Diken ve Karanfil

Kitap, işgale maruz kalmış bir vatan olarak Filistin’i savunma ve kurtarma çabasının yanında dini değerlerin, Müslümanlığa ait esasların da üzerinde durmuştur. Sinvar dini değerleri, milli ve yerel değerlerin üzerinde tutmuş ve o şekilde yansıtmıştır.

Betül ZEYREK

“Okyanustan körfeze, hatta okyanustan okyanusa kadar, gönülleri İsra ve Miraç mucizesinin diyarı Kudüs’e ve Aksa Mescidi’ne bağlı olanlara” ithafen… 

“Diken ve Karanfil” Yahya İbrahim Sinvar tarafından kaleme alınmış ve Vahdettin İnce tarafından çevirisi yapılarak Ekin Yayınları’nın hazırladığı baskı ile biz okuyuculara sunulmuştur. İlk baskısını Nisan 2024’te İstanbul’da yapmış ve hemen arkasından mayıs ayında 3. baskıya girmiştir.

Yahya İbrahim Sinvar, 1948 yılında Nekbe felaketinde, Askalan’dan Gazze Şeridi’ne hicret eden Filistinli bir ailenin çocuğudur. 1962 yılında Han Yunus’daki mülteci kampında dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini de buradaki kamplarda yaptıktan sonra Gazze İslam Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü okumuştur. Mezuniyeti sonrası ise hiç zaman kaybetmeden Filistin’de İslami direnişin öncülerinin arasına katılmıştır. 1988 yılında 486 yıl hapis cezası ile yargılanmış lakin sonrasında gerçekleşen esir takasında serbest kalmıştır. (2011) 2017’de HAMAS Siyasi Büro Başkanı seçilmiştir. “Aksa Tufanı” operasyonunun “beyni” olarak gösterilmiştir ve hala Gazze’de yaşamaktadır. Hatta Binyamin Netanyahu, Sinvar’a “yürüyen ölü adam” nitelemesinde bulunarak bu korkusuz mücahidi öldürmek istediklerini aleni olarak ifade etmiştir.

Sinvar içinde bulunduğu duruma hem tepkisini göstermek hem de direncini sağlam tutabilmek için yaşadıklarını kaleme alma yolunu seçmiştir. Tüm umudunu yazarak diri tutmuş, direnişini bu şekilde göstermiştir. Bir nevi hayatta kalma mücadelesi olarak manevi ağırlığını ve yükünü kalemine yansıtmıştır.

Kitabı okurken satır aralarında yazarın hayatından izler bulacak ve karakterini yansıtan durumlar ile karşılaşacak, duygularını derinden hissedeceksiniz. Bu eseri yazarak, direnmeyi kendisine görev olarak belirlemiş bir mahkûmun “otobiyografisi” ya da “mahkûmun hatıraları” (hatıralarını biriktirdiği günlüğü) olarak da kabul edebilirsiniz kitabı. Bu şekilde okursanız eğer kitabın içerisinde sık sık karşınıza çıkan tekrar eden ifadeler sizi rahatsız etmeyecektir[1] . Farklı zamanlarda hissedilen aynı duygular, aynı olaylar.

Eseri roman olarak değerlendirdiğinizde kurgu ön plana çıkıyor gibi düşünülebilir, düşünülmesin. Çünkü bu romanın her bir karesi, her bir kelimesi, her bir cümlesi gerçek. Yaşanılan olaylar hayal ürünü değil Sinvar’ın ya yaşadıkları ya da yaşayanlardan birebir dinledikleridir. Okurken lütfen bunları düşünerek, bilerek, farkında olarak okuyalım.

Bu eserin başkahramanı ve anlatıcısı olan Ahmed karakteri ile Sinvar’ın hayatı karşılaştırıldığında epeyce benzerlikler bulacaksınız. Ahmed’in başından geçenler sadece Sinvar’ın hayatı ile değil 1960’lı yılların başlarında doğan ve aileleri Nekbe sırasında köylerinden, kasabalarından tehcir edilen, Gazze ve Batı Şeria ile Lübnan, Ürdün, Suriye gibi komşu ülkelerdeki mülteci kamplarına mahkûm edilen bir neslin yaşadıklarıyla birebir örtüştüğünü göreceksiniz. Aslında Sinvar kendisi gibi zulme maruz kalan onca insanın sesi olmaya çalışmıştır eserinde. Her Filistinlinin şu ya da bu şekilde kitapta geçen olaylarla bir bağı vardır.

Yazar, hayatından bahsederken Nekbe’den de söz etmiştir. Bunu kısaca açıklamak yerinde olacaktır. Çünkü yazar Ahmed karakteri üzerinden bu olaydan başlayarak kronolojik bir anlatıma yer vermiştir. “İsrail’in 15 Mayıs 1948’de, tarihi Filistin topraklarında bağımsızlığını ilan etmesi, Filistinliler için onlarca yıldır devam eden felaketler silsilesinin başlangıcı oldu. Filistinliler için ‘bir trajedi, toprak kaybı, katliam, köylerinin haritadan silinmesi ve yüz binlercesinin zorunlu göçü’ olarak kabul edilen ve Arapça “Büyük Felaket” anlamına gelen Nekbe’nin üzerinden 76 yıl geçti. Yaklaşık bir yıl içerisinde 750 binden fazla Filistinli topraklarını terk etmek zorunda bırakıldı. Nekbe’den bu yana işgali genişleten İsrail, şu an 27 bin kilometrekarelik tarihi Filistin topraklarının yüzde 85’ine el koymuş durumda.” İnsan bunları okuyunca inanamıyor. 76 yıllık bir zulüm ve bitmeyen, dinmeyen bir gözyaşı hâkim o topraklarda. Allah bu zulmün elbet takipçisi, ben bizleri düşünüyorum. Bu zulme karşı bir şey yapıyor muyuz, bu zulüm karşısında bir tavrımız var mı?

Daha sonra yazar, 1970’te yaşanan Kara Eylül Olaylarından 1978 güzündeki Yom Kippur savaşına kadar geçen süreyi ele almaktadır. Ayrıca Lübnan iç savaşından İsrail’in Lübnan’ı işgaline, Sabra ve Şatilla katliamlarına, Birinci İntifada’ya (1987-1993), Oslo Antlaşmalarına (1993), İkinci İntifada’nın (2000-2005) kadar birçok konu ele alınmış. Başkarakterimiz Ahmed bu olayları anne ve babası, üç erkek iki kız kardeşinin üzerinden anlatıyor. Uzun bir acı geçmiş var yani karşımızda.

Eser otuz bölümden oluşuyor. Yaşananların modern bir bakış açısı ile ele alınmadığının da altını çizmiş olalım. Kadınlar hakkında anlatımlara dikkat edince fark ettim ki seviye hep korunmuş. Duygularını oldukça dizginlemeye çalışmış. İlk bölümde yazarın anıları, çocukluğu, yaşadığı evi, yoksullukla mücadele edişleri anlatılıyor. Ve öyle bir hal ki temel ihtiyaçlara dahi ulaşım sağlanamıyor. Yazar hislerini Ahmed üzerinden öyle derinden işliyor ki okudukça sanki onunla birlikte sizler de bu yokluğu yaşıyorsunuz. Bu çok kıymetli bir hadisedir. Sinemografik yönüyle olaylar gözünüzün önünde canlanıyor ve derinden sarsılıyorsunuz. Ahmed babasının ortadan kaybolmasından sonra direniş saflarında yer alıyor ve artık orada boy göstermeye başlıyor. Bundan sonraki hayatı direnişle devam ediyor. Şu anda da olduğu gibi sahada aktif bir direniş yaşantısı var. Kendini her yönü ile geliştirmiş, bununla da kalmamış muhatabını çok iyi tanımış ve öğrenmiş. Serbest kaldığında ise tüm stratejisini öğrendiklerine göre belirlemiştir. Siyonistlerin en korktuğu adam haline gelmiştir.

Kitap, işgale maruz kalmış bir vatan olarak Filistin’i savunma ve kurtarma çabasının yanında dini değerlerin, Müslümanlığa ait esasların da üzerinde durmuştur. Sinvar dini değerleri, milli ve yerel değerlerin üzerinde tutmuş ve o şekilde yansıtmıştır.

Daha evvel okuduğum Zeynep Gazali’nin yaşadıklarını yazdığı “Zindan Hatıraları” kitabı gibi bu kitap da oldukça etkiledi beni. Dini değerler Gazali’de de aynı Sinvar gibi yerel ve milli değerlerden daha öncelikli olarak ele alınmıştı. Yerler, zamanlar, kişiler değişiyor lakin çekilen bu zulüm değişmiyor da el değiştiriyor sanki. Ve biz Müslümanlar bu şekilde sessiz kalmaya, mazlumun sesi olmaktan korkup kuytu köşelere saklanıp sessiz çığlıklar atmaya devam ettikçe bitmeyecek. Haksızlık karşısında sessizliğimizi bozmadığımız sürece dilsiz şeytanlar olarak anılıp sıranın bizlere gelmesini bekleyecek, zelil bir şekilde hayatımızı yaşamaya devam edeceğiz…