Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra var olduğu sürece Kudüs’ün İslami kimliğinden soyutlanamayacağını bilen İsrail için öncelikli tehdit bu yapılardır. İsrail, yıktığı Müslüman yerleşimlerin yerine inşa edilmek üzere, “Davut Sitesi”, “Tevrat Parkı” ve “Hoşgörü Müzesi” gibi kendi kitlesi açısından sempati toplayan projeler geliştirerek yıkım siyasetine destek almaktadır.
Ahmet Emin DAĞ
Dr., İNSAMER Başkanı

Siyonist rejim, Filistin’de işgale başladığı günden bu yana sürekli bir genişleme politikası izlemektedir. Yerleşik uluslararası hukuka aykırı biçimde yürütülen bu ilhak siyasetinin en önemli destek ve dayanağını da ironik biçimde bu uluslararası hukuku yazmış olan Batılı ülkeler oluşturmaktadır. Küresel sistemden yana eli rahat görünen İsrail, kendi yerleşimcilerine yaşam alanı açmak üzere ilhak politikalarını sadece Batı Şeria ve Gazze ile sınırlandırmamış, BM’nin 181, 242 ve 338 numaralı kararlarına aykırı bir şekilde Kudüs’ü de katarak İslam’ın en kutsal mekânlarına gözünü dikmiştir.
Siyonistler; dini, tarihsel ve kültürel tezleri öne sürerek kentin binlerce yıllık İslam (ve kısmen Hristiyanlık) geleneğini silmek üzere sistemli bir politika yürütmektedirler. İsrail uygulamaya koyduğu idari ve sosyal değişikliklerle kenti tamamen bir Yahudi kimliğine dönüştürmeyi hedeflemektedir. İsrail, Lahey Düzenlemeleri (Md. 43) ve Cenevre Konvansiyonu’na (Md. 64) göre, Doğu Kudüs’te egemen yasa koyucu gibi davranamayacağı ve kendi hukukunu dayatamayacağı halde tüm kent sakinlerine karşı bunu zorla uygulamaktadır.
Kudüs’te sistemli bir dönüşüm gerçekleştiren Siyonistler, bir taraftan bunu İslami eserlere yönelik yıkım ve kazılar aracılığı ile “arkeolojik çalışma” adı altında yürütmektedir. Bunun bir adım ilerisinde kentin İslam ve Hristiyanlık dönemleri öncesine ait Yahudi kalıntılarının gün yüzüne çıkarılması ve gerekirse yeniden inşası bulunmaktadır. Öte yandan ise, bu tür fiziki düzenlemelere ilave olarak kente yönelik en büyük tehdit demografik değişimle ilgili yürütülen süreçtir. Kentin Müslüman nüfustan arındırıp yerlerine Yahudi yerleşimcilerin getirilmesi politikası, Kudüs’e yönelik en ciddi varoluşsal tehditlerden birisidir.
1948 yılında Batı bölgeleri işgal edilen Kudüs kentinin Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu doğu kesimi 1967 yılında Siyonistlerin işgaline girmişti. Bu tarihten itibaren kente yönelik planlarını sistemli biçimde uygulayan Siyonistler, ilk büyük hamlelerini 21 Ağustos 1969 tarihinde yaptılar. Yahudi bir fanatiğin öncülüğünde bir grup Siyonistle, Mescid-i Aksa’ya sabotaj düzenleyerek caminin önemli bir kısmını tahrip ettiler. Bunun üzerine tüm İslam dünyası liderlerinin tepki göstermesi, bu liderlerle önemli (!) askeri işleri olan Amerika’yı İsrail’e karşı baskı uygulamaya zorlayınca süreç duraksadı.
Çok geçmeden 1970-1972 arasında Mescid-i Aksa’yı çevreleyen surların hemen altında bu kez arkeolojik çalışma adı altında tünel kazılarına başlandı. Güney ve batı kesimlerinde başlayan kazılarda cami sınırlarının içine girilerek, yaklaşık 13 metre altta bazı oyuklar açıldı. Batı tarafındaki duvarların altında yer alan yeni kazılar, 1974’ten başlayarak 1976’ya kadar sürdü ve aralarında Ubade bin Samit ile Şeddad bin Evs gibi sahabi kabirlerinin de bulunduğu Müslüman mezarlığının yok edilmesi ile devam etti.
Süleyman Mabedi’nin kalıntılarını arama bahanesiyle yürütülen kazılarda 1977 yılından itibaren caminin kadınlar bölümünün tam altına ulaştılar. Ağlama Duvarı yönünden kazılarını sürdüren Siyonistler, 1979 yılında Mescid-i Aksa’yı zemin altından doğu-batı yönünde ikiye böldüler. Yine aynı yıl yapılan resmi açılışla, tünel içinde küçük bir Yahudi ibadethanesi kullanılmaya başladı.
1982 yılından sonra başlayan yeni kazı ve yıkım çalışmalarında, çevredeki bazı Arap sakinlerin evleri kamulaştırıldı ya da doğrudan doğruya Yahudi yerleşimcilere verildi. 1994 yılında Siyonist Kudüs Belediyesi, “Kudüs 2020” projesini kabul ederek, Aksa’nın çevresindeki Müslüman nüfusun tahliyesi sürecini hızlandırdı.
Ocak 1999 tarihinde Mescid-i Aksa’yı Süleyman Mabedi’ne dönüştürme yolunda İsrail kamuoyunda resmi tartışmalar başlatıldı ve sonraki günlerde yapılacak provokasyonlara ortam hazırlandı. Çok geçmeden, Temmuz 2000 tarihinde toplanan İsrail parlamentosu, Kudüs’ün “İsrail’in ebedi başkenti” olduğunu, yasa maddesi haline getirdi. Vakit kaybedilmeden Kudüs Belediye başkanlığı, Harem-i Şerif bölgesinde Yahudilere de ibadet izni verilmesi konusunda lobicilik çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Eylül 2000 tarihinde dönemin muhalefet lideri Ariel Şaron tarafından yapılan provokatif Aksa ziyareti, Aksa intifadasının başlamasına neden oldu. Yaşanan olaylarda birkaç yıl içinde 5 binden fazla Filistinli hayatını kaybetti. Ancak bu hamle yakın tehdidi ortadan kaldırmış olsa da Yahudi grupların bundan sonraki ziyaretlerini tamamen önleyemedi. O tarihten itibaren günün belirli saatlerinde Yahudi grupların cami haremine girmelerine güvenlik desteği ile göz yumulmaya başlandı.
2007 yılından itibaren caminin batı yanındaki Babü’l-Mağaribe’de başlayan yıkımlar dünyadan gelen tepkiler ve Türkiye’den giden uzman heyetin olumsuz raporuna rağmen hız kesmiş olsa da tamamen durdurulamadı. 2008 yılı sonundan itibaren Aksa Camii’nin çevresindeki mahalleleri boşaltmaya başlayan Siyonist yönetim, Silvan, Şeyh Cerrah ve Butsan mahallelerinde, Müslümanlara ait çok sayıda evi tahliye etti.
2009 yılında Kudüs belediyesi aldığı karar ile Yahudi gruplarca harem bölgesine yönelik günlük rutin turlar başlatıldı. 2011 yılındaki Arap baharı süreci ise işgalcilere adeta altın bir fırsat sundu. Olayların trajik boyutlara ulaşması nedeniyle dünya kamuoyunun dikkati farklı önceliklere yönelirken, İslam dünyasının da kendi içindeki çatışmaları nasıl önleyeceğine odaklanması, Siyonist işgalcilerin Kudüs’e yönelik eylemlerine cesaret verdi. Sistemli biçimde yürüttükleri fiziki yıkım ve insan yerleştirme politikalarını artırırken, ABD Başkanı Trump’ın Mayıs 2017’deki son ziyareti, Benyamin Netanyahu kabinesine adeta bir onay olarak kabul edildi. Çok geçmeden işgalci hükümetin kabinesi Aksa Camii’nin altında kabine toplantısını yaparak bu konudaki pervasızlığını gösterdi.
Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra var olduğu sürece Kudüs’ün İslami kimliğinden soyutlanamayacağını bilen İsrail için öncelikli tehdit bu yapılardır. İsrail, yıktığı Müslüman yerleşimlerin yerine inşa edilmek üzere, “Davut Sitesi”, “Tevrat Parkı” ve “Hoşgörü Müzesi” gibi kendi kitlesi açısından sempati toplayan projeler geliştirerek yıkım siyasetine destek almaktadır. Hedef; Aksa çevresinde kümelenmiş ve adeta camiyi koruyan Müslüman mahallelerin yıkılarak yerlerine Yahudilerin yerleştirilmesi ve Aksa’nın savunmasız bırakılmasıdır.
Mekân olarak büyük bir tehdit altında bulunan Kudüs’teki Müslüman halk, işgalin birebir muhatabı ve mağdurudur. Uzun yıllardır devam eden baskı siyaseti ağırlaşarak sürmektedir. Filistinlilerin topraklarının müsaderesi, evlerinin yıkılması, Yahudi yerleşim yerlerinin inşası, ikamet ve ruhsat işlemlerinde Müslümanlara ayrımcılık yapılması sonucu, Kudüs’te demografik yapı Yahudi yerleşimcilerin lehine değişmektedir. Yahudi nüfus 1948 öncesinde, Kudüs nüfusunun %10’unu oluştururken, bu oran hali hazırda %70’e ulaşmıştır. Bunda ekonomik kısıtlamalar, utanç duvarı ve Müslüman halka yönelik baskı siyasetinin artması sonucu yaşanan zorunlu göçler etkilidir.
Kentin asli unsurlarından ve yerlilerinden olan Filistinlilere, “daimi ikamet” adı altında geçici belgeler vererek Müslümanların varlığını “yerli” kavramı üzerinden değil “ikamet” kavramı üzerinden yorumlayıp, her an sınır dışı etmeye müsait bir konumda tutmaktadır. İsrail’in 2020’ye kadar uygulamaya koyduğu “Nüfus Denge Politikası” çerçevesinde Yahudi yerleşimcileri sayısını azami ölçüde arttırmak ve mevcut Filistinli sayısını sıkı ikamet politikalarıyla ve “sessiz transfer” denilen sürgünlerle asgari seviyeye indirmek, yer almaktadır.
İşgal altındaki Kudüs’ü Zorunlu Sürgün Politikaları ile Müslümanlardan arındırma hedefine uygun olarak sistematik ve ayrımcı bir şekilde Filistinlilerin evlerinin yıkılması, oturma izni verilmemesi ve zorunlu kamulaştırmalar yoğun şekilde uygulanmaktadır. Aynı çerçevede, Filistinlilerin oturma izinlerinin keyfi biçimde iptal edilmesi, aile birleşimlerinin ve çocukların nüfusa kayıt işlemlerinin ciddi şekilde zorlaştırılması dikkat çekmektedir. İsrail’in sistemli işgal politikası sonucunda Doğu Kudüs’ün %35’i zorla istimlak edilmiş ve sadece %13’ünde Filistin yerleşimine müsaade edilmektedir. %20 oranında olan yeşil alan ise siyonistlerin elinde ve kontrolünde bulunmaktadır.
Yıldırma siyasetinin bir parçası olarak İsrail İçişleri Bakanlığı’nın oturma belgelerini istediği gibi iptal etme hakkı bulunmaktadır. Nitekim 1967’den beri 14500’den fazla oturma belgesi iptal edilmiştir.
Kudüs için verilen mücadeleyi bu kentte yaşayan Müslümanların omuzlarına yükleyerek bir çözüme ulaşılamayacağı artık anlaşılmıştır. Bu nedenle sivil inisiyatiflerin ve hukukçuların başını çektiği küresel bir mücadele yürütülmelidir. Hali hazırda UNESCO ve BM nezdinde yürütülen hukuki süreçlere ilave olarak İslam ülkeleri temsilcilerinin birlikte hareket ederek siyonistlerin oldubittilerini önleyecek girişimleri artırmalıdır.