Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile Tasavvuf Üzerine

İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile tasavvuf konusunda merak edilenleri konuştuk.

İstifadenize.

İNSİCAM

Kıymetli hocam isterseniz evvela tasavvufun doğuşuna yol açan sebeplerden bahsedelim. Müslümanlar neler yaşadılar ki bugün adına tasavvuf, tarikat denilen müessese ve uygulamalar doğmuştur?

Tasavvufun adı, muhtevası, İslamîliği meselesi baştan beri tartışılan meseleler arasında yer almaktadır. Bunun temel sebeplerinden biri de tasavvufun adıyla alakalıdır. Adı itibariyle Asr-ı Saadet’te bulunmadığı zehabının oluşturduğu kanaattir. Hâlbuki III. asır sûfilerinden Ebu’l Hasan Busenci’nin çok güzel bir sözü var. Diyor ki, “Tasavvuf, Asrı- Saadet’te adı konmayan, şimdi adı konulan ama kendisi olmayan bir ilim ve hayat biçimidir.” Evet, Asr-ı Saadet’te tasavvuf adıyla bir hayat tarzı, bir yaşayış biçimi ve bir ilim yok. Aslında bakarsanız tüm ilimler Asr-ı Saadet’ten sonra doğdu ama hepsinin kendine has Kur’an ve Sünnet’e dayalı bir kaynağı var. Buradan yola çıkarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatında tasavvufun izlerini sürmek istersek biz orada buna dair bir şeyler bulabilir miyiz, diye sormak gerekir. Ben bu soruyu sorduğum zaman ruhanîliği ve maneviyatı kastediyorum. Peki, Resulullah’ın (s.a.v.) hayatında böyle bir manevilik, böyle bir ruhanî derinlik var mıydı? Yani davranışlarında, Hak ile ve halk ile ilişkilerinde böyle bir derinlik var mıydı ona bakmak lazım. Böyle baktığımız zaman gerçekten de Resulullah Efendimizin hem bir insan olarak hem de bir peygamber olarak yaşadığı ruhanî hallerinden bahsetmemek mümkün değil. Bir defa Peygamber (s.a.v.)’in peygamber olarak yaşadığı ruhanî haller olduğu gibi bir de beşer, insan olarak yaşadığı haller var. Bu ayrıma bakılmalıdır.

Peygamberimizin peygamber olarak yaşadığı ruhanî hallerin başında “vahiy” gelmektedir. Efendimizin (s.a.v.) adeta farklı duygulara yoğunlaşarak ve dış dünyadan soyutlanarak vahiy aldığını vahiyle ilgili rivayetlerden biliyoruz. Efendimizin diğer insanlardan farklı olarak yaşadığı ruhanî hallerden en önemlisi O’nun vahiy almasıdır. Keza, Efendimizin miracıdır. Bedenî midir ruhî midir tartışmalarının dışında, biz miracın bedenî olduğuna inanıyoruz. Orada yaşanan bir ruhanîlik var, bir manevî atmosfer var. Dolayısıyla bu da Hz. Peygamber’in şahsına münhasır, nebevi olarak yaşadığı hallerdir.

Bir beşer olarak Efendimizin ne tür ruhanî halleri var? Bir defa Efendimiz, Cenab-ı Hak ile ve insanlarla ilişkisi olan bir insan olarak her ilişki biçiminde ruhanî bir derinliğe sahiptir. Efendimiz (s.a.v.)’in dünyaya bakışında, dünya nimetlerinden yararlanmasında ve maddî meselelerden istifade etmesinde de yine bir ruhanî derinliğinin olduğunu görürüz. Tabii bunların her birini ayrı ayrı isimlerle yâd etmek lazım. Efendimizin Allah ile ilişkilerinin en yoğun yaşandığı ibadet hiç şüphesiz namazdır. Yani vahyin dışında olanı namazdır. Efendimizin namaza çok yoğunlaştığını ve her bir azasıyla namaza durduğunu biliyoruz. O, namaz esnasında dışarıdan görenlerin fark edebileceği haller yaşıyordu. Mesela yüzünün beyazlaması, göğsünden bazı sesler gelmesi, Rabbinin huzurunda bulunduğu duygusu O’nun bazı ruhanî hallerini, derinliğini bizlere gösteriyor. Özellikle münferit kıldığı teheccüd namazında bunun çok örnekleri mevcuttur.

Yine Efendimizin vahyin dışındaki ruhanî hallerinden biri de Kur’an-ı Kerim okuduğu ve dinlediği zamanlardır. Çünkü Efendimiz, Kur’an okumayı ve dinlemeyi Allah ile mülakat olarak değerlendirirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisi Kur’an okuyorsa yahut dinliyorsa, o okunan Kur’an mesajlarının kendisinde meydana getirdiği manevî tesir yüzünden görülebilirdi. Rasulullah Efendimiz (s.a.v.), okunan ayetler müjde ayetleriyse, cenneti tasvir ediyorsa, Cenab-ı Hakkı’n mükâfatını anlatıyorsa Efendimizin yüzünde bir beşaşet, bir tebessüm, bir melahat görülürdü. Ama aksi durumda azabı, inzarı, cehennemi, ahireti tasvir eden ayetler varsa Efendimiz’in sesinde, yüzünde, hatta gözyaşında görülecek kadar bir hüzün olduğunu yine hadis kaynaklarından öğreniyoruz.  Bunun en güzel örneklerinden birisi de Buhari ve Müslim’in ittifakla rivayet ettiği Abdullah ibn Mesud’un Efendimizin huzurunda Kur’an okuması hadisesidir. Efendimiz (s.a.v.) İbn Mesud’dan Kur’an okumasını istemiştir, O da Nisa suresinin başından 41. ayet-i kerimeye kadar okumuş ve 41. ayete gelince Efendimiz (s.a.v.), “Yetişir ya Abdellah!” demiştir. Çünkü o ayetlerde kıyamet sahneleri anlatılıyor, peygamberlerin ümmetlerine ve Peygamberimiz’in de onlara şahit olduğu ayetlere gelince gözünden yaşlar akmaya başlıyor ve o sahnenin dehşetinden manevi bir yoğunluk hissettiğini görüyoruz.

Efendimizin oradaki hali, O’nun Allah ile ilişkilerini, Kur’an okunduğundaki o manevi duyguyu gösteren çok canlı bir hadisedir. Buna benzer olarak Efendimizin namazlarında, orucunda, haccında, infakında ve verişinde gerçekten normal insanlarda bulunmayan büyük bir mutluluk, huzur ve manevî halin bulunduğunu biliyoruz. Hacda hele ki devesinin sırtında tavaf ederken müthiş bir coşku içerisinde bir gözü Kâbe’de, bir gözü ashabı üzerindeydi. Yani Allah ile ilişkilerinde, Efendimizin ihsan kıvamında bir haşyet duygusu, yani sevgi ile korkunun, takvanın karışık olduğu bir hal görülüyor. Zaten “Ben Allah’ın sevgilisiyim ve Allah’tan en çok korkanınızım” hadis-i şerifinde de bunu anlatıyor.

İnsanlarla ilişkisindeki manevî, ruhanî hali ise Kur’an’ın ifadesine göre merhamet zeminine oturmaktadır. Peygamberimiz rahmet peygamberidir. O’nun Uhud Savaşı öncesi ashabıyla müzakeresi sırasında oluşan hadiseyi anlatan Âl-i İmran suresi ayetinde “Sen Allah’ın sana olan rahmeti sayesinde insanlara yumuşak davrandın. Eğer katı, acımasız olsaydın insanlar etrafından dağılırlardı” buyurulur.  Efendimiz’in insanlara olan bu tavrı O’nun daima rahmet sıfatıyla muamele eden biri olduğunu gösteriyor. Çünkü O (s.a.v.), bütün insanları potansiyel Müslüman olarak görüyordu. İşte tasavvuftaki o merhamet nazarı da Efendimiz’in bu yönünden geliyor.

Üçüncü olarak Efendimiz’in eşyaya, yani dünya nimetlerine karşı ruhanî tavrıdır. Yani zühdüdür. Zühd, dünyaya değer vermemek, dünyayı azımsamak, küçümsemektir. Efendimize özellikle sorulan “Ya Rasulullah, bana öyle bir amel söyle ki onu yaptığımda ben hem insanlar tarafından sevileyim hem de Allah tarafından sevilen biri olayım” deniliyor. O (s.a.v.) da “Dünyaya karşı zahid ol, Allah sevsin seni; insanlara karşı zahid, onların elindekine göz dikme, insanlar da sevsin seni” diyor. Yani insanlardan bir şey umma diyor. Dolayısıyla Efendimizin dünyaya karşı tavrında ruhanî ve manevî tavırlarının tamamı zühddür. Kur’an, zaten dünyanın bir araç olduğunu, amaç olmadığını Nisa suresinde açıkça söyler: “Siz mallarınızı sefihlere vermeyin. O mallarınız ki hayatınızın devamı için bir kıyam ve kıvam vesilesidir.” Dolayısıyla dünya nimetleri gaye değildir. Efendimizin ilgilendiği kısım da dünyanın lazım olanı kadarıyla yaşama ve kalanıyla da infak etme tavrıdır. Bu da tasavvufun oluşumundaki o zühd anlayışının başlangıcıdır.

Kıymetli Hocam, tasavvuf kelime itibarıyla ne demektir? Kaynakları ve oluşumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bir ilmin ya da bir hayat tarzının İslamîliğini anlamak için üç şeye bakmak gerekir. Birincisi o ilmin ya da o hareketin isminin nereden geldiği ve nereden alındığıdır. İkincisi o ilmin muhtevasının Kitap ve Sünnet ile alakasıdır. Üçüncüsü ise o düşünceyi veya hareketi temsil eden insanların kendilerini din ve Kur’an açısından nasıl konumlandırdığı meselesidir. Bu açıdan tasavvufa baktığımızda tasavvufun adıyla ilgili öne sürülen ona yakın vecih görürüz. Bunlardan üçü çok önemlidir. Birincisi Ashab-ı Suffa’nın “Suffa”sıdır. İkincisi “Sûf”tur ki yün manasındadır. Üçüncüsü ise “safa” ya da “saffet” kökünden gelmesi durumudur.

Suffa, Efendimizin ashabının kendilerini dünya nimetlerinden arındırmış ve Efendimizin mescidine devam eden ve O’nun halkasından beslenen ve lazım olduğunda muallim olarak sağa sola gönderilen sahabenin seçkinleridir. Bu sahabiler, mescitte kalan, yastıkları kolları, yorganları cübbeleri, yatakları kumlar olan kimselerdi. Efendimiz’in her daim yanındalar ve O’ndan manen ve madden beslenen seçkin sahabilerdir. Onların dünyaya değer vermeyen bu zahidane tavırları daha sonradan “suffalı” manasındaki “sûfî” kökünün ortaya çıkmasına sebep olmuştur denilir. Bu durum aslında sûfî kelimesinin de suffî olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Bence bu durum, bu kelimenin İslamîliği yani nebevî hayattan kaynaklandığının en güzel örneğidir. İkincisi “sûf” kelimesidir. Sûf, yün demektir. Yün de kolay elde edilebilen ama o günün şartlarına göre tasvip edilen bir şey değildir. İnsanın vücuduna giymesi rahatsızlık veren bir şeydir o yüzden de hep fakirlik libası olarak anılmıştır. Taa ilk peygamberlerden itibaren böyledir. Mesela Hz. Musa hakkında “başlığı da libası da sûftandır” diye söylenir. Nitekim tabiûnun büyüklerinden Hasan Basri Hazretleri de “Ben ashab-ı kiramdan yetmiş kadar kimse tanıdım, bunların hepsinin giysileri sûftandı” demiştir. Sûf fukaralık ve tevazu libası olduğu için ilk dönem sûfilerinin yün libas giydikleri ve böyle de halkın arasında dolaştıkları için bu kelime sonradan “tasavvafe” şeklinde dönüşmüştür. Bu en yaygın ve kabul gören yorumdur. Bir diğeri de “saffet” veya “safa” kökünden geldiğine yöneliktir. Tasavvuf bir kalp temizliği, tezkiyesi işidir. Buradan hareketle de “istafa” yani “mustafa” kelime kökünden geldiği şeklinde de yorumlanmıştır. Tasavvuf adının bu üç kök kelimede Kur’an’ın ya da Sünnet’ten alındığına işaret etmektedir.

İkinci önemli konu tasavvufun muhtevasıdır. Tasavvufun muhtevasının birincisi tahalluk diğeri tahakkuktur. Tahalluk, “huluk” kökünden gelir ve ahlak sahibi olmak, yani eğitim manasındadır. Tezkiye vardır burada, en çok da mücahede vardır. Tasavvuf, eğitim yönünü buradan alır. Bir de tahakkuk vardır ki bu da “gerçekleştirmek” manasındadır. Yani birtakım işler yaparak bilgiye ulaşmak, bilgi sahibi olmak anlamında kullanılan bir kelimedir. Burada da insan, dünya, varlık vb. alanlarla ilgili tasavvufun ulaştığı keşfi bilgiler için kullandığı kavramdır. Tasavvufun keşfî boyutu zaten izahtan varestedir. Efendimiz, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” derken de görevinin ahlak alanında olduğunu ifade eder. Dolayısıyla sûfîlerin “tasavvuf ahlaktan ibarettir” sözleri de bize bu anlamda bir şeyler söyler. Tarikatlar de bu tahalluk boyutundan doğmuştur. Tahakkuk boyutu ise tasavvufi bilgi boyutudur. Yani tasavvufun vahdet-i vücûd gibi varlık âlemini yorumlayan, Allah’ın ve insanın konumunu sorgulayan ve bilgiye ulaşmanın yollarını öğreten tarafı tahakkuk boyutudur. Dolayısıyla tasavvufun hem tahalluk boyutu hem de tahakkuk boyutu İslamî kaynaklıdır.

Üçüncü konuya gelince bu, tasavvuf ricalinin kendilerini ayetlerle, Kur’an ile nasıl gördükleri, kendilerini nasıl konumlandırdığıdır. Bayezid-i Bistami’den Cüneyd-i Bağdadi’ye varıncaya kadar ilk devir sûfîlerinden itibaren bunların hepsi tasavvufun Kur’an ve Sünnet ile merbut olduğunu ve onlarla irtibatlı bulunduğunu ve bunların dışında bir tasavvufî bilginin kabul edilemeyeceğini ısrarla söylemişlerdir. Tasavvuf, Kur’an ve Sünnet ile merbut olmalıdır. Mevlânâ da bu konuda “Ben, Kur’an’ın bendesiyim, Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum toprağıyım, kim benden bundan başka söz naklederse ben o sözden de onu nakleden de şikayetçiyim” der. İlk devirdeki sûfîlerde bu düşünce vardır.

Tasavvuf tarihini de üç dönemde ele alabiliriz. Birinci dönem zühd dönemi, ikinci dönem tasavvuf dönemi, üçüncü dönem ise tarikat yani kurumsallaşma dönemidir.

Zühd dönemi, Hz. Peygamber (s.a.v.), ashab ve tabiûn neslinin Efendimizin yaşadığı dönemde eşyaya karşı olan tavrındaki zühd olgusunu önceleyen, onu teşvik eden dönemdir. Kitabu’z-zühd adıyla yazılan kitaplar da bu konuyla ilgilidir. Hadis kaynaklarında ya da müstakil kitaplarda yazılan “zahid” ya da daha doğrusu “zühhad” gibi isimlerle anılan hicri I ve II. asırda ortaya çıkan kısımdır. İkinci asrın sonunda vefat eden Marûf el-Kerhî tasavvuf kavramını ilk kez kullanan kimsedir. Ona göre “Tasavvuf, hakikatleri almaktır, insanların elindekinden ümidini kesmektir.”

İlk tasavvuf tarifi zühd kavramı ile çok benzeşmektedir. Dolayısıyla bu kavram, Kur’an’daki gibi dünyayı kınayan ve dünya nimetlerinin peşinden koşmayı da kınayan ayetler istikametinde oluşturulmuş zühdî bir hayatı önermektedir. Sahabiler böyle yaşamışlardır. Özellikle İslam fütuhatı başlayınca pek çok ganimet malları elde edilmeye başlamıştır. Tabii bu ganimet mallarıyla lüks ve sefahet içinde yaşamaya başlayan birtakım kumandanların ve devlet ricalinin tavrı, bazı hassas insanları ister istemez Asr-ı Saadet’teki o zühdî yaşayışın hasretine yöneltmiştir. Yani biz neydik, ne oluyoruz, nereye doğru gidiyoruz, böyle atlas ipekten kumaşlar, mobilyalar kullanıyoruz gibi bir tavırla dertlenmeye başlamışlardır. Özellikle Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kendisi dünya nimetleri konusunda son derece müstağni olmayı teşvik etmiş, hatta eşlerini de tabiri caizse buna zorlamıştır. Kendisinden dünyalık isteyen hanımlarını yirmi dokuz gün süreyle protesto etmiştir. Yirmi dokuzuncu günün sonunda Ahzâb suresinin yirmi sekizinci ayeti nazil olmuş, “Ey Peygamber! Eşlerine söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim” denilmiştir. Efendimiz Hz. Aişe’den başlayarak tüm eşlerine bu durumu iletmiştir.

Efendimiz daima üsve-i hasene olmaya çalışmış, eşlerinden de hep bunu beklemiştir. Sahabilere de bunu anlatmaya çalışmıştır. Tasavvuf orada yaşanan bu dünyaya karşı istiğnâ ve zühd halidir, Allah’a daha yakın olma halidir. Allah’a daha yakın olmak ise takva halidir. Kur’an’da İslam, iman, ihsan, takva vardır. Sıralamada Kur’an evvela İslam’ı kullanır. Cibril hadisinde de öyledir. İslam, dille söylenen, ibadetle görülendir ancak iman daha derinlerde bir şeydir. İhsan ise imanın da özünde, amellere yansıyan ama onun da ötesine taşan bir kıvamdır. Takvaya gelince o, dördüncü bir basamak olarak öne çıkar.

Cibril hadisinde geçen İslam kavramından fıkıh ilmi, iman kavramından akaid-kelam ilmi, ihsan kavramından da tasavvuf-ahlak ilmi doğmuştur. Dolayısıyla Efendimizin hayatında adı konmamış bir tasavvuf söz konusudur.

Efendimizin hayatında akvali yani sözleri, ef’âli yani fiilleri bir de takriratı yani takrir ettiği; onayladığı durumlar vardır. Bir de O’nun (s.a.v.) ahvalinden bahsedilir. Nebilik ve beşerî halleri, duyguları vardır. Ahval-i Nebi Rasulullah Efendimiz’in takvası, Allah ile ilişkisi, insanlar ile iletişimi ve insani duygusudur. Etrafa pozitif enerji veren üsve-i hasene, rol modelliğidir.

Tasavvufun müesseseleşmesi, tarikatlaşması İslam dünyasına ne gibi bir tesirde bulunmuştur? Bir Müslüman bir tarikata intisap etmeden yaşayamaz mı? Olmazsa olmaz mıdır tarikatlar?

Tasavvuf ve tarikatların müesseseleşmesi hicri VI. yüzyıldadır. Özellikle siyasî otoritenin zaafa uğramasından sonraki süreçlerdir. Aslında Rasulullah Efendimizin (s.a.v.) temsil ettiği üç önemli otorite vardır. Siyasî otorite, manevî otorite ve ilmî otorite. Efendimizden sonra bunların üçü aynı şahısta temessül etmemiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) halife olduktan sonra onun temsil ettiği otorite siyasî otoriteydi. İlk halifemiz aynı zamanda ilmî otoriteye ve manevî otoriteye de sahipti ama daha çok siyasî otoriteye sahipti. Diğer büyük halifelerde de durum buna yakındı. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in sonrasında ilmî, manevî ve siyasî otorite bağlamında insanların sığınacağı birlik ve beraberliği sağlayan yerler aranmaya başlandı. Medreseler, ilmî otoritenin karşılığıdır. Tekke ve tarikatların kurulması da yine manevî otoriteye sığınmanın bir tezahürüdür. Böyle olması İslam’ın yaşanması adına, siyasî otoritenin İslamî hayatla ilgilenmediği alanlarda işi kolaylaştırmıştır. Dini hayatın halka kadar inmesini kolaylaştırmıştır. Bilhassa Arapça bilmeyen Müslüman milletlerin İslamî hayatı yaşamalarında iki önemli fonksiyon vardır. Bunlardan ilki doğrudan Peygamber’i bilmek ve hayatından haberdar olmak, ikincisi ise bir tarikat ile tasavvuf muhiti içerisinde olmaktır. Çünkü doğrudan Kur’an ve sünnet kaynaklarını okuyup anlamak imkânına sahip olmayan bu insanların en önemli ihtiyacı dini hayatın anlaşılması ve yaşanmasıdır. Nitekim bu insanlar Hz. Peygamber’i okusalar, O’na muhabbet duysalar yetiyordu. İnsanlar bir de tasavvuf muhitinde bir şeyhin etrafında konumlanırlarsa çok daha kolay, çok daha rahat bir dini süreç geçiriyorlardı. Bu bir sonuçtur, ihtiyaçtır, ortam oraya doğru evirilmiştir. Böylelikle İslam çok daha çabuk şekilde ve korunarak varlık göstermiştir. Dolayısıyla tasavvuf dini hayatın yaşanmasına ve korunmasına yardım etmiştir.

Gençlik-meslek erbabı içerisinde dahi bu anlamda tasavvuf zümreleri oluşmuştur. Fütüvvet teşkilatı gibi kurumlar tam bu dönemlerde oluşmuştur. Dolayısıyla halk kendi dillerini bilen bir şeyhin etrafında İslam’ı daha kolay yaşama, anlama ve öğrenme imkânı elde etmiştir. Dinin hükümlerini anlamış, uygulamış, nefsin problemlerinden haberdar olmuş ve nefsimi nasıl terbiye ederim diye soran kimseler buralara akın etmiştir. Bu tıpkı gemilerin kılavuz kaptanı olmadan boğazı geçememesi gibidir. Elinizde son teknoloji pusula dahi olsa kılavuz kaptanı şarttır. Kitap ve Sünnet var, bunları anlayabiliyorsanız eyvallah, ama daha güvenli olması için bunları sizden önce anlamış ve uygulamış bir kaptan işinizi çok daha kolaylaştıracaktır.

Herkes tarikata girmelidir demiyoruz, böyle bir iddiamız yok. Bununla ilgili nass da yok. Ancak tarikat terbiyeyi kolaylaştırmak adına önemlidir. Biz bugünden bakarak tarikatları yorumluyoruz, esasında sorun burada. Bugün tarikatlar dönüştü, cemaatleşti, kitle haline geldi. Eskiden bir tekkenin muhatap olduğu insan sayısı 300-500 hadi bilemediniz 1000 kişiydi. Bunu nereden biliyoruz? İstanbul’da 1925 yılında tekkeler kapandığında 300 kadar tekke vardı. İstanbul’un nüfusu 500 bindi. Bunun 350 bin tanesi gayrimüslim. O günün şartlarında evinden dışarı çıkmayan kadınları ve küçük çocukları da bu sayıdan düşünce tekke başına 300-500 mürit düşüyor. Bu çok önemli bir veri. Butik tarikat, bire bir ilgi, alaka demek. Tarikat olmada aslolan yan yana durma, beraber olmadır. Tekkede Efendimizinki gibi yanı başında insan yetiştirme vardır. Sohbet, seyahat, halvet vardır tarikatta. Ya Şeyh Efendi bir yerlere gönderecek, diyecek ki git bir yerlere eğitim al, şunlarla görüş diyecek, seyahate gönderecek; ya kırk gün halvete çekil erbain çıkar diyecek ya da yanında sohbete alacak, yanından ayırmayacak ve böylelikle hallerini görecek. Bu iş de sadece 300-500 kişi ile mümkündür. Bugünkü tarikatlar cemaattir çoğunlukla, çünkü bu bire bir ilgi ve eğitim söz konusu değil artık.

Mezhepler ve tarikatlar hep karıştırılır mesela. Karıştırmayalım çünkü mezhep doktrinler üzerinden yürür, tarikat ise mürşit üzerinden yani şeyh üzerinden yürür. Şeyhe muhabbeti varsa oradan yürür gider, yoksa bırakıp başka yere gitmelidir.

Tasavvufa mesafeli duranların, tenkit edenlerin üzerinde durdukları noktalardan biri de tasavvufun insanı ve toplumu edilgen bir tutum ve davranışa ittiğidir. Tasavvuf ve tarikatlar, insanları bir lokma bir hırka zihniyet ve felsefesine mi davet ediyor? Ne dersiniz?

Tasavvufta bir lokma bir hırka vermede nihai sınırdır. Bir insan için infakta son sınır demektir. Zaruri ihtiyaçlarını kendine ayırabilirsin ama geri kalanını dağıtacaksın, vereceksin demektir. Üretimle ilgili düşünürseniz “bir lokmam bir hırkam var başkasına gerek yok” diye düşünmeyin derim, zira bu değil anlatılan. Bu düşünceyi infak etmede bir ölçü olarak düşünmek gerekir yani “bir lokma bir hırkanın dışındakileri infak edeceksiniz” gibi. Aslında amaç budur. Üzerinizde iki hırka varsa birini başkasına vereceksiniz demektir. Zühd budur zaten. Osmanlı Devleti’ni kuranların çoğu tarikat erbabıdır. Kafkaslar’da, Orta Asya’nın pek çok yerindeki direniş hareketlerinin öncüleri hep tarikat mensuplarıdır. Ömer Muhtar’lar falan hepsi tasavvuf erbabı insanlardır. Dolayısıyla tasavvuf pasifize edilmiş insan yetiştiriyor gibi bir algı yanlıştır. Tasavvuf aksiyondur, ameldir. Tasavvuf biraz daha içselleştirerek olayları hayata dâhil ettiğinden dolayı dışarıdan doğru algılanmıyor. Ancak tasavvuf özü itibariyle bir aksiyon hareketidir.

Muhterem hocam, tasavvufun hedeflediği insan, nasıl bir insandır? Dünyadan kopuk insanlar mıdır tasavvuf mensupları?

Tasavvufun hedeflediği insan tipi “insan-ı kâmil”dir. Önce kendisini inşa eden, sonra da çevresine ziya olup ışık veren faydalı bir insan tipini hedefler. İnsan her şeyden önce “ben varım başkası yok” diyen değildir. İnsanları benlikten bizliğe, bizlikten “O”na götüren yoldur tasavvuf. Kur’an da böyle söylüyor. Fatiha suresinde mesela “iyyake na’budu” diyoruz. “İyyake e’budu” demiyoruz. Tek kılsak dahi namazımızı Fatiha’da hep “biz” diyoruz. Çünkü “biz” önemliyiz, “ben” değil. İslam ferdi fert olarak, toplumu da toplum olarak ayrı ayrı değerli görmüş ve ikisini bir arada inşa etmiştir. Efendimiz (s.a.v.) sahabilerini tek tek olduğu gibi aynı cemaat içinde de inşa etmiştir. İslam’da fert ve toplum birbirinden ayırılmaz. Ancak geçtiğimiz yüzyıllarda toplumu önemseyen bir komünizm çıktı ve battı. Ferdi önemseyen bir pozitivizm çıktı, insanı kutsadı ama o da insanı mutlu edemedi. İslam’da ise ferdin topluma, toplumun da fertlere ihtiyacı var. Dolayısıyla İslam, her ikisine de ayrı ayrı önem atfetmiştir. İslam bunları beraber inşa etmiştir.

Siz bir akademisyensiniz, uzun yıllardır bu alanda çalışıyorsunuz, çalışmalar yaptırıyorsunuz. Bunlara dayanarak ülkemizde ve dünyada tasavvufun, tarikatların geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Tasavvuf bir şahsiyet terbiyesidir. İnsanların kişiliklerini İslam ile buluşturan model şahsiyetler öncülüğünde bir şahsiyet inşasıdır. Zira insanoğlu dehaya hayran olsa da model bir şahsiyetin peşinden gider. Dolayısıyla bu şahsiyetler insanları kendi düşüncelerine ve hayat tarzlarına doğru çekerler. Bunlar da daha çok sûfilerden ortaya çıkar. Deha sahibi insanlar da başkalarını etkileyebilir. Ama kalbî ve amelî olarak deha sahibi insanların başka insanları etkilemesi zordur. Üstad Necip Fazıl öyledir mesela. Necip Fazıl şiirde, edebiyatta dahi bir insandır. Kendisinin konferanslarında, özel hanesinde bulunma imkânım olmuştu. Bir keresinde bunlardan birinde “ben sokağa çıkıp insanlara hadi düşün peşime desem, ardımda bir minibüs dolusu insan bulamam” demişti. Ama konferanslarını binler dinliyor, yazılarını binlerce insan okuyor, Büyük Doğu en çok satan dergi falan. Ama “Hadi!” dediğinde, bir hareketin lideri olduğunda sonucu böyle oluyor. Dolayısıyla tasavvufun derdi hayatın içerisinde olan insanlara rol model sunmaktır. Bu bakımdan ben, tasavvufun her dönemde ve her devirde etkin olmayı sürdüreceğini düşünüyorum. Ayrıca tasavvufun insan fıtratına uygun bir yapı olduğunu da ifade etmek istiyorum.

Bakınız, Muhammed Hamidullah’ın güzel bir tespiti var. Hamidullah, İslam Şahsiyetçiliği kitabının mütercimine gönderdiği bir mektubunda böyle söylüyor. Mütercim, bu kitabın yazarının tasavvufla alakalı görüşlerinde şüpheye düşünce Hamidullah’a soruyor, bu konuda nasıl bir yaklaşım sergileyeyim manasında. Hamidullah ona diyor ki, “Ben hukukçuyum, alanım İslam Hukuku, Allah’ın varlığını ve kulluğumu kendime göre akli olarak ‘Allah beni yaratmış ve ben O’na kullukla mükellefim’ diye düşünerek yorumluyorum. Ama bu beni de çok tatmin etmiyor, karşımdakileri de. Ama bir sûfî, insana ve hayata bakarken insanı kâinatın gözde varlığı ve tüm kâinatın özü ve özeti olarak görüyor. Dolayısıyla bir insanın ibadetinin de bu varlık âlemindeki ibadetlerin mecmu olması lazımdır. Namazı izah ederken, kıyamda durmak dağların ibadetidir, rüku hayvanatın ibadetidir, secde kökleri yerde olan nebatatın ibadetidir. Dolayısıyla namaz ibadeti bu kâinatın gözde ve en öz varlığı olan insanın en cami ve en mükemmel ibadetidir, diyerek bunları birleştirdiğini söylediği zaman bu insanoğlunu daha çok etkiliyor.” Dolayısıyla da bugün Fransa’da mesela her gün ortalama beş insan Müslüman oluyor, bunların da hemen hepsi sûfîler vasıtasıyla oluyor. Onun için tasavvufun insanları etkilemede, onların dini hayatını yaşamalarında hem de onları kendine çekmede böyle bir etkinliği olduğu muhakkak.

Yeni oluşan dijital şartlara gelince, tasavvufun da farklı şeylerle uğraştığını görüyoruz. İnsanlar dijital ortamlardan dostluk kuruyor mesela, mesajlaşarak kendine sosyal ortam kuruyorlar. Zaman içerisinde bunlar yeterli olmayacak ve sonuç itibarıyla tasavvufun yöntemlerine geri dönülme ihtiyacı hissedileceğine inanıyorum. Bu yöntemi iyi uygulayanların da bugün çok iyi işler çıkardığını görüyoruz. Ben onun için tasavvufun hiçbir zaman çağ dışı kalmayacağını düşünüyorum. Tasavvuf mensuplarının da kendi ilim ve yöntemlerini güncellemek gibi bir derdinin olması gerektiğini söylemek lazım. Çünkü İslam, fetva üzere dini güncelleyen bir sistem kurmuş. Fetâ genç demek, fetva dini kuralları yorumlayarak onları gençleştirmek demektir. Bunu en iyi yapanlardan biri de sûfîlerdir. Hayatı okuyarak ve anlayarak yaparlar bunu. Tarih boyunca sûfîlerin oranı toplumun yüzde yirmisini aşmamıştır. Dolayısıyla bu oranın biraz azalsa da devam edeceğini düşünüyorum. Bu oran arttığında dinî kalitenin de artabileceğine inanıyorum.

Son olarak söylemek, eklemek istediğiniz bir şey var mı hocam?

Tasavvuf ve tasavvufi hayatın insanlara nefes aldıran bir yönü var. En önemlisi de insanların stres dolayısıyla sorunları olduğunda onlara cemaat ortamları sunarak huzur ortamlarını artıran bir yönü var. O yüzden tasavvufun bizim cami cemaatimiz gibi cemaat işlevini artıran bir fonksiyon sahibi olduğunu görüyorum. Yani cami cemaatine beş vakit gidiyoruz ama burada kalan tüm vakitlerde de beraber olma durumu var. Dolayısıyla tasavvuf sosyal ve manevi problemleri olan insanların problemlerine çözüm üreten bir sistem olarak önümüzde duruyor. Hayatın ve varoluşun anlamını çözen bir yapısı var. Ben niçin varım, neye yararım, niçin yaratıldım, sorumluluğum nedir diye sorgular. İnsanların tükenmişlik sendromuna evirilmesine engel olur. İnsanlara sen önemlisin, mahlûkatın en şereflisi en değerlisisin dolayısıyla sen kendine kendin gibi davranamazsın, ancak Allah’ın sana öğrettiği şekilde iyilik ve güzellikle davranabilirsin algısı yaratır.

 Ağzınıza sağlık hocam. Zaman ayırıp sorularımıza cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz.