Mesela kapitalist sistemde ticaret yapmaya çalışan, işçi çalıştıran namazında niyazında Müslüman bir iş verenin, işçisinin hakkını, büyük ölçüde işçiyi sömürmek üzere çerçevesi tayin edilen kanunlara göre değil de hesap günü Allah’ın bundan sual edeceği hakikatini göz önüne alarak vermesini kim, hangi surette sağlayacak?
Abdurrahman Mıhçıoğlu
Araş. Gör. Dr. FSMVÜ İslami İlimler Fak.
Tasavvufun geçmişte kaldığı, modern hayatta yeri olmadığı ve bu sebeple de günümüz insanının dertlerine şifa olmayacağı birtakım çevreler tarafından dillendiriliyor ve şu soru soruluyor: “Tasavvuf yaşadığımız çağa ne vaad ediyor veya plazalarda tasavvuf mümkün mü?” Aslında bu soru, “İslâm’ın bugün bize söyleyebileceği bir şey var mı?” veya “Günümüz tüccarının/iş adamının ve tüketicisinin Müslüman olması/kalması mümkün müdür?” sualinden farksız. Binaenaleyh, yanlış sorulara verilecek her doğru cevap, her hâlükârda yanlış olmakla kalmayıp bizi aradığımıza ulaştırmak bir yana, ondan gitgide uzaklaştırıcı bir rol oynar. Peki ne yapmalı? Evvela soruyu doğru sormalı veya doğru soruyu sormalı, meseleyi tayin etmeli ve ondan sonra yol almalı.
Günümüzde tasavvufa dair genel olarak iki yaklaşım söz konusu. Birinci yaklaşım, tasavvufun dinin olmazsa olmaz bir parçası değil, dine sonradan eklemlenmiş harici bir unsur olduğu ve halihazırda onun vesilesiyle temsil ve tevarüs edilen her şeyin reddedilmesi gerektiğini öngörmekte. İkinci yaklaşım ise tasavvufun ve dahi onun kurumları mesabesindeki tarikatların İslâm tarihinin belli bir merhalesine kadar yararlı olduğu ancak zaman içerisinde tamamen bozulduğu; tasavvuf veya ihsân veya zühd, adını ne koyarsanız koyun bu kavramların kuşattığı mananın artık köhnediği ve mazide kalması gerektiğini… Bütün kavramları ve kurumları ile tasavvufun değişen dünyada yerinin olmadığı, haddizatında Müslümanların gerilemesinde (!) başat rol oynadığı ve benzeri iddialar ise bilindiği üzere ancak modernleşme tarihimiz kadar eski, yani çok taze, mazisi bir buçuk asrı geçmiyor.
“Tasavvuf yaşadığımız çağa ne vaad ediyor” şeklindeki yanlış sual, birinci yaklaşımla doğrudan alakalı. Bu öngörünün hatası-noksanı çokça dile getirildiği için hatırla(t)ma kabilinden bir iki cümle edip ikinci suale geçeceğim. Birçok âyet-i kerimenin ve hadîs-i şerifin ve özellikle Cibrîl hadisi olarak da şöhret bulan hadisin (Buhârî, Îman, 1; Müslim, Îman, 1) delaletiyle, dinin, iman (akide), islâm (amel) ve ihsan (ihlâs) sacayakları üzerinde yükseldiği kabul görmektedir. Nasıl ki akaid ilminde Mâturîdiyye ve Eş’ariyye ve fıkıh ilminde Hanefî, Şâfiî, Hanbelî, Mâlikî gibi birçok mezhep zuhur etti ise sonraki devirlerde tasavvuf adını alacak ihsan ilmi de Kâdiriyye, Rufâiyye, Nakşbendiyye ve sair tarikatlarla müesseseleşmiştir. Bu noktada dikkatleri isme değil müsemmâya teksif etmenin gerekliliği de izahtan vareste… Yani bu sacayaklardan birinin yok sayılması, dinin esaslarını yok saymaktan farksızdır. Bu noktada, “sahabe ve tâbiiîn asrında ihsan ile anlaşılan ve tatbik edilen şey ile takip eden asırlarda tasavvufa dönüşen şey aynı değildi” gibi bir itiraz, “sahabe ve tabiin döneminde kabul edilen akide ve fıkıh ile takip eden dönemde teşekkül eden mezheplerin öngördüğü akide ve fıkıh aynı değildi” itirazından farksızdır. İkinci itirazı makul ve makbul görenlere aksi yönde verilebilecek cevap ise bu yazının değil daha geniş başka bir yazının konusu… Binaenaleyh, İslâm kıyâmete kadar hükmünü sürecek ise dinin sacayaklarından tasavvufun veya ihsanın veya ahlâk-ı hasenin veya tezkiyenin de kıyamete kadar insana söyleyecek bir sözü vardır ve olmalıdır. Peki bu söz nedir?
İkinci mesele, bu söze dair… Yani günümüzde, tasavvufun temsil ve tevarüs ettiği tüm manaların hayatiyetten mahrum olduğu gerek siyasi ve gerekse iktisadi nizamın Müslümanlar aleyhine altüst olduğu bu hengamda hükmünü yitirdiği, iddiasına cevabın ne olacağı… Beyit:
Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hâmuş, havz tehî, gülsitân harâb
[Keçecizâde İzzet Molla]
Siyasi ve ictimâî meşruiyet kaynağını dinin teşkil ettiği, mahkemelerinde İslâm ahkâmının esas alındığı, tekkeler ile dört bir yanı ilmek ilmek örülmüş şehirlerinde ahalinin en azından civarında meskûn bir mürşide/dervişe/veliye muhabbet beslediği, mahalle kültürünün hakimiyeti sebebiyle otokontrol mekanizmasının büyük ölçüde işlerliğini muhafaza ettiği düne nispetle bugün tasavvufun temsil ve tevarüs ettiği geleneğe, özetle güzel ahlâka çok daha muhtacız. Seküler yaşam tarzının siyasi irade eliyle yukarıdan aşağıya doğru dayatıldığı, gerek talim-terbiye usûlleri ve gerekse kitle iletişim araçları vasıtasıyla gayridinî ve ahlâkî her türlü melanete meşruiyet kazandırılmaya çalışıldığı günümüzde, bu kokuşmuş seylaba kapılıp gitmemek için sapasağlam bir kulpa, tutunacak muhkem bir dala, bugün dünden çok daha fazla muhtacız. Sizlere, muhteşem ve parlak, her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir mazi tablosu çiziyor değilim. Ne var ki içerisinde bulunduğumuz mevsimin çürümüşlük ve kokuşmuşluğu, maziyi bu hale nispetle çok daha parlak göstermekte.
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder” (Yûsuf, 12/53) âyeti bugün dünden daha fazla dilimize pelesenk olmuş halde. Zira bugün ne evde, ne sokakta ne de mahkemede söylediklerimiz, yapıp ettiklerimiz şer’î ölçülere göre tartılıp biçilmekte ve ona göre hesaba çekilmekteyiz. Bir de nefsimizden ve amellerimizden razı isek vay halimize. Hele hele şer’î ilimlerden az biraz behremiz var ise, “biz zaten dini ilimleri tahsil ve tedris ediyoruz. Bizim nefsimizi tezkiye için bir mürşidin önünde diz çökmemize ne hacet? Biz bize yeteriz” diyen, dedirten nefs-i emmâre bizi gelmediyse, vay halimize… Hal böyleyken, kulun nefsiyle ve Rabbi ile münasebetinde samimi ve ahlâklı olmasını öngören tasavvufun, kalabalıklar içinde yalnız kalan Müslüman için bugün dünden daha hayati bir rol oynadığını/oynayacağını kim inkâr edebilir?
Bugün, teorik olarak mektepte, çarşı-pazarda, iş yerinde, mahkemede velhasıl toplum içerisinde her türlü dînî ve ahlâkî kayıttan bağımsız yaşama imkânına kavuşan, bir yanlış yaptığında kendisine şer’î haddi bildirecek otoriteden yoksun Müslüman, bu halin yol açacağı felaketlere karşı bir tutamağa, istikamet ehli bir rehbere, nefsini hesaba çekecek olgunluğa erişmesi için ona yol gösterecek bir mürşide bugün, dünden çok daha muhtaçtır. Zira noksanını bilip Resulullâh’ın mirasçısı bir mürşid önünde diz kırmak, boyun bükmek, kulluk bakımından haddini bilmenin ilk adımıdır. Beyit:
گر تو سنگ صخره و مرمر شوی
چون به صاحب دل رسی گوهر شوی
Ger to seng-i sahra u mermer şevî
Çün be sâhib-dil resî gevher şevî
[Mevlânâ, Mesnevî-i Manevî, 722. Beyit]
(İster taş ister mermer kadar sert ol. Eğer gönül ehli ile beraber olursan seni çok değerli bir mücevhere dönüştürür.)
Dün, akide ve fıkha dair temel bilgileri ana babasından veya mektepte-medresede mualliminden ya da camide cami hocasından öğrenen kabiliyet sahibi Müslüman, bir diğer sacayağı, ihsanı elde etmek gayesiyle bir mürşidin önünde diz kırarken, bugün şeriatın temel gereklerini bahse konu mecralarda öğrenmekten mahrum kitleler, tasavvuf mektepleri vesilesiyle hem dinin temel sacayaklarından ikisini tahsil etmekte ve hem de kabiliyetleri ölçüsünde üçüncüsünden tatmaya çalışmaktadır. Bu minvalde işittiğim bir hadiseyi nakledeyim. Orta yaşlarında inâbe alan bir ağabey şöyle demişti: “Hocam, ben mürşidimden el aldığımdan bu yana beş vakit namazımı kılmaya ve günlük evradımı ifaya çalışıyorum ancak az amel ettiğim ve amellerimin de çok kusurlu ve noksan olduğu düşüncesini bir türlü içimden atamıyorum. Halbuki daha evvel beş vakit namaz kılıyor, bu hali yeterli görmenin yanı sıra halimden de gayet memnun hayatıma devam ediyordum.” Kulun amelini noksan görüp nimetlerin şükrünü edadan aciz olduğunu idrak etmesi de elbette mürşide teslimiyetin ve had bilmenin meyvesidir. Beyit:
بى لطف تو من قرار نتوانم کرد
احسان ترا شمار نتوانم کرد
گر بر تن من زفان شود هر مویی
یک شکر تو از هزار نتوانم کرد
Bi-lutf-i to men karar ne-tevânem kerd
İhsan-ı to-ra şomâr ne-tevânem kerd
Ger ber ten-i men zefân şod her mûyî
Yek şükr-i to ez hezâr ne-tevânem kerd
[Ebû Saîd Ebü’l-Hayr, Rubâiyyât, 212. Beyt]
(Senin lütfun olmadan karar vermeye güç yetiremem
Senin ihsanını sayıp dökmeye güç yetiremem
Eğer tenimin üzerindeki her kılın birer dili olsa
Senin verdiklerinin binde birinin bile şükrüne güç yetiremem)
Özellikle muâmelât ve ukâbâta dair meselelerde, seküler kanunların kıskacında yaşamakla karşı karşıya kalmış günümüz Müslümanının alışveriş, işçi-işveren ilişkisi, alacak-verecek meselesi ve benzeri muamelelerinde onu İslâm ahkâmıyla kayıtlayacak herhangi bir harici kuvvetten mahrum oluşu, Müslümanı kendisiyle baş başa bırakmakta ve bu çerçevedeki davranışlarının ahlâkîliği gündeme gelmektedir. Zira tasavvufi terbiyenin yokluğunda, dindarlık sadece namaz kılıp oruç tutmak, hacca gidip zekât vermek ve sadece ferdin şahsî hayatını teşkil eden ibadetleri ifâdan ibaret sayılmakta ve ahlâk ile dindarlık farklı kompartımanlarda mütalaa edilmektedir. Bu sebepledir ki, halihazırda, deyim yerindeyse dini iş yerinin kapısında bırakıp ticari muamelesini yürüten Müslüman iş adamı/tüccar/esnaf örneği artık yadsınmamaktadır. Halbuki ahlâktan yoksun bir dindarlık, olsa olsa din(i)darlık olarak isimlendirilebilir.
Mesela kapitalist sistemde ticaret yapmaya çalışan, işçi çalıştıran namazında niyazında Müslüman bir iş verenin, işçisinin hakkını, büyük ölçüde işçiyi sömürmek üzere çerçevesi tayin edilen kanunlara göre değil de hesap günü Allah’ın bundan sual edeceği hakikatini göz önüne alarak vermesini kim, hangi surette sağlayacak? Müslüman bir işveren, daha fazla yatırım yapmak kastıyla sermayesini her sene ikiye-üçe katlarken, her geçen sene hayat standardında çıtayı yükseltirken, işçisinin hakkını gözetmeyi, onun hayat şartlarını kendi konforundan da feragat ederek iyileştirmeyi halihazırdaki hangi kanun çerçevesinde düşünecek? “Piyasa şartları” “devletin tayin ettiği asgari ücret” gibi mazeretlere sığınarak işçisinin insanca yaşaması için gereken asgari şartları ona sunmayan Müslüman işveren, hâlihazırdaki hangi kanuna göre sorgu edilecek, hangi ahlaki ölçülere göre kendisini hesaba çekecek? Onun, “mürşidi olmayanların/bildikleri gümân imiş” diyerek bir kâmile bende olup kul hakkından tir tir titremesinden başka çıkar yolu var mıdır? Beyit:
کوزهٔ چشم حریصان پر نشد
تا صدف قانع نشد پر در نشد
Kûze-i çeşm-i harisan por ne-şod
Ta sedef kâni‘ ne-şod pür dor ne-şod
[Mevlânâ, Mesnevî-i Ma‘nevî, 21. Beyit]
(Hârislerin, hırs ve tamah ehlinin, gözü doymadı. Sedef kanaat gösterip kapanmasa idi içinde inci olmazdı)
Öte yandan tüketimi biteviye teşvik eden üretim endüstrisi, reklamlar aracılığıyla gerçekte var olmayan talebi, işçisi, esnafı, öğrencisi, genci ve yaşlısıyla Müslüman tüketicinin bilinçaltına enjekte ederken, kitle iletişim araçları vasıtasıyla da dünyanın tozuna bulanmış hayat tarzları pazarlamakta. Giyim kuşamdan ev eşyasına, kullanılan telefondan binilen araca kadar neredeyse her şeyin modası geçtiği veya hafif eskidiği ya da sözüm ona kişinin konumuna yakışmadığı gibi gerekçelerle hemen yenisiyle değiştirildiği veya değiştirme arzusunun gönüllerde yer ettiği günümüzde, tasavvufun asırlardır telkin edegeldiği kanâat ahlâkına, bugünün modern insanının düne göre daha çok muhtaç olmadığını kim söyleyebilir?
Sözün özü, mademki İslam kıyamete kadar hükmünü sürecek, öyleyse Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Resûl sûra üfleninceye kadar insanlık için kurtuluş reçetesi olmaya devam edecektir. Binaenaleyh İslam’ın sacayaklarından ihsana karşılık gelen tasavvuf da sadece belli zaman ve mekâna has değildir. Gerek tekkede gerek şehirde gerek de plazada kendini arayan, kalbine geri dönmek isteyen insana bir ilaç olarak taptaze durmaktadır. Ne zamanın ilerlemesi ne de baş döndürücü hızda gelişen teknoloji bu durumu değiştirecek değildir. Bilakis şu asırda, şu ahir zamanda tasavvufa her zamankinden daha fazla muhtacız. Zira devletleri ve de milletleri kıskacına almış adına kapitalizm dedikleri iktisadi nizam, öncelikle insanı ezmekte, onu kendisinden uzaklaştırarak varlığı ve eşyayı bedene has kılmakta ve ruhi bir hayatın lüzumsuzluğunu salık vermektedir. Hz. Adem’den bugüne nefis ve şeytan düşmanıyla mücadele eden ademoğluna karşı bugün nefsin ve şeytanın kullandığı araçların daha da sofistike hale geldiğini de dikkate alırsak bugün nefsimizle mücadelemizde kavî ve hakîm bir rehbere, kâmil bir mürşide ihtiyacımız daha da tebellür etmektedir. O halde şunu diyebiliriz; tasavvuf yaşadığımız çağa dün ne vaat ediyorsa bugün de aynı şeyleri daha da kuvvetli bir surette vaad ediyor. Yeter ki sesini duymak isteyelim.