Kaşgar’dan Yükselen İlim-İrfan Yıldızları

Yusuf Has Hacib-Kaşgarlı Mahmud

Türkistan coğrafyasında zamanı ve mekânı aşan eserlerin ortaya çıktığı en önemli kültür ve medeniyet merkezlerinden biri Kaşgar’dı. Karahanlılara başkentlik yapan bu kadim şehir, İslam dünyasının en doğusunda bulunuyordu. Eskiden beri kültürlerin ve dinlerin buluşma noktası olan Kaşgar, Karahanlılarla birlikte İslam uygarlığı çerçevesinde şekillenen Türk uygarlığının da başkenti hâline geldi.

Erkan GÖKSU

Prof. Dr., Dokuz Eylül Üni. Edebiyat Fak. Tarih Bölümü

Türk düşüncesinin zaman ve mekân yolculuğunun en önemli kavşak noktalarından biri, Türklerin İslamiyet ile tanışmalarıdır. Gerçekten de Türklerin İslamiyet’i kabulü, Türk düşünce tarihinin gelişim sürecini etkileyen, hatta belirleyen bir faktördür. Zira genellikle teolojik veya dinî bir mesele olarak ele alınan din değiştirme, bireyler ve toplumlar için sadece teolojik veya dinî bir eylem değil, aynı zamanda psikolojik, sosyolojik ve kültürel yönleri bulunan bir dönüşüm ve değişim sürecini, kısaca “düşünce devrimi”ni ifade eder. Bu aynı zamanda Türkler için bir “yeniden toplumsallaşma” sürecidir ve hem bireysel hem de toplumsal anlamda kişilik sistemini, dinî inanç ve ibadetleri de içine alacak şekilde bir yeniden düzenleme anlamına gelir. Bu durumda din değiştirme, sadece “eski inançtan ayrılma” değil, birey ve toplumun mevcut düşünce dünyasını yeni din ve inanca göre yeniden inşadır.

İslamiyet’in Türk ruhuna, kültür ve medeniyetine kattığı değerlerle şekillenen Müslüman-Türk düşüncesinin ilk örnekleri, İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasının hızlanmasıyla, yani Oğuzlar, Karluklar, Yağma ve Çiğiller gibi Türk topluluklarının geniş kitleler halinde İslamiyet’i kabulüyle ortaya çıkmaya başladı. Özellikle Türkistan’ın kalbinde hüküm süren Karahan Devleti’nin, Satuk Buğra Han’la birlikte İslam kültür ve medeniyetinin temsilcisi haline gelmesi, kendilerine ait bir dilleri, tarih, kültür, medeniyet ve düşünce iklimine sahip Türkler arasında İslamiyet’in daha müesses bir hale gelmesine sebep oldu. Karahanlıların ardından Gazneliler ve Selçuklularla gelişerek devam bu sürecin sonunda, özü Türk, ruhu İslam olan çok kuvvetli ve zengin bir kültür ve medeniyet havzasının doğuşunu beraberinde getirdi.

Kendilerine has siyasi, askeri, kültürel ve medeni özellikleriyle güçlü bir şekilde İslam kültür ve medeniyet dünyasına giren Türkler, İhsan Fazlıoğlu’nun ifadesiyle “aklı ve vicdanı parçalanmış” olan İslam dünyasına sadece siyasî birlik ve düzen getirmekle kalmadılar. Yıllar içerisinde ortaya çıkan dinî ve fikrî okul, aralarındaki çatışmalar, itikadî ve fıkhî mezhepler, irfanî meşrepler, felsefî meslekler, tüm renkleri ve tonlarıyla, her türlü ifrat ve tefrit uçlarıyla kavramsal ve metafizik paradigmasını tamamlamışçasına her geçen gün sessiz ve durağan bir düşünce yörüngesine doğru sürüklenen İslam düşünce hayatına da yeni bir canlılık getirdiler. Farabi, İbn Sina ve Biruni gibi Türk kökenli filozoflarla felsefede, Ebu Hanife ve İmam Maturidi temsilcilerle fıkıh ve kelamda, Hoca Ahmet Yesevi’yle irfan ve tasavvuf cephesinde kendini gösteren Türk-İslam düşüncesi, zamanı ve mekânı aşan bir tertip meydana getirerek bedeni Türkistan, ruhu ise Mekke olan şehirler, binalar, yapılar ve eserler ortaya çıkardı.

Kaşgar

Türkistan coğrafyasında zamanı ve mekânı aşan eserlerin ortaya çıktığı en önemli kültür ve medeniyet merkezlerinden biri Kaşgar’dı. Karahanlılara başkentlik yapan bu kadim şehir, İslam dünyasının en doğusunda bulunuyordu. Eskiden beri kültürlerin ve dinlerin buluşma noktası olan Kaşgar, Karahanlılarla birlikte İslam uygarlığı çerçevesinde şekillenen Türk uygarlığının da başkenti hâline geldi. Bir yandan Arapçanın Ortaçağ’ın Latincesine benzer bir işlev kazanarak Türkistan’dan İspanya’ya kadar yayıldığı, bir yandan da Farsçanın özellikle Sâmânîlerin (819-1005) etkisiyle İran ve Maveraünnehir’de edebî ve diplomatik bir dil hüviyeti kazandığı bu dönemde Kaşgar, İslami dönem Türk edebiyatının ilk ve en önemli örneklerinin en önemli ve ilk örneklerinin verildiği yerdi. Kaşgarlı âlim ve edipler, Karahanlı Türkçesiyle kaleme alınan kitaplar, siyasetnameler, lügatler, satır arası Türkçe Kur’an tercümeleri, sair dini içerikli eserler ve Türk-İslam ruhunu yansıtan daha nice eserler, Kaşgar’ı tam anlamıyla bir kültür ve medeniyet menbaı haline getirdi.

Kaşgar’da doğan veya yolu bir şekilde Kaşgar’a düşerek buranın ilim ve irfan ikliminden faydalanan çok sayıda âlim arasında en meşhurları, eserini Kaşgar’da tamamlayıp dönemin Karahanlı hükümdarına sunan Kutadgu Bilig müellifi Yûsuf Hâs Hâcib ile ilk Türk sözlükçüsü, etnoloğu, halkiyatçısı, toponomastı ve coğrafyacısı olarak nitelendirebileceğimiz Dîvânu Lügati’t-Türk müellifi Kaşgarlı Mahmud’du.

Reşid Rahmeti Arat’ın ifadesiyle 11. yüzyılda Türk coğrafyasında kaleme alınan bu eserden Kutadgu Bilig, bu dönem Türk dünyasının iç cephesini tasvir ederken Dîvânu Lügati’t-Türk de dış cephesini ortaya koymaktaydı.

Yûsuf Hâs Hâcib ve Kutadgu Bilig

Eserine “Turanlıların diliyle” Kutadgu Bilig adını veren Yûsuf Hâs Hâcib, aslen Balasagunlu’dur. Yazdığı Türkçe manzum eser, Göktürk ve Uygur döneminin Türkçe yazma geleneğinin devamı olup İslamî dönem Türk edebiyatının en nadide örneklerinden birini teşkil eder. Kutadgu Bilig gerek dil ve üslup özellikleri gerekse mahiyeti itibarıyla okuyanı hayret ve hayranlığa götüren bir bilgi ve düşünce deryasıdır. O sadece Türkçenin bir dil hazinesi değil, Türk düşüncesini Türk kültür ve medeniyetini, devlet ve idare felsefesini, toplumsal ve ekonomik yaşamını, dinî ve tecrübî hayatını en parlak, en gerçek ve en derin yönleriyle yansıtan bir ayna gibidir.

Eserin yazarı Yûsuf’un hayatı hakkında fazla bilgimiz bulunmuyor. Onun hakkında bilinenler, Kutadgu Bilig’de kendi verdiği birkaç bilgi ile esere daha sonradan ilave edildiği anlaşılan manzum ve mensur mukaddimelerdeki kısa malumattan ibaret. Bu bilgilere göre Balasagunlu asil bir aileden geldiği, 50’li yaşlarında Balasagun’da yazmaya başladığı eserini 18 aylık bir çalışma neticesinde Kaşgar’da tamamlayıp 1069/70 senesinde Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Kara Han Ebû Ali Hasan b. Süleyman Arslan Han’a takdim ettiği ve eseri çok beğenen Hakan tarafından kendisine “hâs hâcib” ünvanı verildiği anlaşılıyor. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmeyen Yûsuf’un, eserini tamamladığında 50’li yaşlarda bulunduğu göz önüne alınarak 1009-1019 yılları arasında doğduğu, eserini tamamladığı 1069-1070 yılından bir müddet sonra da vefat ettiği tahmin ediliyor. Onun eğitimi, meslekî, ilmî ve devlet hayatı hakkında fazla bilgi olmasa da eserinde kullandığı dil ve üslup, temas ettiği konuların çeşitliliği, ele aldığı meselelere ilişkin görüş, yaklaşım ve değerlendirmelerinin derinliği, çok iyi bir eğitim aldığının bir göstergesidir. Bu eğitim neticesinde Türk dilini, Türk kültür ve tarihini, devlet geleneği, teşkilat ve müesseselerini, başta Kur’an ve hadis olmak üzere sair İslamî bilimleri, hatta Batı ve Doğu felsefesiyle cebir ve Öklid geometrisini bilecek derecede bir birikime sahip olmuştur. Bazı yazarlar onun İbn Sinâ’nın talebesi olduğunu ileri sürmüşlerse de bu husus teyit edilmiş değildir. Bununla birlikte onun sadece İbn Sinâ’dan değil Firdevsî, el-Bîrûnî, Fârâbî ve Ömer Hayyâm gibi çağdaşı âlimlerden haberdar olduğu ve onlardan faydalandığında şüphe yoktur.

Diğer yandan onun Kaşgar’a gelmeden daha önce de Türk yönetim anlayışı, devlet teşkilatı ve işleyişi hakkında geniş bilgilere sahip olduğu görülmektedir ki, bu durum da onun Balasagun’da veya başka bir Karahanlı şehrinde, hatta belki de doğrudan Karahanlı sarayında hizmette bulunmuş olması ihtimalini düşündürmektedir. Bu bakımdan Yûsuf Hâs Hâcib’i, sadece iyi bir edip olarak değil, aynı zamanda da o dönemin birçok ilminde malumat kesbetmiş çok yönlü bir âlim, son derece geniş ufka sahip bir entelektüel ve tabii ki devlet hayatı ve işleyişine vâkıf yetkin bir siyaset kuramcısı olarak nitelendirmek mümkündür.

Yûsuf Hâs Hâcib, Kutadgu Bilig’i önsöz ve giriş eklemeden 85 baba ayırmış, 6520 beyit halinde ve mütekarib vezninde öğretici bir destan ya da siyâsetnâme olarak yazmıştır. Esere sonradan biri mensur, biri manzum olmak üzere iki önsöz (mukaddime) ilave edilmiş olup bunlardan ilki baş tarafa 77 beyitlik bir giriş, sona 3 bâblık 125 beyit ve baştaki 77 beyitin sonuna, bu şekilde sayısı 88’e yükselmiş olan bâb başlıklarının dizininden oluşmaktadır. İkincisi ise ilk ilavenin başına getirilen 38 satırlık mensur mukaddimedir. Sonradan yapılan bu eklerle beyit sayısı 6645’e yükselmişse de sona doğru yer yer boşluklar vardır. En sondaki 3 bâblık ilave ise Yûsuf Hâs Hâcib tarafından yazılmıştır. Kutadgu Bilig’in yapısı, sahneye konmuş temsilî (alegorik) dört kişi arasında geçen bir münazaraya ya da atasözleri ve bilge deyimleriyle süslenmiş diyaloglu bir sahne yazısına benzer. Karşılıklı konuşma ve tartışma şeklinde düzenlenmiş olan eserde, sosyal ve siyasal düşünceler ileri sürülmekte ve çeşitli öğütler verilmektedir. Bunları desteklemek amacıyla atasözlerine, o devrin büyüklerine ait vecizelere başvurulmaktadır. Ayrıca özünü âyet ve hadislerden alan çok sayıda beyit mevcuttur ki, bu beyitlerin her biri, söz konusu âyet ve hadislerin günümüzde bile en duru, en güzel Türkçe tercümeleri mahiyetindedir.

Eserin dört temel karakterinden ilki hükümdar Gündoğdu (Kündoğdu) olup töre (kanun) ve adaletle özdeşleştirilmiştir. Vezir Aydoldu (Aytoldı) kut’u, vezirin oğlu Ögdülmiş yani Ögülmüş (övülmüş değil Türkçede akıl, anlayış anlamına gelen ög kelimesinden türeyen) akıl yani anlayış ve kavrayış kabiliyetini ve Odgurmış yani Uyanmış da kanaat, akıbet ya da sufilik/zahitlik mefhumunu temsil etmekte olup aslında o, bir bakıma töre, kut ve aklın tamamlayıcısı olan gönüldür.

İhsan Ayal Kutadgu Bilig’le ilgili şunları söyler: Türk-İslâm Medeniyeti tarihi açısından Kutadgu Bilig de en önemli “kurucu metin”, “üst metin”, “temel metin”, “asrını aşan metin” olması itibarıyla tarihimizde “başköşe”ye yerleştirilmeyi hak eden bir “eser-i muhalled”dir. Bu hususu teslim etmek, her Türk üzerine farz mesabesinde tarihî bir vecibedir.

Kutadgu Bilig üzerine önemli çalışmaları olan Fatih M. Şeker’e göre de “Türkistan’a ait bir dille tefekkür âlemimizin standartlarını yeni baştan mânâlandıran bu dört sembolik tip, Diyaloglar’da Eflâtûn’un fikirlerini dile getiren Sokrates gibi Yûsuf Hâs Hâcib’in düşüncelerini gündeme getirir. Bu şekliyle bütün bir felsefe tarihinin yörüngesini belirleyen Grek filozofun tavrı aktüel hâle gelir. Tarihimizin büyük metafizikçilerinden biri sıfatıyla karşıt kutupları çatıştırarak hakikati arayan mütefekkirimiz ‘biz düşüncelerimizi başkalarının dikkatinde, başkalarının kayıtsızlığında veya hiddetinde, hatta zulmünde yaşarız’ sözünü hayata geçirir.

Türkistan ikliminin bir terkibi olan, karşılıklı aynalar gibi birbirini yansıtan ve düşünce dünyamızın geçtiği yolu bütün aşamalarıyla tespit eden dört tip arasında cereyan eden tartışmada, Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife’de yaptığı gibi kavganın kendisinden çok elde edeceği zafere bakar. O bazen şaman formuna, bazen ârif şekline bazen hikmet sahibi hükümdar çehresine bazen de âlim kisvesine bürünür. Gâh Fârâbî olur gâh Mâtürîdî gâh Ahmed-i Yesevî ile Bahâeddîn-i Nakşibend’in geleceğini haber verir gâh hikmet sahibi hükümdar modelinin kemâl tipi olan Fatih Sultan Mehmet ile Yavuz Sultan Selim Han’ı müjdeler. Bir başka ifadeyle eserdeki her tip aslında mistik bir ruha sahip olan ve kaleme aldığı her şeyi hayatının tabiî bir parçası hâline getiren Yûsuf Hâs Hâcib’in bizatihi kendisini aksettirir. Bu demektir ki kurgu değil gerçek olan bütün bu tipler, kişinin kendi hikâyesine ne kadar sadık kalıp kalmadığı sorgulamaya açık olsa da tek bir karakter ve mizacın farklı tezahürleridir. Bu demektir ki, eseri şahsiyeti olan her müellif aslında kendi hayatını telif eder.”

Agop Dilaçar’ın ifadesiyle “genel amacı ülküsel ve tükel bir kişinin, ülküsel bir devletin ve başbuğun nasıl olması gerektiğini yurt başbuğuna ve yurttaşlara düşen ödevleri ve ahlak kurallarını bildirmek olan Kutadgu Bilig, bunun dışında da çeşitli mevzulara yer vermiştir. İnsan hayatının manası irdelenerek, fertlerin toplum ve devlet içindeki yerini belirleyen bir hayat felsefesi sistemi oluşturulmuştur”.

Diğer bir ifadeyle Yûsuf Hâs Hâcib eserde bir yandan ideal devlet ve toplum hayatını işlerken, bir yandan da gerçeğin içinde dolaşmış, temsilî karakterleri konuşturduğu diyaloglarda bir devlet ve işleyiş örgüsü sunmuş, üstelik sisteme dair eleştirilerini de açık bir surette dile getirmiştir. Bu bakımdan Yûsuf Hâs Hâcib’in, “semâvî şehrî” yeryüzünde kurmaya çalışan Fârâbî’nin ideal şehrini amelî bir nizamnâme hâline getirdiği ve siyaset düğümlerinin nasıl çözülebileceği usulünü öğrettiği söylenebilir.

Kutadgu Bilig, toplumu oluşturan fertler ile bunların görev ve sorumlulukları içerisinde dönemin hayat felsefesini de ortaya koymuş ve bir tiyatro ya da münazara şeklinde süren diyalogların her birini birer şiir, atasözü veya mesel şeklinde sunması ile de eserin sanatsal yönünü ve etki derecesini artırmıştır. Dolayısıyla eseri sadece devlet görevlilerine ahlak dersi veren kuru bir nasihat kitabı olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir. Bütün bunlara rağmen Kutadgu Bilig’in merkeze aldığı temel mefhumun “devlet” olduğu muhakkaktır. “Ey bu kitabı makbul bulan ve bu Türkçe esere hayretle bakan kimse. Bu kitap herkese yarar. Fakat en çok memleket ve şehirleri idare eden hükümdar için faydalıdır” diyen müellif, eserin esas amaç ve mahiyetini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bu noktada eserin adının Kutadgu Bilig olması da tesadüf değildir. Bu isim, çok eski bir Türkçe kelime olan “kut”un farklı şekillerde anlamlandırılması neticesinde günümüz Türkçesine “mutluluk, saadet, iyi talih, baht, şans, ikbâl, bahtiyarlık veren bilgi” şeklinde aktarılmış ise de kut’un asıl anlamının “siyasî hâkimiyet” ya da “siyasî hâkimiyet kudreti, devleti idare kudret ve salahiyeti” olduğu muhakkaktır. Kelimenin “iyi talih, şans, baht, ikbal, uğurluluk, saadet, mutluluk ve bahtiyarlık” gibi ikincil, üçüncül, dördüncül anlamlarının ise sonradan ortaya çıkan tali manalar olup kut’un gerçek anlamını yansıttığı söylenemez. Bu bakımdan Kutadgu Bilig’den bahsedilirken kut kelimesini “siyasî hâkimiyet” ya da “siyasî hâkimiyet kudreti” şeklinde değil de mutluluk ve saadet olarak anlamlandırmak, eserin mahiyeti ve kıymeti hakkında ciddi bir yanlış anlamaya ve algı kırılmasına sebep olacağından son derece yanlıştır.

Bu durum Kutadgu Bilig’in sadece ismi için değil, bütün eser için de geçerlidir. Eser metninde çok sık bir şekilde geçen kut kelimesinin de mutluluk, saadet ve diğer tali anlamlarıyla ifade edilmesi, beyit ve cümlelerin asıl manalarının dışında anlaşılmasına sebep olacaktır. Bu bakımdan hem genel anlamda Türk devlet anlayışında büyük yeri olan hem de Kutadgu Bilig’in ismi ve anahtar kelimesi vaziyetinde bulunan kut mefhumunun doğru anlaşılması için bu yanlış tercüme veya aktarım tercihlerine son derece dikkat etmek gerekir. Görüldüğü üzere Kutadgu Bilig, kimilerinin izah ettiği gibi “mesut eden, mutluluk veren bilgi” değil, “kutadmak” yani “kut sahibi kılmak” veya “kut’a eriştirmek” fiilinden yapılmış bir isimdir. Anlamı da “siyasî hâkimiyet/otorite bilgisi”, “devlet kılan/yapan bilgi”, “devletli olma, devleti idare etme bilgisi” veya en net ifadesiyle “hükümranlık/hükümdarlık bilgisi” şeklinde olmalıdır.

Kaşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lügati’t-Türk

11. yüzyılında Kaşgar’dan yükselip Türk-İslam âleminin her köşesine yayılan ilim ve irfan yıldızlarından bir diğeri de Dîvânu Lügati’t-Türk müellifi Kaşgarlı Mahmud’du. Kendi ifadesine göre Isık Göl sahilinde bulunan Barsgan (Barshan) şehrindendi. Babasının adı Hüseyin, dedesinin ki ise Muhammed’di. Barsgan’dan Kaşgar’a göçtüğü anlaşılan bu ailenin çocuğu olan Kaşgarlı Mahmud, bu uğurlu ve umurlu şehirde doğmuş, bu bölgenin ilmi, kültürel ve manevi iklimi içinde büyümüştü. Yine eserinde belirttiği üzere o, soylu bir aileden, nesepçe Türklerin en ileri gelenlerindendi. Hatta bazı yazarlara göre döneme ait kaynakların Afresyabîler ya da Türk Hakanlığı olarak nitelendirdiği Karahanlı sülalesine ya da bu ailenin etrafındaki yüksek Türk aristokrasisine mensuptu.

1074 yılında Bağdat’ta Abbasi Halifesi el-Muktedî’ye sunduğu Dîvânu Lügati’t-Türk, madde başlıkları Türkçe, kendisi Arapça bir eserdir. Diğer bir ifadeyle Türkçeden Arapçaya bir sözlüktü. Kaşgarlı hamd ü sena faslından sonra eserine şu ifadelerle başlıyordu:

“Tanrı’nın devlet güneşini Türk burcunda doğurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde, göklerin dairelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı, onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin yularını onların ellerine verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldı ve Türkler sayesinde onları her dileklerine kavuşturdu… Bu kimseleri kötülerin, ayaktakımının şerrinden korudu. Türklerin oklarının isabetinden kurtulmak için aklı olana düşen, onların tuttuğu yolu tutmak, onlardan yana olmaktır. Derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse kendi taifesinden ayrılıp da onlara sığınacak olursa, bunların korkusundan kurtulur, bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir.”

Sonra şöyle devam eder: “Buhara’nın sözüne inanılır imamlarından birinden ve Nişaburlu başka bir imamdan işittim. Her ikisi de senetleriyle bildiriyorlardı ki, Peygamberimiz (s.a.v), kıyamet alâmetlerinden, âhir zaman azaplarından ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkışından söz ederken, ‘Türk dilini öğreniniz, çünkü onların saltanatı uzun sürecektir’ buyurmuşlardır. İmdi, bu hadis doğru ise -vebali o ikisinin üzerine olsun- Türk dilini öğrenmek vacip olur. Yok eğer aslı yoksa bile, hâli ve istikbali gören herkes için akıl ve marifet, bu dili öğrenmeyi emreder.”

Kaşgarlı, eserinin Türkler maddesinde de şöyle der: “Biz ad olarak Türk adını yüce Allah vermiştir dedik. Çünkü bize Kaşgarlı Halefoğlu İmam Şeyh Hüseyin, ona da İbnu’l-Garki denilen kimsenin dediğine göre, İbn Ebu’d-Dünya demekle maruf olan eş-Şeyh Ebu Bekr el-Mufidi’l-Cercerai’nin ahir zaman üzerine yazmış olduğu kitabında, ulu Peygamber’e tanıkla varan bir hadis yazmış. Hadis şöyledir: Yüce Allah ‘Benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam Türkleri o millet üzerine musallat kılarım’ diyor. İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü Allah onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara ‘kendi ordum’ demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, mertlik gibi övülmeğe değer sayısız iyilikler görülmektedir.”

Görüldüğü üzere Kaşgarlı, hem Türk dilinin Arap dili ile atbaşı beraber yürüdüklerini göstermek, hem de Araplara Türkçeyi öğretmek gibi iki büyük gayeye hizmet etmiştir. Bu amaç doğrultusunda pek çok Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını teker teker dolaşmış, Türk diline ve kültürüne ait ne bulduysa hepsini inceden inceye derlemiş, eserinde işlemiştir. İslam âlemi içinde bir Müslüman olmayı bir şeref olarak kabul etmiş, ancak bunun yanında Türklüğüne, tarihine, diline ve kültürüne vurgu yapmayı da ihmal etmemiştir.

Divan’da yer alan bilgiler incelendiğinde Kaşgarlı’nın Arap dilini de Türkçe kadar iyi bildiği görülmektedir. Hatta bu dili mükemmel bir şekilde yazabilme kudretini de gösterdiğine bakılırsa bu dil ile birlikte klasik İslam ilimlerini de daha Türk ülkelerinde iken devrinin Müslüman-Türk âlimlerinden okuyup öğrenmiş olmalıdır.

Kaşgarlı ve eseri hakkında yaptığı değerli çalışmalarla tanınan ve bu yüzden “Kaşgarlı’nın tarihçi torunu, olarak nitelendirilen Prof. Dr. Reşat Genç’e göre, Kaşgar bölgesinden başka Yağma, Tuhsı ve Ciğillerin yaşadığı Narin, Talaş, Cu ve İli nehirlerinin yukarı mecraları, Isıg Göl civarı ve Fergana bölgelerini gezdi ve bu bölgeler halkından bazıları ile konuşarak bilgi almıştır. Bunlardan başka yukarıda sayılan bölgelerde yaşayan Karluklarla arasında bulunduğu, ayrıca Oğuz ülkelerinden bazı bölgeleri de ziyaret ettiği söylenebilirdi. Kaşgarlı, eserinde, Türk şehirlerini ve sahalarını gezerek Türk, Türkmen, Oğuz, Çigil, Yağma, Kırgız dillerini öğrendiğini açıkça kaydediyor. Buna göre Onun İli nehrinden daha ötelere gitmediğini ve bu bölgeler için ancak başkalarından elde edebildiği bilgileri kaydettiğini de söyleyebiliriz. Zira Divan’a eklemiş olduğu haritada İli nehrinden başka İrtiş ve Yamar (Obi) nehirlerini de Balkaş gölüne dökülüyor olarak göstermesinden bu durum açıkça anlaşılmaktadır. Kırgızların dillerini öğrendiğine ait kaydına gelince, Z. V. Togan’ın da işaret ettiği gibi o herhalde Tanrı Dağları (Tiyanşan)’nın orta kesiminde yaşayan Kırgızları görmüş olmalıdır. Onun Tarım nehrinin yukarı yatağı ile Sır Derya havzaları dâhil, yukarıda işaret ettiğimiz saha dâhilindeki belli başlı şehir, kasaba ve köylerin önemli bir kısmını eserinde kaydetmesi de buralarda epeyce dolaştığım gösterir mahiyettedir. Sır Derya boylarındaki birçok Oğuz şehirlerini görmüş olabileceği gibi, Uc, Kuca ve Barsgan gibi ayrı şehirleri tammış, bunların lehçe ve telaffuz farklarına ait konuları da dikkatli bir şekilde kaydetmiştir.”

11. yüzyıl Türk dilinin, coğrafyasının, kültür ve medeniyetinin hemen her yönüne dair bilgilere rastlayabileceğiniz Dîvânu Lügati’t-Türk’te, bir yandan Türk Dünyası’nın köy ve kasabalarını, yaylak ve kışlaklarını gezerken, aşılmaz karlı dağlarla, yemyeşil ovalar ve coşkun nehirlerle karşılaşırsınız. Kâh efsanevi Turan padişahı Alper Tunga’nın sözlerini kâh bir Türkmen obasındaki dertli aşığın dizelerini dinlersiniz. Bazen bir genç kızın giydiği kıyafetin renginde desenin muhabbet dilini öğrenir, bazen yaşlı bir kadının ördüğü, dokuduğu elbisenin ince nakışlarında kaybolursunuz. Bir bakarsınız obanın çocuklarıyla tepük oynuyorsunuz, bir bakarsınız can alan can veren savaşçıların okunu, yayını, kılıç ve kalkanını taşıyorsunuz. Tabiata, akla ve duyguya hitap eden eşya ve nesnelere, hayvan ve bitkilere dalar gider, yiyecek ve içeceklerin, atasözü ve darb-ı mesellerin arasında kendinizi, özünüzü bulursunuz.