Nuri Pakdil, yine o ağır ve yoğun suskunluklarından birine gömülmüş, adeta taş kesilmişçesine hiç kımıldamadan duruyordu. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum ama uzun zaman geçmişti. Birden, “Sayın Hamza lütfen yazı makinesinin başına geçiniz.” dedi. Dediğini yaptım ve hemen yaz makinesinin başına geçtim, bir kâğıt taktım, ayarladım ve yazmaya hazır olarak beklemeye başladım.
Necip EVLİCE
Üniversite okuduğum yıllarda, Nuri Pakdil, Edebiyat dergisinin yazılarını seçmek, basılacak kitapları belirlemek için her ayın yirmisi civarında Ankara’ya gelirdi. Sıklıkla Edebiyat’ın Akay Caddesi’ndeki küçük bürosunda, -Nuri Pakdil’e göre burası karargâhı- vakit geçirirdi. Ben de derginin üzerimdeki sorumlulukları gereği mutlaka yanında olurdum. Bu gelişlerdeki sınırlı zamanda birçok başka insan da büroya gelirdi. Konuşan pek olmaz ama çokça susulurdu. Dergiye yazı seçme işleri bitip, son okumalar yapıldıktan ve “dosyayı matbaaya götürelim” dendikten sonra susma faslına geçilirdi.
Bazen birileri bu suskunluğun ortasında bir soru sorar, bazı sorular ad biraz münasebetsiz olur ve o derin sessizliği bozardı. Nuri Pakdil, çoğu zaman soru soranları, özellikle de münasebetsiz soru soranları verdiği cevaplarla susturur, hatta haddini bildirirdi diyebiliriz. Bazen de sadece susardı ve o soru hiç sorulmamış hükmünde olurdu. Soru soran kişi ne kadar ıkınıp sıkınırsa sıkınsın sorusuna makul ya da mantıklı ya da mantıksız hiçbir cevap alamazdı.
Çünkü Edebiyat dergisi yönetim evinde olsun, Nuri Pakdil’in yanında olsun soru-cevap biçiminde konuşmaktan daha çok sadece susmak önemli bir hâl alırdı. Zorunlu haller dışında kimse konuşmazdı. Herkes içine döner, içinin derinliklerine gömülürdü. Başkalarını bilmem ama bu bana iyi gelirdi. Zaman zaman sıkıcı, sıkıntı verici olsa da iyi gelirdi. Birçok sorunun cevabını bu suskunluk anlarında kendi kendime bulduğum çok olmuştur.
İlerleyen yıllarda, yine böyle gelişlerinde, artık gelen ziyaretçiler azalmış, hatta kimse gelmez olmuştu diyebiliriz. Bu nedenle, Nuri Pakdil Ankara’ya geldiğinde, derginin düzeltilerini de bitirip öyle dönüyordu İstanbul’a. 1983’ün mayıs ayındaki gelişinde de birkaç gün kalmıştı. Ankara’daki zorluklardan ve kimsesizlikten dolayı, zaten birkaç ay sonra da Ankara’ya temelli dönecekti. 23 Mayıs 1983 günü derginin düzeltileri bitmiş, “Düzeltmeler yapıldıktan sonra basılabilir.” diyeimzaladığımız sayfa provalarını, bir sokak aşağıda olan matbaaya götürüp teslim etmiş ve geri dönmüştüm. İşlerimizi bitirmiş olmanın sükûnetiyle büroda Nuri Pakdil’le baş başa otururken, kimden geldiğini hatırlamıyorum ama bir telefon geldi ve Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in vefat ettiği haberini aldık.
Nuri Pakdil, yine o ağır ve yoğun suskunluklarından birine gömülmüş, adeta taş kesilmişçesine hiç kımıldamadan duruyordu. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum ama uzun zaman geçmişti. Birden, “Sayın Hamza lütfen yazı makinesinin başına geçiniz.” dedi. Dediğini yaptım ve hemen yaz makinesinin başına geçtim, bir kâğıt taktım, ayarladım ve yazmaya hazır olarak beklemeye başladım. Ellerim tuşların hemen üzerinde yazmak için bekliyordum ve ne yazdıracağını çok merak ediyordum. Derin bir soluk aldıktan sonra yazdıracaklarını tane tane söylemeye başladı:
“ÖLÜM,
SONSUZLUK,
NECIP FAZIL KISAKÜREK
EDEBİYAT DİZGİDEYKEN ÖLÜM HABERİNİ ÖGRENDİK.
BÜYÜK DEPREM.
GÜNESİN ÇEVRESİNDE DÖNEN YERYÜZÜNÜN BİR AN HAREKETSİZ KALIŞI GİBİ.
VE, ASLINDA, HER ÖLÜM HABERİ, SİZDEN BİR PARÇAYI ALIP GÖTÜRÜYOR.
ULU TANRI’DAN BAGIŞLANMA VE RAHMET DİLİYORUZ.
ÖLÜM BİR KEZDİR; DİN EBEDÎDİR.”
Yazdırma işlemi bittikten sonra, yazıyı yazdığım kâğıdı kendisine vermemi istedi. Kâğıdı yazı makinesinden çıkarıp uzattım. Uzun uzun baktı ve bana geri uzattı. “Sayın Hamza lütfen bunu al ve matbaaya koş, her nasıl olursa olsun derginin ilk sayfasında, en uygun yere bu mesajın yerleşmesini sağla. Baskıya geçmişlerse bile durdur ve bu eklemeyi yaptıktan sonra yeniden bastır.” dedi.
Koşarak matbaaya gittim ve dediğini yaptım. Dergi baskıya girmek üzereyken yetiştim. Mürettip arkadaşa Nuri Pakdil’in “hasseten selam ve ricası”nı ilettim. Çünkü, matbaadaki tüm çalışanlara her zaman selam gönderir ve hepsini isim isim bilirdi. Epeyce bir uğraştan sonra, birtakım yazılarda kaydırma, kısaltma gibi işlemler yaparak birinci sayfanın sol üst köşesine yerleştirmeyi başardık.[1] O günün baskı teknolojisinde, bu gibi değişiklikleri yapabilmek hayli zordu. Yönetim evine dönüp gereken bilgiyi verdim. O akşam İstanbul’a döndü. Başka bir şey de konuşmadığımızı hatırlıyorum. Konuşmuşsak bile sadece yapılacak işlerle ilgili konuşmuşuzdur.
Edebiyat dergisinin yayımlandığı yıllarda, 1980-1984 arasındaki dönemde, Nuri Pakdil, Necip Fazıl Kısakürek hakkında ne düşünüyordu, fikri neydi? Bu konularda konuştuğunu hiç hatırlamıyorum. Geçmiş yıllarda yazdıklarından bildiğimizden farklı bir şey bilmiyorduk. Sadece Necip Fazıl’la ilgili değil, birçok başka isimle ilgili de konuşmaz, olumlu ya da olumsuz yorum yapmazdı. Diğer abilerle ilgili defterleri kapatmış gibiydi âdeta.
Yıllar sonra Nuri Pakdil’e yazılan mektupları[2] kitap olarak hazırlarken, Fethi Gemuhluoğlu’nun Passau’dan 19 Temmuz 1964 tarihinde Nuri Pakdil’e yazdığı mektupta “Necip Fazıl Bey’i çok severim. Birçok putların Hâk ile yeksân oluşunda çok önemli rol oynadı. Balonların çoğunu o patlattı. Şiiri için susarım. Usta’dır. Âşıktır.” cümlelerinigörünce şaşırmıştım ama geçmişe yönelik soru işaretleri cevap bulmaya başlamıştı.
İki binli yıllarda gittiğimiz panel ve konferanslarda zaman zaman konuşmanın gelişine göre, zaman zaman da sorulan sorulara verdiği cevaplarda “Ülkemizde etkilendiğim ve saygı duyduğum tek yazar Üstad Necip Fazıl Kısakürek’tir.” demiştir sıklıkla.
Ve yine Star gazetesinin Necip Fazıl Onur Ödülü’nün ilkinin Nuri Pakdil’e verilmesi ve Nuri Pakdil‘in 2 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezi’nde yapılan ödül töreninde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın düğmesini ilikleyerek ayakta beklediği konuşmasında söyledikleri de bir çok sorunun cevaplanmasına ve bilinmeyen şeylerin aydınlanmasına yetmişti:
Üstat Necip Fazıl Kısakürek, aydınların, uygarlığımızı yeniden anlamaları için bir ortam oluşturdu. Yurdumuzdaki batıcılığa ve yabancılaştırma girişimlerine karşı ilk yazılı eleştiriyi yapan ve başlatan o oldu.
Çıkardığı “Büyük Doğu” dergisi, 19. yüzyılın başından beri dış etkenlerle süren Batılılaşma hareketine ve bunun son aşaması olan 1923 yabancılaştırma girişimlerine karşı bir direniş üssüydü.
Ben, ilke olarak, övülmekten ve ödüllendirilmekten hoşlanmayan bir yazarım. Fakat burada sadece rahmetli Üstada olan bağlılığım ve saygım nedeniyle bu ilkemi çiğniyorum bir defalığına.
Necip Fazıl Saygı ödülünü almaktan onur duyuyorum.
Kendisine çok şeyler borçlu olduğumuz Üstat Necip Fazıl Kısakürek’i olumsuz eserleri çerçevesinde rahmetle ve minnetle anıyor hepinizi saygıyla selamlıyorum.”
Bu konuşma, o gün televizyonlardan canlı yayınlanmış ve çok ses getirmişti. İçinde “Sayısal üstünlüğün getirdiği hiçbir siyasi iktidar, eğer kültürel üstünlüğe de sahip değilse kalıcı olamaz. Kültürel değerlerini yeni nesillere aktaramayan hiçbir halk onurunu koruyamaz, varlığını sürdüremez.” gibi cümlelerin de olduğu bu kısa konuşma, o günden bu günlere ışık tutar gibiydi âdeta.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Nuri Pakdil’e rahmet dileklerimizle…
[1] Edebiyat Dergisi, 5. Dönem, Sayı: 38+101, Haziran 1983
[2] Koca Adam Merhaba! Nuri Pakdil’e Mektuplar, Haz. Necip Evlice, Edebiyat Dergisi Yayınları, Ankara, Şubat 2024.