de zaten çoktan yok olmuştu.

Bu yıllarda şekillenmeye başlamıştı düşünce dünyamız. 70-80 arasındaki süreç de çok hızlı toplumsal değişimlerin yaşandığı dönemlerdi. Ekonomi, her zamanki gibi çok çok kötüydü. Ülke gençliği, sağ ve sol olarak ikiye bölünmüştü ve birbirlerini öldürüyorlardı her gün. Oysa, bir üçüncü yol ihtimali belirmişti. Adına değişik çevrelerce değişik isimler veriliyordu: İslamcılık, dincilik, muhafazakârlık, radikal dincilik, şeriatçılık, irtica, gericilik, tutuculuk gibi. Tartışmalar, engellemeler, seçimler, mitingler, gösteriler, yürüyüşler derken, 12 Eylül 1980 darbesine giden süreçte ülkede çalkantı büyüyor, Maraş Olayları felaketini yaşıyorduk hep beraber. “Beyazıtlı Cami yanıyor, Ulu Camiyi yıkacaklar” kışkırtmasıyla, kardeşin kardeşi katletmesi diyebileceğimiz olaylar sonucu yüzlerce insanın kanı toprağa düşüyordu. Böylelikle Maraş’ın ve Maraşlının alnına bir kara leke sürülmüş oluyordu. Yeterince bilinçli olmadığı ve provokasyonlara kandığı için derin bir ah alma durumu da hâlâ ufkunda asılıdır Maraş’ın. Bugün yaşadığımız depremlerle, bu yalanlar gerçeğe dönüşüyordu âdeta: Beyazıtlı Cami, Ulu Cami, Arasa Cami ve birçok cami yıkılmıştı. Nice badirelerden sonra Maraş ve bazı şehirler, bu üçüncü yol mensuplarınca, yani Müslümanlarca yönetilmeye başlandı bir biçimde. Olması gereken; Müslüman duyarlılığıyla şekillenecek ve tüm insanlara hizmet edecek bir yönetim anlayışının hayata geçirilmesiydi. Ama olmadı, olamadı; öncekilerden ve ötekilerden hiç de farklı olmayan bir anlayış devam ettirildi.

İşte bu süreçlerde Nuri Pakdil’i tanıdım. İslam düşüncesini savunan, inanmadığı şeyleri reddeden ve karşı çıkan bir tavrı vardı. En temel reddiyesi, kendi ifadesiyle, kirli mülkiyete, mal biriktirmeye ve kara siyasayaydı. Türkiye’de mülkiyetin kirli olduğuna inanıyordu ve kendini “tapulu mülkiyeti olmayan adam” olarak niteliyordu. Kara siyasa diyordu; seçimlerde oy kullanmıyordu, mevcut yöntemlerle bir toplumsal dönüşümün olacağına inanmıyordu. Biriktirmeyle ilgili de “sadece hacı amcalar, hatta sadece Maraş’taki hacı amcalar bankalardaki mevduatlarını çekseler sistem değişir” diyordu. Sistemi, Müslümanların ayakta tuttuğunu söylüyordu. Bu nedenle kendisi bankalara değil girmek, önünden bile geçmemeye çalışıyordu. Türkiye’de mülkiyetin de ekonominin de siyasetin de İslam’ın temel ilkelerine aykırı yapılandığını anlatıyordu. Sözü şuraya getirmeye çalışıyorum: Müslümanlar olarak karşıymışız gibi, inanmıyor muşuz gibi yaptığımız her şeyi yapmakta bir sakınca görmemeye başladığımızdan sonradır ki, sayısal olarak ne kadar çoğalırsak çoğalalım ne Müslümanlara, ne de diğer insanlara bir faydamızın olmadığını anlıyoruz. Hele İslam’a, faydamızdan çok zararımızın olduğunu düşünüyorum.

Maraş özelinde, belediye başkanlarına, müteahhitlere, mimar-mühendislere, partilerin il başkanlarına, milletvekillerine bakınca yukarıdaki değerlendirme ve benzer yaklaşımlar hiç de haksız sayılmaz.

***

Maraş’ın sokaklarında, hem öğleden sonra akşama kadar, hem de ertesi gün öğleye kadar dolaştık. Onlarca insanla, eş dostla konuştuk. Herkes birbirinden dertliydi. Herkes sesini duyuramamaktan yakınıyordu. Kime yaklaşıp “Bir ihtiyacın, bir eksiğin var mı” desek, gözleri yaşararak “Benim bir ihtiyacım yok” diyordu, hiçbir şeyi olmadığını gördüğümüz halde. Anladık ki, insanlar “muhtaç olma” durumunu kabullenemiyorlardı. Biz de, “O halde ihtiyacı olanlara verirsiniz” diyerek bir şeyler bırakmaya başladık.

Akşam saatlerinde, Sütçü İmam Üniversitesi’nin bahçesinde kurulan çadır alanlarına ve aşevlerine ziyarete gittik. İzmir İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin, İnsan Vakfı’nın kurduğu ve çadırlarda yaşayan insanlara sıcak yemekler çıkardığı aşevindeki tanıdıklarımızı ziyaret ettik. Akşam yemeğimizi de burada yedik. Şehirde parasıyla yemek yiyebileceğiniz herhangi bir yer yok çünkü. Bu aşevinin koordinasyonunu, 28 Aralık 2019 tarihinde İnsan ve Medeniyet Hareketi İzmir Şubesi’nin düzenlediği “Nuri Pakdil Programı”nı da organize eden Sayın Ahmet Gülcan gerçekleştirmişti. O programın sunuculuğunu ve İzmir’de bulunduğumuz süre içindeki mihmandarlığımızı da yapmıştı Ahmet Bey. Maraş’ta, bu şartlarda yeniden karşılaşmak ve kucaklaşmak farklı duygular yaşamamızı sağladı. Aşevinde hizmet edenlerin çoğu değişik şehirlerden gelen gönüllü üniversite öğrencisiydi. Hepsinin yüzünde depremin hüznüyle beraber, bu hizmete katılabilmiş olmanın huzuru vardı. Aşevinde yemek yapan aşçıdan, servis yapanlara kadar herkese teşekkür ederek ayrıldık.

Bu gece Miraç Kandili. Maraş’ta, Koordinasyon Merkezi olarak kullanılan okulda kalmaya karar verdik. Geceyi, diğer gönüllülerle beraber, okulun yatılı kısımlarında geçireceğiz. Artçı sarsıntılar zaman zaman hissediliyor. Okul Müdürü Memduh Kayıklık beyin odasında Maraş’tan ve dışardan gelen gönüllülerle sohbet ediyoruz. Çocukluğumun geçtiği yakın bir köyden çocukluk arkadaşım Ahmet Kolutek ile uzun yıllar sonra burada karşılaşıp kucaklaşmak varmış. Uzun uzun sohbet ettik.

Memduh Bey, yatsı namazından sonra, okulun üst katındaki büyük mescitte Miraç Kandili vesilesiyle gönüllü gruplarla bir sohbet ve tanışma toplantısı organize etti. Mescide çıktığımızda, İzmir’den, Bursa’dan, Samsun’dan gelen gönüllü üniversite öğrencileri etrafımızı sardı. İçlerinde, daha önce Nuri Pakdil vesilesiyle karşılaştığımız ve sosyal medyadan takipleştiğimiz epeyce arkadaş vardı. Heyecanlanmamak elde değildi. Bu depremin yaraları, bu ülkenin gönüllülerince sarılacağa benziyor. Bu durum, gönüllüyü de mağduru da iyiden iyiye insanlaştırıyor.

Hayatın getirecekleri karşısında tevekkül içinde olan biriyimdir. Arkadaşlarımızın geceyi diken üstünde geçirdikleri gibi bir izlenim edindim. Yatağına yavaşça havlu bıraktığım arkadaş, birden “Ne oldu, sallandık mı?” diye seslendi. Bu durumlarda, bu kadar hassasiyet de insanî bir durum diye düşünüyorum. Robot gibi olmak da çok iyi bir şey olmasa gerek.

Sabah kahvaltıdan sonra buradaki arkadaşlarımızla vedalaşıp Adıyaman’a doğru yola çıkmadan önce şehri bir daha göreceğiz.

Kıbrıs Meydanı, Trabzon Caddesi, Azerbaycan Bulvarı ve Nahırönü civarını yeniden görüyoruz. Şeyh Adil Mezarlığı’nda bulunan yakınlarımızı, başta rahmetli annem olmak üzere ziyaret edip hepsine Fatiha okuyorum. Maraş’taki bu büyük depremin ardından yaşanan yıkıma rağmen, Şeyh Adil Mezarlığı, ayrı bir sükûneti ve huzuru yaşatıyor insana.

Maraş’tan ayrılıyoruz. Önce Antep istikametinde Narlı’ya, oradan da Pazarcık-Adıyaman istikametine dönüyoruz. Pazarcık merkezli 7.7, Elbistan merkezli 7.6 büyüklüğündeki depremin yıkıntısı, Pazarcık’ta tahminden daha azmış gibi görünüyor ana caddeden bakınca. Ancak, ara sokakları, mahalleleri görünce, küçük bir ilçe olan Pazarcık’ın nasıl yıkıldığını daha iyi anlıyorsunuz. Yol boyunca sağda ve solda, ayrıca orta refüjde bulunan bütün kaldırım taşları yan yatmış ve sık sık çökme, yarılma ve kırılmalara rastlanıyor.

Gölbaşında şehrin içinden geçerken, sağlı sollu nasıl bir yıkımın olduğu tüm çıplaklığıyla görülüyor. Daha çok eski yapıların yıkıldığı gibi izlenim ediniyoruz. Hemen sonra Besni’ye geçiyoruz. Besni’de de inanılmaz bir yıkım var. Daha çok yeni binaların yıkıldığı anlaşılıyor. Besni’deki dostumuza getirdiğimiz malzemeleri bırakıp, Adıyaman’a doğru hareket ediyoruz. Besni’nin içinden geçerken ağır hasarlı belediye binası şaşırtıyor bizi ve yıkılmak üzere olan ağır hasarlı binalardan eşyalarını kurtarmaya çalışanlara inanamıyoruz. Bir insan, bir buzdolabını kurtarmak için, nasıl olur da hayatını bu kadar büyük bir risk altına sokar? İnanılır gibi değil.

* * *

Adıyaman’ın girişinde ihtiyaç maddesi götürdüğümüz iki ayrı arkadaşımızla buluştuk. Durumları hakkında bilgi aldıktan sonra ayrılırken, gözleri nemli ve yaşlıca olana, son anda arabadaki tırnak makaslarından birkaç tane verdim. Çünkü evleri yoktu artık ve barınma yerine dönüşen bir lokantada yaşıyorlardı. Tırnak makasına çok şaşırdı ve sevindi. “Herkes tırnak makası soruyordu. Bu çok işe yarayacak.” dedi.

Diğer arkadaş arabasıyla önümüze düştü ve bizi Adıyaman’da gideceğimiz yerlere götürmek üzere hareket etti. Ana caddedeki trafik yoğunluğu nedeniyle, özellikle ara sokaklardan götüreceğini söyledi. Sokaklarda ilerledikçe yıkımın büyüklüğünü yakından görmeye başladık. Birçok sokak kapalıydı ve çoğundan geri dönüp ilerlemek için başka sokaklara sapıyorduk. Maraş’ın aksine Adıyaman’da yüksek alçak demeden bütün binalar etkilenmişti. Ya yıkılmışlardı ya da yıkılmak üzereydiler. Hasarsız bina yok denecek kadar azdı. Düzlük bir şehir olduğu için tek katlı binalar bile yana, öne ya da arkaya yıkılmıştı. Zemin faktörünün etkisini burada daha iyi gözlemliyorduk. Enkaza dönüşmese bile binalar yerlerinden oynamıştı.

Merkezde, yüksek katlı yeni binaların olduğu bölgeye gittik. Orda da üniversiteden öğretim üyesi arkadaşlarla buluştuk. Bu bölgedeki yüksek ve yeni binalar yıkılmamıştı ama hemen hepsi ağır hasarlıydı. Burada da insanlar tüm risklerine rağmen binalardan eşya kurtarmaya çalışıyorlardı. Üstelik çok hasarlı ve yüksek katlı binaların yüksek katına dayadıkları asansörlerle yapıyorlardı bu işi. Meydandaki boşluklara ve parklara çadır kentler kurulmuştu ve insanlar özellikle soğuktan dert yanıyorlardı. Yanımızda getirdiğimiz içlikler önemli bir ihtiyaca cevap veriyordu ama sayıca çok yetersizdi. Sınırlı sayıda insana dağıtabiliyorduk.

Sonra merkezde lojistik merkezi olarak kullanılan okullara gittik. Orda da tanıdıklar vardı. Yine burada da sivil ve gönüllü kuruluşlar başı çekiyordu. Tırlarla gelen malzemeler, insan zinciri oluşturularak hızlıca boşaltılıyor ve ihtiyacı olanlara ulaştırılıyordu. Özellikle gençlerin göze çarptığı gönüllüler, insanın gözlerini yaşartıyordu. Malatya’ya götüreceklerimizi ayırdıktan sonra kalanları buradaki arkadaşlara dağıtılmak üzere emanet ettik. Ayaküstü birer çorba içtikten sonra Malatya’ya doğru yola çıktık. Sorup soruşturduktan sonra Çelikhan üzerinden gitmeye karar verdik.

Adıyaman-Malatya yolu kısaydı ama dağ yoluydu. Kıvrım kıvrımdı. Yer yer buzlanma riski de vardı. Dikkatli ve yavaş gidiyorduk. Yollarda en çok dikkatimiz çeken, depremde yola düşen taşların büyüklüğü ve yollardaki yarılmalar, çökmelerdi. Şehirlerde bu kadar gözlemlenemeyen etki, dağlarda daha çok hissediliyordu. Yol kıyıları çekilmiş, otomobil büyüklüğünde kayalar sık sık karşımıza çıkıyordu.

Malatya’ya akşamüzeri varabildik. Bir arkadaşımızın ayarladığı yere gitmek için özellikle yıkımın çok olduğu mahallelerden geçmemiz gerekiyordu. Dar sokaklardaki sağlı sollu yüksek katlı bitişik nizam binalar, hiçbir mantık sırası olmaksızın düzensizce etkilenmişti. Kimi yıkılmış, kimi çökmüş, kimi eğilmiş, kimi ortadan yarılmış vaziyetteydi. Geldiğimiz sırada meydana gelen büyük bir artçı sarsıntıyla da hasarlı binalarda yeni yıkımlar olmuş. Çevre yoluna çıkmak için girdiğim bir sokak, bana ecel terleri döktürdü adeta. Aslında sokağa girmek yasakmış ama ben görmedim ve girdim. İlerledikçe sağlı sollu binaların her an üzerimize çökebileceği hissine kapıldım. Sokağın sonundaki enkaz, yolu kapatmıştı; enkazın yanındaki ateşin başında birkaç kişi vardı. Yolun kapalı olduğunu işaret ettiler. Molozların arasından zorlanarakta olsa döndüm ve ürktüğümü arkadaşlara belli etmeden sokaktan çıkabildim.

Gideceğimiz yer, Ziraat Fakültesi Sosyal Tesisi idi. Bize gösterdikleri yerde akşam yemeği niyetine kahvaltı yaptık. Çay imkânı bile yoktu. Araçtaki ocak ve çaydanlıkla çay demledik. Orada bulunan görevlilere ve bazı öğrenci barınmacılara da ikram ettik. Uzun uzun hikayelerini dinledik. Aslında Malatya’daki yıkım, Elbistan merkezli 7,6’lık depremle daha çok olmuş. Gündüz olduğu ve insanlar evlerine girmekten korktuğu için, yıkım büyük olsa da ölüm sayısının o kadar çok olmadığı söyleniyordu. Kiminin evi yıkılmıştı, kimi enkazdan çıkmıştı, kiminin yakınları ölmüştü. Ama bütün bunlara rağmen hayat devam ediyordu ve etmek zorundaydı.

Aslında Malatya’da kalıp yarın dönmeyi planlamıştık ama uzun ve yorucu yolculuktan sonra bir gece daha burada geçirirsek yarınki yolculuğun zor olacağı düşüncesiyle yola çıkıp geceyi Kayseri’de geçirmeye karar verdik. Yarın da Kayseri’den Ankara’ya, oradan da İstanbul’a devam edecekti arkadaşlar.

Düşündüğümüz gibi, Kayseri’den erken çıktık yola ve İstanbul’a uzun bir yol vardı. Yolda Hacıbektaş ve Ankara’da Hacı Bayram Veli Hazretleri’ni ziyaret ettik. Ayrıca Nuri Pakdil Üstadın kabrini de ziyaret ettik hep birlikte.

Depremde kaybettiğimiz ve cümle geçmişlerimize rahmet olsun.