Memduh Kayıklık ile Depremi Konuştuk

Kahramanmaraş 15 Temmuz Şehitler İmam Hatip Ortaokulu müdürü, aynı zamanda İnsan ve Medeniyet Hareketi Kahramanmaraş il başkanı kıymetli hocamız Memduh Kayıklık ile depremi ve yapılan hizmetleri konuştuk.

Memduh Kayıklık, 1970 yılında Kadirli’de doğdu, ilkokulu ve İmam Hatip Lisesini Kadirli´de bitirdi. 1989 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi´nde başladığı lisans eğitimini 1994´te bitirdi. Aynı yıl Batman´a atandı. 1995´te Ankara´da Yedek Subay temel eğitimi aldıktan sonra Rize Anadolu İHL´ye atandı. 1999-2011 yılları arasında Adana´da değişik okullarda çalıştı. 2011 yılında Kahramanmaraş’a atanmış olup, 2014 ten beri okul müdürü olarak çalışmaktadır. İnsan ve Medeniyet Hareketi Kahramanmaraş Derneği başkanı olarak gönüllülük faaliyetleri yürütmektedir.

2003-2004 eğitim öğretim yılında Çukurova Üniversitesi Yabancı Diller Eğitim Merkezini(İngilizce) bitirdi. 2004-2007 yılları arasında aynı üniversitede İslam Hukuku alanında yüksek lisansını tamamladı. Medine İslam Üniversitesi´nden Mümtaz derece ile kıraat icazeti almıştır.

İNSİCAM

-Hocam öncelikle depremin olduğu gece ve sonrasını sormak isteriz, neredeydiniz ilk tepkiniz nasıl oldu?

-Allah razı olsun, deprem birçok insanın sahura kalkmaya niyetlendiği bir anda ya da sahurda oldu. Eyyam-ı Biyz günlerinden dolayı. Gece ansızın geliverdi. Ayet-i kerimelerde bahsedildiği gibi. Bir gece ya da bir kuşluk vakti. Ansızın. Çok şiddetliydi. Çok güçlü vuruyordu, yavaşlıyordu, ayağa kalkmaya çalıştığımız anda tekrar çok şiddetli bir şekilde sarsıyor tekrar bırakıyor yine ayağa kalkmaya çalıştığımızda tekrar oluyordu. Yan tarafta küçük çocuğum olduğu için çocuk odasına bir an önce geçmek istedim ama o kadar uzun sürdü ki artık vazgeçtim. Çünkü bunun biteceğini nerdeyse düşünmüyorduk artık. Tamamen ölüme hazırlıklı olmak babında kelime-i şehadet getirip, Hz. Yunus Aleyhisselam’ın duasını yapıyorduk bir yandan. Ben bakıyordum etrafıma, her şey hareket ediyor ama üstümüze bir şey düşmüyordu fakat etraftan o kadar çığlıklar geliyordu, o kadar sesler geliyordu ki hiçbir korku filminde bu kadar dehşete kapılmadım. Feryad ü figanlar, sanki bir mahşer. Her şey unutulmuş, herkes bir şeye, herkes bir ana, bir olaya yoğunlaşmış gibi. Herkes çığlıklar, feryatlar ediyor, dualar da geliyordu bir andan. Depremin birinci aşaması bittikten sonra hızlı bir şekilde herkes toparlanmaya çalıştı, çocuğumuzu giydirdik bir yandan tam aşağı inelim diye düşünürken 2. depreme yakalandık. Aman Allah’ım o neydi! 6.6 deniliyordu arada 10 dakika var mıydı yok muydu bilmiyorum. Biz henüz inmemiştik apartmandan. Tam dışarı çıkmaya niyetlendiğimiz zaman gerçekleşti. Sanki apartman ip atlıyordu diyorum ben buna. Birincide gel-git oluyordu sağa sola, sanki bir defa gidip bir daha dönmeyecekmişiz gibi o kadar sallanıyordu. Bu ikincisinde ise adete vuruyordu, yani kaldırıp vuruyordu adeta. Ve birçok parça dökülmeye başladı. Hani 6.6 diyorlar, çoğu zaman bahsetmiyorlar ama benim tahminim birçok ev bunda yıkıldı diye düşünüyorum, birincide yıkılmayan. Çünkü bizim evin nerdeyse burada paramparça olacağını düşündüm, binanın her tarafından çatırtılar geliyordu, her vurmaya böyle kütürdü çatırtı. Arkasından bir şekilde aşağı indik, herkes kelebekler gibi savruluyordu. Karia suresindeki gibi: “el-Kâri’a! Mâ-lkâri’a! Ve mâ edrâke mâ-lkâri’a?” “O çığlık nedir bilir misin?” “Yevme yekûnu-nnâsu kelferâşi-lmebsûs” “O gün insanlar adeta kelebekler gibi savrulur.” Evet, herkes bir tarafa savrulmuştu. Hiç trafiğin olmadığı her yerde trafik oluşmuştu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu sanırım. Merdivenlerden indik, 10. kattaydık. Asansöre binmeyi kesinlikle düşünemiyorsunuz, elektrik kesildiği için. Cep telefonlarının ışıklarıyla hızlıca merdivenlerden aşağı inmeye çalıştık. Bir problem yoktu bizim merdivenlerimizde ama sanırım ikincisinde patlamıştı birçok alçılar, duvarların alçıları, özellikle merdiven tarafı. İçerisinde çok büyük bir hasar yok şimdi gidip baktığın zaman ama bazı duvarlarda, alçılarda patlamalar var. Deprem uzmanlarına sorduğumuzda stres bu şekilde alınmazsa, kolonlar patlarsa patlar diyorlar. Bu nedenle binanın bu şekilde stresinin alınması çok iyi olmuş, yapan müteahhitten Allah razı olsun dediler. Değerli hocam, gerçekten depremle bir anda her şey kıymetsizlendi. Yani artık böyle uzun uzun geçen sarsıntılarda hiçbir şeyin önemi kalmadı, hani derler ya bütün hayatımız film şeridi gibi gözümüzün önünden geçti, belki daha çok şey yapmak, daha güzel şeyler yapmak anlamında insan kaçırdıklarına pişmanlık duyuyor. Çünkü ölümle burun buruna geldik, adeta mahşerin provasıydı. Belki kıyametin provası da denebilir buna. Şöyle düşünüyorum: Rabbim binlerce insanın öldüğü bu depremde bize yeniden bir hayat bahşetmiş gibi hissediyorum.

-Peki aşağı indiniz, ondan sonraki süreç nasıl gelişti?

-Herkesin arabası olduğu için herkes arabasına atlayıp, iki arabası olanlar ikisini de apartmandan uzaklaştırdılar çünkü her yerde çatlak oldu, komşu binalarda daha fazla çatlak olduğu için zeytinlik alanlara, boş alanlara, yol kenarlarına park edip insanlar bir şekilde ısınmaya çalışıyorlardı ama bir yandan çok şiddetli yağmur, karla karışık yağmur yağıyordu. Arabası olmayanların ıslandığını, gerçekten titrediklerini okula geldiğimde fark ettim. Namazı kıldıktan sonra okula geçtim. İnsanlar geldiğinde bazı kişilerin sokakta kaldığını, tir tir titrediklerini sonra fark ettim. Okulun elektriği olması hasebiyle burada ısıtıcıyı açtık, çocuklar kadınlar ve hastaları bir odaya aldık. Yan tarafta bir oda daha açtık; erkekleri, yaşlıları, üstü ıslanmışları aldık. Yani hocam burada hiçbir şeyin kıymeti kalmamıştı. Aslında sürekli kıymetli olan, sürekli hatırda tutulması gereken; ahirete hazırlık. Her şey, bütün binalar yıllardır yığın yığın altınlarla alınan, milyonlarla ifade edilen binalar, insanlar için mezar olmuştu. Bizim için mezar olmasından son anda kurtulmuştuk.

-Siz neden okula gittiniz, okul da bir bina. Çocukları alıp neden zeytinlikte kalmayı tercih etmediniz?

-Benim okulum akıllı bina olduğu için elektrik kesilmeyecek, suyu da sürekli akacaktı. O nedenle insanların bu çaresizliğinde onlara önce sıcak çorba yapmak istedim burada. Yani risk alarak, aslında birinci artçı 6.6 idi arkasından vurduğunda çok büyük deprem olabilirdi ama bunu çok önemsemedim açıkçası. Hiçbir şey yoktu, iş yerleri kapalıydı. Eşim, çocuklar arabada kaldı bir süre. Biz burada sıcak çorba yapalım, ikram edelim diye düşünürken daha sonra bizim cesaretimizle bütün halk içeri girdi zaten. Peyderpey içeri girdiler. Yani onlar da binanın çok yıpranmamış olduğunu gördüler girdiklerinde. Bir başını sokacak sıcak yer arıyor insan, gözünün önünden her şey kayboluyor. Sadece “Yevme lâ yenfe’u mâlün ve lâ benûn İllâ men etallâhe bi-kalbin selîm”, “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak kalb-i selim ile gelen müstesna.” ayetlerini (Şuarâ 88-89) iliklerime kadar hissettim. Çünkü insanlar canlı kalmaktan, ayakta kalmaktan dolayı hamd ediyorlardı. Etrafta yıkılmış binalar vardı, telefon çekmiyordu ama çok büyük bir sarsıntı, arkasından çok büyük bir yıkıntı olduğu haberi hızlı bir şekilde yayıldı. Bazı şebekeler çekiyordu.

-Peki iletişim nasıl sağladınız?

-Bizim şebeke çekmiyordu. Okula geldiğimde okulun interneti çekiyordu. Gelen insanlara şifreyi de verdim. Whatsapp üzerinden haberleştik. Paylaşımları o şekilde yapabildik. Benimki Türkiye’de en popüler şebekeydi, dağlarda falan çekiyordu, her yerde çekmesinin reklamını yapan bir firmaydı ama neredeyse öğlene kadar hiç iletişim kuramadık. Çocukların şebekesi üzerinden Türk Telekom üzerinden iletişim kurabildik, neredeyse yarım gün dünyayla bağ kuramayacaktık. O esnada bir de tabii şunu hissediyor insan; herkes sadece yaşamayı düşünüyor, yani hayatta kalabilmek için çok anlamsız hareketler de yapıyorlardı. Kıyameti anlatan ayetlerdeki insanın tedirginliklerinin çoğu, insanlarda vardı. Gereksiz yere başkalarına sataşan yoktu ama ertesi gün insanlar yine normale dönmeye başladı, birbirlerine sataşmaya başlayanlar da oldu. Bazıları bu stresi kaldıramadı. Fakat genel anlamda herkeste ayakta kalmaktan dolayı Allah’a şükretmek vardı. Biz ekmek alamadık, su bulamadık. Ben burada çorbanın altını yaktığımda on saniye sonra ateş söndü, anladık ki doğalgaz gitmiş. Elektrikli yemek pişirecek bir şey var mı diye aşçıya sordum, olmadığını söyleyince insanlara çay yapalım dedik. Çay yapalım onla da kahvaltı malzemesi ikram edelim ama ekmek almamız gerekti. Sokağı çıktığımızda hiçbir servet tek bir ekmek etmiyordu. Cebinizde bir milyon olsaydı, on milyon olsaydı da sokakta bir ekmek alamazdınız çünkü para geçmiyordu, makam ise zaten makam da geçmiyordu. Derneğimizin mütevelli heyetinde bulunan bir önceki dönem milletvekilimiz, bu badirede can verdi, Allah gani gani rahmet eylesin. Makamın, mevkiinin her şeyin yerle bir olduğu, Bir ve Kahhar olan Allah’ın ihtişamıyla, gücüyle, her şeyiyle bizi tevhide, vahdete çağırdığı bir olay olarak gördüm. İnsanlar yeniden Allah’ın gücünü, kudretini ve sonsuz bir şekilde ne kadar büyük bir kudrete sahip olduğunu iliklerine kadar hissettiler.

-Peki geldiniz, çaylar, ikramlar yapıldı sonra dernekteki ekip arkadaşları ile organizasyona nasıl başladınız? Süreç nasıl gelişti?

-Dernekteki arkadaşlardan bazıları göçük altındaydılar, 22. saatte kurtuldular. Misal, yurt müdürümüz. O zamana kadar yurdu, İnsan Vakfı başkanımız açık tuttu, bir yandan o tarafta soba kurdular. Yaklaşık 2 km mesafede, okulun öğrenci yurdu değil, İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin yurdu. Orada bulunan 10 kadar öğrenciyle binanın yanında, metruk bir bina, soba kurup onlar o şekilde ilk anda tedbir aldılar. Yani gelenleri, orada sobayla ısıtmaya başladılar. Biz tabii gün ilerledikçe burada çaresizliği gördük, doğrusunu söylemek gerekirse paramızla simit bile alabileceğimiz açık bir yer yoktu. İnsanları doyurmak için aşağı mutfağa indiğimde mutfakta işte helva, kahvaltı malzemeleri onlardan insanlara ikram ettik. Evden çıkarken bazı insanların yanlarına poşetlerde aldıkları bir şeyler vardı, onları yediler fakat insanlara tam bir tokluk vermiyordu. O esnada namaz vakti gelmişti, namazı kılalım dedik, bir süre sonra kadın-erkek mescidine insanları sevk ettik, ben de abdest aldım odamda, çorabımı giyerken çok şiddetli bir deprem oldu. Elbistan depremi. Saat 13:26’daydı sanırım. O deprem daha çabuk geçti, akşamki deprem kadar uzun sürmedi ama yine de binadan korkunç sesler geldi. Çünkü herkes buradaydı, binada çocuklar, kadınlar, yaşlılar vardı. Yine feryad ü figanlar koptu, herkes dışarı çıktı. Korktukları için tabii tekrardan kimse binaya girmek istemedi. Açık tuttuğumuz sürece lavaboya geliyorlardı, tekrar araçlarına gidiyorlardı. Hiçbir para petrol de etmiyordu. Bütün benzin istasyonları kilitlenmişti, elektrik olmadığı için diyorlardı ama başka bir bahaneleri var mıydı, bilmiyorum. Allah’tan benim arabamın deposu doluydu, yani nasıl oldu bilmiyorum, nasip o da. Herhangi bir kaygım yoktu. Birkaç güne yetecek şekilde her iki depo tamamen doluydu. Fakat etrafta insanlar, gazlarının ve benzinlerinin bitmek üzere olduğunu söylüyorlardı. Mesela üst caddede sıra oluyordu, benzin istasyonu bize çok yakın, rahatlıkla görebiliyorduk. Daha sonra uzaklaşıp şehre bakalım diye gittiğimizde, her benzin istasyonun etrafında neredeyse kilometrelerce kuyruk oluşmuş durumdaydı, trafik duracak hale gelmişti. Ama kimse, hiçbirinden birkaç litre bile olsa benzin veya mazot alamıyordu. Öyle bir yokluk dönemiydi hocam. Yani sanki bir mahşer işte. Paranın geçmediği, itibarın geçmediği, sadece insan olarak sevabımızla-günahımızla baş başa kaldığımız bir hissiyat vardı.

-Peki resmî kurumlarla ilişkiye geçebilmeniz ne zaman mümkün oldu?

-Daha sonra resmî kurumlar çağrıya başladılar, öğleden önceydi aslında. Mümkünse okullarımızın kullanıma açılmasını ifade eden bir mesaj attılar, ama okulları açın demedi kimse. Sadece lavabo ihtiyaçlarını gidermek için sabah erkenden hem bahçedeki lavaboyu hem ana kapıyı açmıştım. Fakat karşıda okul var, güneyimizde de okul var, kuzeyimizde de okul var, her ikisine de hiç kimse gelmedi. Yani hiçbir insan gelip o okulların kapısını halka açmadı. Biz biraz da kendi insanlığımız icabı yaptık. Çünkü bir insan, insan olarak neye ihtiyaç duyar? Hayata tutunmak için ısınma ve yemeye ihtiyaç duyar. Arabası olmayan yaşlı bir teyze ve amca gelmişti, ıslanmışlardı. Amca alzheimer hastasıydı, yerinde durması zor oluyordu. Kendi çocuğu, torunları var. Ne olur gidelim, diyorlar. Gidecek arabaları yok ama. Nereye gideceklerdi bilmiyorum ama gitmeye çalışıyorlardı. Oradaki biri, biz burada kalacağız dedi. Bahçeye geçtiler. Arabamda yer yoktu, almak isterdim ama alamadım. İstediğiniz yere sizi götürürüm deyip çocuklarım yerine onları önceledim aslında. Yine gitmek istemiyordu amca, burada kalmak istiyordu, kendini burada daha güvende hissetmişti belki de. Daha sonra etrafımızda araç sahiplerine tek tek sorduk; burada bir amcayla teyze var alır mısınız aracınıza diye. Çoğu kabul etmedi ama Suriyeli bir aile vardı, epey kalabalıklardı, söylediğimizde “hay hay” dediler, çok da mutlu oldular, hemen amca ile teyzeyi araçlarına aldılar. İslam kardeşliğinin, din kardeşliğinin, orada ne kadar güzel bir şey olduğunu tekrar hissettik.  Çareler tükendiğinde, kardeşliğin ne kadar büyük bir çare olduğunu, orada, evvelinde anladık. Henüz dünyanın her yerindeki Müslüman kardeşlerimizin yardımları akın akın gelmeden orada hissettik kardeşliği.

-Resmî kurumlardan yardım veya teknik destek, yol gösterme gibi yönlendirmeler ne zaman başladı?

-Birinci gün böyle geçti aslında. Birinci günde yardım gelemedi çünkü deprem sadece evleri yıkmadı, yolları da yıkmıştı. Viyadük yıkılmıştı, Adana yolu yıkılmıştı. Diğer taraftan Kayseri’den gelmek isteyenler tünel yıkıldığı için yol uzun süre kapalı kaldı. Adıyaman yolu da kapanmıştı, orada da sıkıntı vardı. Kırıkhan yolu zaten korku filmi gibiydi, o tarlalardan geçen fay hattı yoldan da kısmen geçtiği için bu durum da yolda trafiğe sebep olmuştu. Gaziantep tarafında da yanılmıyorsam doğalgaz patlamıştı. Yangınlar başlamış, sanayi komple çökmüştü. Biz haberleşmeler başladığında bunları duyuyorduk, tedirginlik daha da artıyordu açıkçası. Apaçık bir yardım eli ulaşamadı maalesef, sadece Türkiye’nin her yerinden kardeşler, hocam nasılsın, diye arıyorlardı ya da mesaj atıyorlardı. Biz de onlara acil yardım talep ettik, mesela bizim Bursa’daki arama-kurtarma ekibiyle hızlıca iletişime geçtik, daha önce zorlu yerlerde arama-kurtarma yaptıklarını bildiğimiz için onları acil davet ettik ve onlar sanırım Maraş’a ilk gelen ekiplerden birisiydi, bizim arama-kurtarma ekiplerimizdi. Bursa ekibi çok çabuk organize oldular. İkinci günün ilk saatleri, trafiğe takılmasalar yani depremin 24. saati burada olacaklardı. Kayseri tarafından geldiler ama orada da çok trafik olduğu için gecikmeyle dahil olabildiler. Bu arada kar hiç hızını kesmedi. Karla karışık yağmur hiç dinmeden aralıksız yağıyordu. 7.6 depremi olduğunda bir şeyi atladım sanırım, tabii sabahtan beri artçı depremler oluyor, araçta bile olsanız sarsılıyorsunuz. Binada zaten sarsılıyorsunuz. Arabalara geçtik, üniversiteye giden oğlum, “Baba gök taşları da olsaydı, tam bir kıyamet olacaktı” dedi. Yani bu sanki bir kıyametle sonuçlanacak gibi geliyordu. Gerçekten de bugün uzmanların söylediğine bakarsan, deprem 7.7 büyüklüğündeydi ama baktığınızda etkisi 11 diyorlar, 12’yi de bir kıyamet olarak niteliyorlar. Allah Teala bize çok merhamet etmiş, depremin etkisi 1, 2, 3…11’e kadar çıkmış ama orada sanki artık dur demiş, merhamet etmiş. Uzmanlar, 12 olsa bir kıyamet, taş taş üstüne kalmazdı diyor bu şehirde.

-İlk ekmek ne zaman geldi, ilk sıcak yemeği ne zaman yaptınız?

-İlk gün ekmek gelmemişti, 2. günde de çocuklarımla çok profesyonel bir çalışma yürütemiyordum, çünkü hanım ve çocuklar çok kaygılanıyordu. Her ne kadar etrafta bir yardım hareketine kalkışsak da gözümüz sürekli kendi çocuğumuz ve eşimizden gelen çağrılara dönmek durumunda kalıyordu. O nedenle onları köye götürmek zorunda kaldım, köye gittiğimde tabii il dışına çıktığımda orada yeter miktarda ekmek bulup, ekmek getirdik. Bir de bir gün önce yaptığımız çağrıların ardından ikinci günün ortalarından sonra Kahramanmaraş’a ekmek girişleri başladı. Bir buçuk gün insanlar ekmek bulamadı, hakeza su için yine çağrı yapmıştık, su da gelmeye başladı Maraş’a. Çünkü su artık çamura yakın akıyordu. Ve hiç düzelmiyordu. Hani bir tadilattan sonra suyu açarsınız ya, biraz sonra düzelir ama burada herhangi bir düzelme söz konusu olmuyordu. Çamura yakın akıyordu. Üç-dört gün sürdü. Ama biz bu arada okulumuzda kuyu suyu olduğu için kuyu suyu içebildik; normal su çamur aktığı için, kuyudan aldığımız su berrak ve duruydu. İnsanlar o bulanık suyla abdest bile almak istemiyorlardı. Artık binamıza birçok insan gelip yerleşmişti. Başta arama kurtarma ekibimiz olmak üzere hemen arkasından Adana ekibimiz geldi bölgeye. İkinci gün aklıma şu geldi; analarımız bize tüpte, odunda yemek pişirdiler, bir yolu olmalıydı insanlara sıcak yemek vermenin, aş vermenin. Açlık bu şekilde uzayıp gitmemeliydi. Çok profesyonel ekipler bu tür durumlarda şunu yapabilirler; çok hızlı bir şekilde devletin sahip olduğu tüm ocak sistemleri, doğalgazı tüp gaza dönüştürebilirlerdi. Bu aklımıza gelene kadar bir günden fazla süre kaybettik. Bu bir komut olarak gelebilirdi, kimseden böyle bir komut gelmedi. İnsanlar için ne yapabiliriz diye düşündüğümde bu geldi aklıma. Kardeşimin teknik servisi olduğu için memleketteki kardeşimi aradım, ben araştırıp sana döneceğim abi dedi. O da arkadaşlarına sormuş, 10 dakika sonra döndü. Birkaç aparattan bahsetti, onlarla çok kolay dönüşüm olacağını ve sıcak yemek üretebileceğimizi söyledi. Sonra altı firmaya ulaştık, altısı da gelip dönüşümü yapmayı reddetti. Bu çok üzücü. Firmaların hiçbiri iş yerlerini açmadıkları gibi maalesef bir tanesi bile çağrımıza olumlu cevap vermedi. Adana’daki kardeşlerimizi aradık teşkilattan, çok hızlı organize olup istediğimiz tüm malzemelerle beraber ekiple gelerek gerekli dönüşümü sağladılar. Ve elhamdülillah ikinci günün akşamında, çok büyük bir kitleye, yani yaklaşık 3 bin kişiye yetecek kadar çorba servis ettik. Sadece çorba yaptık çünkü ekmeklerimiz de gelmişti kamyonla elhamdülillah. Herkese, kim var kim yok ulaşabildiğimiz herkese çağrı gönderdik ve burada elhamdülillah halkımızın çaresizliğini devletimizin sağladığı bu imkanla İnsan Vakfı’mızın bölge sorumlusunun nezaretinde gelen kardeşlerimizin sayesinde hamdolsun sıcak bir ortam, sıcak bir aş verme imkanına kavuştuk.

-Peki şu an işleyen sistem ne zamandan itibaren işlemeye başladı?

-İkinci günden itibaren sistem işlemeye başladı burada. Elektrik geldi çünkü. Geldiği andan itibaren klimalarımız çalışmaya başladı. Bizim elektriğimiz kesilmedi aslında, geldi dememin sebebi şu; akıllı binanın tüm aydınlatma sistemi çalıştığı için klimaları çalıştıramıyorduk, elektrikli ısıtıcıları çalıştırabiliyor fakat klimaları çalıştıramıyor bu sistem. Yani o kadar büyük bir elektrik üretemiyor ancak elektrikli ısıtıcıları çalıştırıyordu. İkinci gün öğleden sonra, elektrikler verilince her şey bizim açımızdan normale dönmüştü. Bir tek sıcak yemek veremiyorduk, o noktada da Adana’dan kardeşlerimiz imdadımıza yetişti. Ustayı alıp geldiler, burada tüm ocaklarımızın dönüşümünü sağladılar. Aynı anda dört büyük ocakta ortalama 2400 kişilik çorba yaptık o gün için. Adana’dan tüp gelmeseydi eğer, tüp temin etmekte zorlanırdık. Yani Maraş bu anlamda kilitlendi. Para ekmek etmiyordu anlıyorum ama hani depolarda tüp olsa, o tüpü alabilecek olsak, esnaflar tüpü bile açıp bize vermeyi kabul etmediler. Gerçekten çok üzücü bir şeydi bu. Kahramanmaraş açısından söylüyorum. Mesela ben birinci gün kuru gıda sağlayıcıları ile konuştum, hal esnafı ile görüştüm, yavan bir şekilde, iş yeri kısmen yıkıldı, dedi. Hiçbir şey yok mu elinde, dedim. Kamyonda biraz meyve var, dedi. Getir bir köşeye koy dedim halk için. Sizin yerinizde olsam şimdi Mersin’den, Antalya’dan tırlar çıkartırım, köşe başlarına koyarım, vatandaş zaten satın alabilmek için cebi para dolu ama bakkallar açık olmadığından alamıyor, dedim. Bazı marketleri talan ediyorlar dediler, öyle bir şey yok aslında, camları patlamış, patlayınca da insanlar ölmeyecek kadar bir şeyler almışlar. Olayları gördüm, bunları talan olarak adlandırmak doğru olmaz. Medeni bir şekilde girip, ihtiyaçları kadar alıyorlardı, eğer orada bir görevli varsa parasını da veriyorlardı. Çünkü bizim halkımız böyle bir şeyi çok daha ağır koşullarda bile yapmadı, bu koşullarda da yapmaz. Orada yanlış bir bilgi ya da algı olduğunu düşünüyorum. Bir gün beklediler ama hiçbir market, hiçbir bakkal açmayınca insanlar çaresiz bir şekilde su almak zorunda kaldı, çünkü musluklardan çamur akıyordu. Bizim buradaki suyu kuyudan veriyorduk ama içmeye cesaret etmiyorduk açıkçası. Çok aşırı soğuk olduğu için aşırı susamıyorduk tabii. Zaten yedinci ve sekizinci güne kadar yaşayan insanların bu kadar zaman hayatta kalabilmesi, belki soğuktan ölmeyecek bir ortamda bulunmamalarına ve aşırı susuzluk hissetmemelerine bağlıdır. Belki o da Allah tarafından bir lütuf olarak değerlendirilebilir.

Bu arada herkes beni çağırıyordu, anne-baba, kayınbaba- kayınvalide çünkü artçıların bile altının üzerinde olması çok korkutmuştu. Fakat ben şunu söyledim; eğer bu toprakları, bu şartlarda terk edersem asla geri dönemem. Çünkü daha birkaç gün önce hep beraber olduğumuz, çay içtiğimiz, yemek yediğimiz insanlar zor durumdaydı ya da öğrenci olup hafızlığını bizde yapan çocuklar, ilk defa bu kadar muhtaçtı. Diz çökmüşlerdi bir apartmanın enkazı altında ve çaresizdiler. Hiçbir zaman etrafımızdaki insanlar bu kadar çaresiz olmamıştı. İşte bu çaresizlikte onları terk edip gidemezdik, onlara kesinlikle yardımcı olmamız gerekiyordu. Ben bu hamiyetten dolayı bu toprakları terk etmedim. Bu makamın emanet olduğunu düşündüm. Bu makamı ilk andan itibaren, mümkün olan en süratli şekilde teşkilatımızın desteğiyle -Allah onlardan razı olsun- insanların hizmetine açmaya çalıştım, kimse bir sıcak çorba pişiremediğinde bizim okulumuzda pişip, insanlara dağıtılmaya başlanmıştı.

-Peki hocam burada bir hizmet var. Bu şehirde başka dernekler, vakıflar var, onlarla bir iletişim oldu mu?

-Kahramanmaraş platformu var, özellikle bazıları kendi çocuklarının, akrabalarının enkaz altında olduğunu, o noktalara arama kurtarma ekiplerini yönlendirmesi için arkadaşlarımıza yazıyorlardı. “Ne olur bir kepçe gönderin çünkü enkazın üstündeki betonu kaldıramıyoruz, insanın gücü ona yetmiyor, sadece bir vinç gelmiş olsa hemen sesi gelen insanlara ulaşabilecekler” diye çağrılarda bulundular. Mesela bizim yurt müdürümüz 22. saatte kurtuldu, annesiyle sürekli konuştuğunu söylüyordu ama kendisi kurtarıldıktan sonra annesinin donarak vefat ettiğini söylemişler. Karşı okulda bir şeyden bahsediyorlar. Çocuk yine ilk kurtulanlardan canlı olarak, hastaneye kaldırılıyor fakat eve geldiğinde battaniyeye sarmışlar, üst değişecek bir şey yok. Ev dediğim yani ortama döndüğünde; çadır yok, ev yok, düşünecek olursanız bir binanın belki altına girebilirsiniz ama ısınma imkânı yok. Sadece burada ısınma imkânı vardı, başka binalarda böyle bir şeyin sağlanıp sağlanmadığının bilgi anlamında sağlamasını yapmadım. Ama böyle bir ısınma olsa o çocuğumuz ölmezdi, ıslak elbiseler üzerinden battaniyeye sarılınca gece Hipotermi geçirmiş ve ölmüş. Yani o kadar battaniye çağrısı yaptık ki! Önce su dedik, ekmek dedik sonra battaniye dedik. Ben hastaneye çorba dağıtmak için gittiğimde -ikinci akşam bir yandan çağrılar geliyor doktorlarımız aç diye- şaşırmıştım. Morgda değil, battaniyeye sarılmış koridorlarda onlarca ceset vardı. Bize dedikleri şu; ne olur battaniye getirin, battaniye zaten bulunuyordu ama bir yandan da kefen çağrısı yapıyorduk. Kefen yetişmiyordu, battaniye yetişmiyordu. Ben okulumdaki tüm battaniyeleri depremden üç saat sonra üstü ıslak herkese dağıttım, depodaki battaniye bitti.

-Sistematik bir şekilde ilk yardım nasıl geldi?

– İkinci gün akşam olmadan, Adana’dan gelen ekiplerimiz ilk yardımı bize getirdiler. İnsan Vakfı, ilk günden itibaren çok güzel bir şekilde organize oldu. Adana merkez de lojistik merkez olarak belirlenmişti. Oradan kardeşlerimize çağrı yaptığımız ne varsa ilk günden itibaren ulaştırmaya başladılar.

-Siz çocuklarınızla depremden sonra çarşıya gittiniz mi? Nasıldı çarşı?

-Çarşı tamamen yıkılmıştı. Çarşıdaki yıkımdan çok ürktü çocuklar, koca koca binalar hiç yok. Ebrar siteleri çok büyük bir yerdi, içinde kaç bina var bilmiyorum, belki on belki daha fazla hepsi yerle bir olmuştu.

-Yardımlar geldiğinde iş yapmaya çalışırken ne gibi sorunlar yaşandı

-Büyük bir afete çok da hazırlıklı olmadığımızı gördüm. Çünkü bu tür durumlarda, sanırım devletin ilk andan itibaren tüp gaz firmalarına ya da benzin istasyonlarına doğrudan kayyum atayarak hatta büyük marketlere de müdahale ederek hareket etmesi gerekiyordu. Çünkü marketler 12. günde de kapılarını halka açmadılar, bunun çok büyük bir vebal olduğunu düşünüyorum. Ben bir okul müdürüyüm, bana emanet edilen şu kaleyi ilk günden itibaren halka açtım ve hâlâ burada yaşıyorum, ölümün kokusunu alıyorum bir yandan ama her şeye rağmen buradan çıkmıyorum halka cesaret olsun diye. Sürekli burada hizmet ediyoruz. İlk kez dün taziyeye çıktım. 13 akrabam vefat etti, ben taziyeye gitmedim. Burayı bırakamadım, çünkü burada bulunmam farz-ı ayn diye düşünüyordum, memlekete gidip cenaze namazına katılmam ise farz-ı kifâye idi. O yüzden bu farz-ı aynı hiç terk etmedim. Herkes kalesini sağlam tutsaydı, marketçi insanlara hâlâ ürün sağlayabilirdi, marketinde var olanı bile ulaştırabilirdi ama bunu yapmadılar. Bunu yapmamaları halka çok büyük zarar verdi, halkın hissiyatını bozdu, bu anlamda belki devlet erkinin gücünü kullanarak bu tür acil durumlarda kişilere keyfi serbestiyet vermemesi gerekir. Geçmiş zamanlardan tanışık olduğum mesleği operatörlük olan bir veli beni aradı. Niye şehri terk etmedin, diye sordu. Ben buradan çıkmayı izzetsizlik olarak addediyorum, şerefsizlik olarak addediyorum dedim. Biraz ağır oldu ama bu şekilde gitmektense şerefli bir ölümü tercih ediyorum, dedim. Tüm çaresizlere el uzatacak bir sevap vermiş Allah. Gökten sevap yağıyor yani öyle düşünün. Birinin elini tutmak, bir çorba vermek, hiç bu kadar kıymetli olmamıştı. Belki hayatımızda çok kıymetli olan markaların, lüks araçların, lüks evlerin hiçbirinin kıymetinin olmadığının, bir insana el uzatabilmenin çok kıymetli olduğunu insanlar iliklerine kadar hissettiler. Yani Kur’an’da ve Sünnet-i Seniyye’de bize değer olarak sunulan hakikatleri hissetme fırsatları oldu insanların. Sivil toplum teşkilatları, devlet erkânına rapor sunmalı ki biz bir yandan o raporu sunmaya çalışıyoruz arkadaşlarla. Hiç kimse keyfe mâ yeşâ hareket edememeli. Mesela ben bir hal esnafı olsam, tırları şehrin on beş ayrı noktasında konuşlandırırım; her birine iki tane genç koysanız ürünü tartar, parayı verir, bu kadar. Velev ki satacaksa da olur, hani satmayıp bu on tırı bağışlasa ne olurdu! Büyük bir esnaf olsanız bu şehirde, hep bu şehrin halkından kazanmışsınız zaten, bugün afete düşmüş, çaresiz kalmış, satın alacak bir şey bile bulamıyor. İnsanlar o kadar güzel kalpliler ki gidip de bir mekânı talan etmiyorlar. Bir çaresizlik içerisinde dönüp duruyorlar “acaba bir şeyler bulabilir miyiz, acaba bir esnaf açmış mıdır?” diyerek. Eğer esnaf olmuş olsam, hakkaniyetli bir insan olarak direkt bunu yapardım. Arkadaşlara da söyledim: Abi bak, senin yapacağın iş bu. Hemen tırları göndereceksin, halka arz edeceksin. Bu çaresizlikte halkı bırakamazsınız, buna hakkınız yok, bu zulümdür. Hz. Osman’ın (r.a) hikayesini biliyorsunuz. Bin deve yükü gıda getiriyor ve diyorlar ki bize sat. “Yok sizden daha çok veren var” diyor. Fiyatı artırıyorlar. Yine “sizden daha çok veren var” diyor. Derken Peygamber Efendimiz’e (sav) şikâyet ediyorlar. O da “Osman böyle bir şey yapmaz” diyor ve Hz. Osman’ı yanına çağırıyor. Neden böyle bir şey yaptığını soruyor ona. O da “Ya Resûlullah, ben sizden daha çok veren var dedim ama Allah her şeyin karşılığını çok yüksek vereceği için dedim, çünkü ben tüm gıdayı bütün halka bağışlamayı planladım” diyor ve halka ücretsiz olarak arz ediyor hepsini. Bizim böyle bir anlayışa ihtiyacımız var ve biz, böyle bir anlayışla işe koyulduk. Hiçbir şeyin hesabını tutmadım. Battaniyeleri dağıttım. Yiyecekleri de dağıttım. İkinci gün halka kahvaltı verdim, çay dağıttım, araçlara çay servisi yaptım. Elimize aldık kahvaltılıkları, sokaklarda dağıttık. O kadar mutlu oluyor ki insanlar. Buna şu an artık daha profesyonel bir şekilde ihtiyaç var. Vakıflar bu devletin, bu toprakların asıl sahipleri. Devlet erkânı, makam sahipleridir ama asıl sahipleri değildir, sadece atanmışlardır. Çünkü biz vakıf olarak çalışmaya başladık, biz şehit olarak şurada ölmeyi, bu şehrin dışında sefa sürmeye, onlarca yıl yaşamayı burada bir gün yaşamaya tercih ettik. Mesela bunun farkında olmayan atanmış bürokratlar, benzin vermediler.

Son olarak şunu söylemek isterim; bütün zorluklarına rağmen deprem mahza hepimiz için hayr olduğunu düşünüyorum. Bir kere depremin 12 şiddetine çıkmaması Allah’ın sonsuz kudretinin göstergesidir. Yani kıyamete ramak kala bu işin durdurulması Allah’ın sonsuz güç ve kudretiyle bize çok büyük merhametle ve yeni bir hayat bahşetmesinden dolayı, Allah’a sonsuz hamdu senalar olsun. Ayrıca İslam kardeşliğinin, hiçbir paranın geçerli olmadığı yerde altından da, mücevherden de tüm dünyevi olarak ifade edilen servetlerden de çok daha kuvvetli, çok daha büyük bir şey olduğunu biz yaşayarak gördük. Rabbim yeniden kardeş olduğumuzu hatırlattı bu vesileyle.

Bir de ben şunu çıkarıyorum buradan: “Em hasibtum en tedhulû-lcennete ve lemmâ ya’lemillâhu-lleżîne câhedû minküm veya’leme-ssâbirîn” “Siz zorluklarla karşılaşıp içinizden cihat edenlerle sabredenleri Allah belirlemeden cennete girivereceğinizi mi sanıverdiniz?” (Âl-i İmrân 142). İşte bu zorluk gerçek dostları ortaya çıkardı. Allah (c.c.) gerçek dostlarını tespit etti ve meleklerin tanıklıklarıyla ben inanıyorum ki Everest tepesi kadar aramıza gençler katıldı. Ben onlara nasihat ediyorum; bak Everest tepesi kadar iyilik ve sevap biriktirdin, lütfen bu sevabı eritmeyin. Bunun üstüne istikametle devam edin, diyorum. Bu kardeşlik, dünyadaki en büyük imkândan bile büyük bir şey oluşturdu.

-Siz bu çalışmaları yaparken sizi işi bıraktıracak derecede karşılaştığınız tavırlar oldu mu?

-Evet, karşılaştık. İkinci gün biz sıcak çorba üretimine başladığımızda, üçüncü gün için dediler ki ne kadar üretebilirsiniz. Biz ilk gün üç bin kişilik çorba yaptık. İkinci gün, hedefimiz altı bin kişilik üretmekti. Üçüncü gün için ise on bin kişilik hedef koyduk. Ve bunların hepsini elhamdülillah gerçekleştirdik. Ama Milli Eğitim şube müdürü aradı, biz burada çırpınıyoruz, bakanlık başmüfettişi arkadaşım vardı, o da buraya görevlendirilmiş, geldi. İlk anda Afyon’dan organize olmuşlar, yardım tırıyla geldiler. Her şeyi bilfiil görüyordu burada. Akşam oldu, bize dediler ki yarın şu kadar çorba yapacaksınız, biz de o çorbayı ayarladık. Dağıtımını onlar yapacaklarını söylemişlerdi. Fakat gelip almaktan aciz oldukları için gelip almayı becerememişler. Akşam arayıp sordular ne yaptınız vesaire diye. Sonra da 6000 kişilik çorba yapacağınızı söyleyip 600 kişilik çorba yapıyorsunuz, dedi. Tabii benim tepem attı, bağırdım, çağırdım. Sonra koordinasyon merkezindeki bir arkadaş, hocam bu zamana kadar çok sakin çalıştınız ama böyle bir tarafınızı da şimdi gördük, dedi. Ben söylenmesi gereken her şeyi söyledim. Bakanlıktan yetkili bir arkadaşımı aradım, ertesi gün hepsi özür dilediler. Ama tabii moral ve motivasyonumuzu çok ciddi anlamda bozdu. Günlük tutanak tutuyoruz; kaç ekmek çıkardık, ne kadar çorba dağıtılmış, hepsi kayıt altında. O günden beri bana Memduh hocam diye hürmet ediyor ama ben o kişinin görevinden alınmasını istedim. Bu kişi, AFAD koordinasyon merkezi ile bizler arasında iletişimi organize etmekteydi. Elhamdülillah o günden sonra tavırları tamamen değişti, bazen işte böyle insanın sert tarafını da göstermesi gerekiyor.

-Allah sizden razı olsun hocam.

-Allah sizden de razı olsun, iyi ki geldiniz. Neredeyse kıyameti yaşamış bir şehre gelmeniz gerçekten çok kıymetli.