Kudüs, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yaklaşık 400 yıl Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kaldı. 1918 yılının sonlarına doğru yani Osmanlı’nın savaşı kaybettiği günlerde İngiltere’nin ilan ettiği Balfour Deklarasyonu’yla Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasına karar verildi. Bu tarihten Milletler Cemiyeti’nin taksim planını kabul ettiği 1947 yılına kadar yeni bir devletin altyapısı hazırlandı.
Metin MUTANOĞLU

İsrail ile Filistin arasında çözülemeyen dört temel sorun var. Bunlar; sınır sorunu ve durmaksızın genişleyen Yahudi yerleşim alanları, Kudüs’ün statüsü meselesi ve diasporadaki Filistinlilerin geri dönüş hakkı.
İsrail’in resmi ilanından yani 1948’den bu yana çözülemeyen ve hiçbir uluslararası barış girişiminde çözüme dair en ufak umut görülmeyen dört temel konu, işte bunlar. Her bir başlık, tek tek incelendiğinde çözümsüzlüğün hangi taraftan kaynaklandığı da açıkça görülüyor. Bundan dolayıdır ki FKÖ lideri Yaser Arafat, verilen bütün tavizlere rağmen tünelin ucunda bir ışık görememiş ve hayatının son günlerinde İsrail yönetimine karşı en ağır ifadeleri kullanmıştı. Zira Arafat’ın bizzat kendisi İsrail yönetimiyle yapılan pazarlıklar neticesinde herkesin kabul edeceği makul bir anlaşmaya ulaşılacağını düşünüyordu. Son olarak Ramallah’taki karargâhının, kendisi içerideyken İsrail tankları tarafından bombalanması sırasında gerçeği, en çıplak haliyle idrak etmişti.
Bu dört sorun, Ortadoğu barışının önündeki en önemli engelleri teşkil ediyor. Her biri, ayrı ayrı ele alınmayı hak ediyor. Örneğin sınır sorunu, İsrail tarafından görmezden gelme politikasıyla giderek genişleyen bir işgali tanımlıyor artık. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Eylül 2019’da BM kürsüsünden gösterdiği haritalarda Filistin’in nasıl giderek yok edildiği ve 1948 yılında çizilen haksız haritaların bile çok çok gerisinde kaldığını gösteriyor ve dünyanın dikkatini bu hukuksuzluğa çekmeye çalışıyordu. Erdoğan, bu sınır tanımayan haksızlık karşısında şunları söylüyordu: “Sene 1947, neredeyse burada İsrail yok gibi, tamamı Filistin. Sene 1947 paylaşım planı var ve Filistin küçülüyor, İsrail büyüyor, Filistin küçülüyor. Geliyorum 1967’ye. 1949’la birlikte İsrail büyüyor, Filistin küçülüyor. Geliyorum bugüne. Güncel durum şu an artık adeta Filistin yok. Neredeyse tamamına yakını İsrail. İsrail doyuyor mu? Hayır doymuyor. İsrail şimdi de kalanını almanın gayreti içerisinde. Peki Birleşmiş Millet Güvenlik Konseyi’nin, BM’nin İsrail ile almış olduğu bunca karar var. Bu kararlar uygulamaya geçiyor mu? Hayır geçmiyor. Peki o zaman BM ne işe yarıyor?”
Bugün İsrail yönetiminin, aldığı tek taraflı kararlar sonucu inşa ettiği yeni yerleşim yerleri, adım adım Filistin’i yok ediyor ve onu Batı Şeria’nın ve Gazze Şeridi’nin dar alanlarına hapsediyor.
Bir diğer konu Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı. İsrail devleti kurulmadan yıllar önce silahlı Yahudi çetelerinin yürüttüğü tedhiş saldırıları ve işlenen acımasız katliamlar nedeniyle evlerini terk edip Gazze ve Batı Şeria ile komşu ülkelere sığınmak zorunda kalan 750 bin civarındaki Filistinli, bugün itibariyle 6 milyona ulaşmış durumda. Bunun yaklaşık 4 milyonu komşu ülkeler ve Avrupa’da yaşıyor. İsrail yapılan bütün görüşmelere rağmen zor koşullarda mülteci kamplarında yaşayan milyonlarca Filistinlinin, babalarının topraklarına dönmesine izin vermiyor. Bunun temel nedeni ise nüfus oranının bu coğrafyadaki Yahudi nüfusunu geçme ihtimali. Şöyle bir hesap yaptığımızda durumun İsrail açısından nasıl korkutucu bir konu olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bugün itibariyle İsrail nüfusu, resmi rakamlara göre 9,5 milyon civarında. Bunun 7 milyonunu Yahudiler oluşturuyor, en az 2 milyonu ise Araplardan meydana geliyor. Batı Şeria’da yaklaşık 3 milyon Filistinli var. Gazze Şeridi’nde ise neredeyse nüfus 2 milyona yaklaşmış durumda. Yani Filistin topraklarında bugün itibariyle 7 milyon civarında Müslüman Arap yaşıyor. Yurtdışındaki 4 milyon Filistinlinin geri dönmesi, bölgedeki nüfusu İsrail aleyhine dönüştürerek 11 milyon civarına çekecek. Yani Yahudi nüfusundan 4 milyon daha fazla bir nüfus oluşacak. Bu demografik dönüşüm, Filistin halkının daha güçlü olmasını sağlayacak. İşte bu nedenle İsrail geri dönüş hakkı konusunda kapıyı bugüne kadar hiç açmadı. Bu durum, “Barış görüşmeleri neden başarısız oluyor?” sorusunun yanıtlarından biridir.
Ve Ortadoğu barışının önündeki en büyük engellerden bir diğeri, Kudüs meselesi.
Öyle bir şehirden bahsediyoruz ki, tarihi binlerce yıla dayanıyor. Dünyanın en eski şehirlerinden biri. Üç semavi din için de kutsal. Antik çağlarda bile uğruna büyük savaşların yapıldığı, haçlı seferlerinin ana tetikleyici unsuru. İslam’ın ilk kıblesi ve üç kutsal mescitten biri olan Aksa Camii’nin üzerinde kurulduğu toprak. Yahudiler için ikinci tapınağın kalıntılarının olduğu şehir. Hristiyanların kutsal doğum kilisesinin ev sahibi. Asırlardır devam eden Kudüs’e hâkim olma gayesi bugün de aynen devam ediyor. Müslümanlar gibi Yahudiler de Kudüs’ü kendi kadim şehirleri olarak görüyor. Kudüs’ü işgal altında tutan İsrail yönetimleri bugüne değin gerçekleşen bütün barış görüşmelerinde bu şehirle ilgili başlıkları genellikle ileri tarihlere bıraktıran bir politika güttü.
Kudüs, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yaklaşık 400 yıl Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kaldı. 1918 yılının sonlarına doğru yani Osmanlı’nın savaşı kaybettiği günlerde İngiltere’nin ilan ettiği Balfour Deklarasyonu’yla Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasına karar verildi. Bu tarihten Milletler Cemiyeti’nin taksim planını kabul ettiği 1947 yılına kadar yeni bir devletin altyapısı hazırlandı. 1948 yılında yaşanan ilk Arap-İsrail savaşlarının merkezinde Kudüs vardı. Arap ülkelerini harekete geçiren en büyük motivasyon, Mescid-i Aksa’nın işgal altına alınması endişesiydi. Zira 1947 yılındaki taksim planında Milletler Cemiyeti aldığı 181 sayılı kararla Kudüs’ü Uluslararası Bağımsız Şehir olarak tanımlayıp kendi himayesine almıştı ama Tel Aviv’i başkent ilan eden İsrail’in hedefi bir gün Kudüs’ü gerçek başkent olarak kabul etmekti.
İsrail bu hedefine 1967 yılında yaşanan Arap-İsrail Savaşı sonunda daha fazla yaklaştı. Ürdün ordusundan şehri alan İsrail güçleri, şehir üzerinde tam bir hakimiyet kurdu. Bundan sonra Kudüs’ün başkent ilan edilmesine doğru hızlı adımlar atıldı. 1973 yılında yaşanan Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’in ABD ve Avrupa’dan gelen yardımlarla Mısır ve Suriye ordularını durdurması, Tel Aviv yönetimine büyük bir özgüven verdi. 1980 yılında İsrail meclisi Knesset’te alınan bir kararla BM’nin 181 sayılı kararı yok sayılarak Kudüs başkent ilan edildi. İsrail yönetimleri 1993’ten beri kurulan bütün barış masalarında bu konuyu sürekli tartışma dışı tutmaya çalışarak, Kudüs’ün de facto başkent statüsünü sürdürdü. Filistin tarafı Kudüs’ün oldubittiyle yahudileştirilmeye çalışıldığına dikkat çekse de bu adımların önüne geçemedi.
Burada Birleşmiş Milletler’in rolüne de değinmek gerekir. İsrail, Kudüs ve BM konusu gündeme geldiğinde, bütün dünyayı uyutan ve uyuşturan bir kısır döngüden söz edilebilir. Zira yukarıda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı serzenişe de atıfta bulunarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: BM’nin neredeyse kurulduğu 1945’ten bugüne kadar 78 yıldır İsrail’in bütün yasadışı tasarruflarına karşı sadece kınama kartını kullanması, belki de İsrail açısından en avantajlı ortamı sağladı. İsrail bir yandan BM tarafından alınan neredeyse hiçbir karara uymazken, diğer yandan tek taraflı olarak attığı adımlarla bütün dünyanın vicdanını yaralayacak sivil katliamlara imza atmaya devam ediyor.
Bugün Ortadoğu sorununun çözümü konusunda Filistin ve bağımsız halklar umutlarını kaybetmek üzere. İsrail devleti bütün kamu kurumlarını Kudüs’e taşımış durumda. Bu oldubittiyi resmi hale getirmek için Trump’ın yolsuzluklarla sıkıştırıldığı son günlerinde ona Kudüs’ü başkent ilan ettirmek de bir planın parçası olsa gerek. 2017’nin aralık ayında bizzat Kudüs’e giderek bu şehri BM kararlarına aykırı olarak İsrail’in başkenti olarak tanıyan Trump’a karşı Türkiye’nin öncülüğünde İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı, konuyu BM gündemine getirerek 9 evet oyuna karşı 128 hayır oyu ile Kudüs’ün BM statüsündeki yerini koruma altına aldı. Ne var ki bu güçlü duruşa rağmen İsrail’in de facto başkenti, tartışmalardan uzak devam ediyor.
Ortadoğu’da barışın uzak bir ihtimal olarak kalmasının altında işte bu temel sebepler ve İsrail’in attığı tek taraflı adımlar yatmaktadır. Başta ABD olmak üzere bazı Batılı ülkelerin, bir yandan İsrail’in neredeyse her adımını desteklemesi öte yandan barış girişimlerinde bulunulması, en hafif tabiriyle, oyalamaca olarak tanımlanabilir. BM mevcut yapısıyla kendi kararlarının ihlaline dahi müdahale edemeyecek bir acziyet içerisindedir. Kudüs, mevcut statüsüyle bir İsrail kentine dönüştürülürken bu şehirde yaşayan Araplar da siyasi ve idari uygulamalar nedeniyle gitgide köşeye sıkıştırılmaktadır. Kudüs’ü kaybetmemek için İslam dünyasının çok daha aktif politikalar uygulaması gerekmektedir. En azından Doğu Kudüs’ün mevcut halini bile korumak, bu anlamda bir başarı olacaktır.