Gelelim Aksa Tufanı’na. Aksa Tufanı; soykırım ve sivil kayıpların yanı sıra direniş hattı ve HAMAS’ın, İslami Direniş Hareketi’nin liderlik fonksiyonu açısından da değerlendirilmelidir. 7 Ekim 2023’te başlayan Aksa Tufanı, bazılarına göre tarihin akışını değiştirecek bir kırılma noktası, bazılarına göre Filistin için yeniden doğuş, bazılarına göre ise Siyonizm için sonun başlangıcıdır. Operasyon o kadar etkili oldu ki Siyonist rejim, kurulduğu günden beri böyle bir darbe yememişti.
Kemal ÖZDEN
İnsan ve Medeniyet Hareketi Genel Başkanı

Aksa Tufanı yaşanmamış olsaydı, 21. yüzyılda yeni bir soykırıma şahit olacağımıza ihtimal veren olmazdı. Her ne kadar bölgesel anlamda birçok çatışma ve savaş devam ediyor olsa da dünyanın birçok yerinde insanlar Gazze’de yaşananları dehşet içinde izliyor. Bir yılın sonunda netice olarak “Gazze harap oldu ama direnmeye devam ediyor.” Bir yıl içinde yaşanan bu büyük acılara rağmen Gazze yeryüzünün izzet diyarı olmayı sürdürüyor. Küçücük bir kara parçası olan Gazze, dünyanın tek özgür ülkesi imiş meğer. Tıpkı uzak düşler diyarı gibi…
Karşılarına geçip kendilerine bakıldığında; tiksinmemenin elde olmadığı aşağılık bir güruh, Siyonizm ideolojisi adına ABD’nin koşulsuz karşılıksız, Müslümanları kıskandıracak derecede muazzam desteği ile soykırım suçunu pervasızca işlemeye devam ediyor. Başka savaşlarda görmediğimiz hadiselerin hepsi bu savaşta yaşanmaya devam ediyor.
- Her türlü gıdanın ve temel insani ihtiyaç malzemelerinin Gazze’ye girişi Siyonist işgalci ordu ve fanatik Yahudi siviller(!) tarafından engelleniyor. Sekiz yaşından büyük olmayan Yahudi bir yerleşimcinin, yardım tırının yağmalanması sonucu yollara dökülen unların üzerinde keyifle hoplayıp zıplamasını unutmak ne mümkün!
- BM sorumluluğunda olan okullara sığınan sivillerin katledilmesi
- Hastanelerin hedef gözetilerek vurulması, yaralıların şehit edilmesi, hastane bahçelerinin toplu mezarlara dönmesi
- İlk günden itibaren elektrik, su ve yakıt gibi en temel insani malzemelerin Gazze’ye girişinin engellenmesi suretiyle bir toplumun komple açlığa mahkûm edilmesi
- Hastanelerde yoğun bakım ünitelerinde bulunan bebeklerin katledilmesi
- Çocukların ve kadınların bilerek ve isteyerek hedef alınması ve canice öldürülmesi
- Camilerin ve kiliselerin hedef alınarak yıkılması
- Sistematik işkence ve kötü muamele
- İşkence altında ölümler
Ve bunlara eklenebilecek onlarca insanlık suçu, geçen bir yıl içinde Siyonist rejim tarafından masum sivillere hiçbir ayırt edilmeksizin uygulandı. Savaş hukuku hiçe sayıldı. Yıllar önce bir filmin afişinde yer alan şu cümleyi hatırlatalım: “Savaş cinayetlere kılıf olamaz.” Cinayet, cinayettir. Gazze’de yaşananlar, cinayetin çok ötesinde bir soykırımdır. Daha azını söylemek, Siyonist rejimin günahlarını hafifletmek demektir.
Bildiklerimiz dışında bilmediğimiz kim bilir ne vahşetler yaşandı. Tahayyül sınırlarımızın dışında, bu kadar da olmaz denilen her şey Gazze’de normal oldu. Filistinli esirlere tecavüz eden askerler birer halk kahramanı olarak televizyon kanallarına çıkarıldı. Siyonist rejimin çoluk çocuk sahibi ailelerinin bu şov karşısında ne düşündüklerini merak etmiyor değilim. Mesela çocuğu ile birlikte izleyip onlar için kaygılanmış olabilir mi? Bu yaratıklar ile aynı toplumda yaşamak onları da tedirgin ediyor mu acaba?
Bu satırları kaleme aldığım sırada dünya, işgalci Siyonist rejimin Lübnan’da gerçekleştirdiği sansasyonel eylemden haberdar oldu. Önce çağrı cihazlarını, ardından telsizleri; Lübnan’daki Hizbullah üyelerinin ellerinde patlatarak onlarca kişinin vefat etmesine ve binlercesinin de yaralanmasına sebep olan inanılması güç bir dijital saldırı gerçekleştirildi. Lübnan hattı ayrıca değerlendirmeye muhtaç bir konu. Ancak Gazze’deki direnişin geçen bir yıl içerisinde böyle bir tehdide maruz kalmamış olması, düşmanını iyi tanımaktan ve ona göre hazırlık yapmaktan geçiyor.

Gelelim Aksa Tufanı’na. Aksa Tufanı; soykırım ve sivil kayıpların yanı sıra direniş hattı ve HAMAS’ın, İslami Direniş Hareketi’nin liderlik fonksiyonu açısından da değerlendirilmelidir. 7 Ekim 2023’te başlayan Aksa Tufanı, bazılarına göre tarihin akışını değiştirecek bir kırılma noktası, bazılarına göre Filistin için yeniden doğuş, bazılarına göre ise Siyonizm için sonun başlangıcıdır. Operasyon o kadar etkili oldu ki Siyonist rejim, kurulduğu günden beri böyle bir darbe yememişti. Dolayısıyla Aksa Tufanı, hem Siyonistlere büyük bir ders oldu hem de sessiz sedasız 75 yıldır uyguladıkları vahşet tüm çıplaklığıyla ayan beyan ortaya çıktı. Eğer biraz daha geç kalınmış olsaydı, muhtemelen Mescid-i Aksa elden gitmiş olacaktı. Çünkü İsrail, çoktandır bölge ülkelerinin birçoğuyla normalleşme sürecine girmişti. (bkz. İbrahim Anlaşmaları) Kamuoyuna İsrail ile BAE’nin HAMAS’a karşı ortak hava operasyonu yaptıkları da yansımıştı.
2006 yılından itibaren HAMAS’ın girmiş olduğu ilk serbest seçimlerde Filistin’in tamamında büyük bir farkla kazanmış olduğu seçim zaferine rağmen, zorla iktidardan uzaklaştırılmaya çalışılması ve lider kadroların tutuklanması ile fiilen başlayan İsrail ambargosuna rağmen sadece 17 yılda HAMAS’ın silahlı kolu olan İzzettin el-Kassam Tugayları’yla şehrin altında yüzlerce km’ye ulaşan bir ağ örülmesi, hareketin bu zorlu günlere nasıl hazırlandığına dair ipuçları veriyor. Yıllarca gün yüzü görmeden tünellerde çalışma yapan mühendisler, bugün Gazze’nin ortaya koyduğu soylu direnişin mimarlarıdır. Manevi yönden kendilerini geliştiren, her biri bir Kur’an talebesi olan mücahitlerin, aynı zamanda savaşa dair ellerindeki kıt imkânlara rağmen yaptıkları hazırlık insanın anlama ve idrakinin çok ötesinde bir fedakârlık gerektiriyor. “Kaotik ortamlar ve durumlar sıra dışı çözümleri içinde barındırır.” sözünü haklı çıkarırcasına yer altındaki tünellerde 7/24 esasına göre işleyen bir sistem kurulmuş. Savaş başladığından bugüne bir yıl dolmuş olmasına rağmen hasar almış olsa bile halen bu ağ sistemi çökertilebilmiş değil. Lokal hasarlar hızlı bir şekilde onarılarak sistem ayakta durmaya devam ediyor. Oysa karşısında teknolojik olarak ciddi anlamda güçlü, sayıca çok üstün ve her şeyden önemlisi katliamın baş sorumlusu olan ABD’den sürekli silah ve mühimmat desteği alan bir ordu var. Bir “orantısızlar” savaşı yaşanıyor.
Gazze’de yaşanan durum bazıları açısından büyük bir stratejik hata olarak görülüyor. Onlara göre HAMAS, İsrail’in oyununa geldi. Demir Kubbe gibi adeta havada uçan sineği bile ıskalamayan bir sistem, nasıl olur da 7 Ekim saldırısını ve Gazze tarafındaki hareketliliği görmez ve engelleyemez? Dolayısıyla 7 Ekim’de yaşananlar aslında bile bile lades durumu. İsrail de eline geçen fırsatı değerlendirip Gazze’yi tamamen insansızlaştırma ve ardından ilhak etme planını uygulamaya koydu. Nasıl ki 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi ABD’nin Ortadoğu ve Asya’ya yönelik işgal planlarını uygulamaya geçirebilmek için İkiz Kuleler saldırısına ihtiyacı varsa İsrail’in de Gazze’yi yok etmek için bu tür bir saldırıya ihtiyacı vardı.
Yukarıdaki düşünceyi toptan reddettiğimi söylemek isterim. “Her şeyden önce İsrail coğrafi konumu gereği bu tür saldırılarla kendisini test ettirecek sağlam bir altyapıya ve toplumsal birlikteliğe sahip değil. Eğer öyle olsaydı savaş başladığından beri yüz binlerce yerleşimci hırsız ülkeyi terk etmezdi.” Gazze veya Lübnan’ın güneyi insansızlaştırıldığı kadar işgal altındaki topraklar da yerleşimciler tarafından boşaltıldı. Bu durum arzu edilen sonuçların elde edilemediğinin kanıtı olur. Diğer taraftan dini fanatizmin sağladığı motivasyonla, (Arz-ı mev’ûd) bu toprakların her geçen gün gasp edilmesi yeni bir durum değil. Ancak böyle olduğunu kabul etsek bile vadedilen toprakları içine alan coğrafyadaki ülkeler (başta Türkiye) bu sapkınlığın farkına daha fazla varmış durumdalar. Artık bu saatten sonra Türkiye’de İsrail orjinli bir kişinin veya şirketin, yer veya arazi alması en azından kısa vadede mümkün görünmüyor. İsrail’in sapkın düşüncelerinin gerçekleşemeyecek olması da bir inanç krizine döner mi? Bu da ihtimal dâhilindedir. Ömrünü bu “sapkın” ideolojiye adayan bir neslin elinde hayal kırıklığından başka bir şey kalmazsa İsrail’in varoluşsal gerekliliği de sorgulanacaktır.
Oysa Müslümanlar açısından Gazze’de yaşananlar müthiş dersler ve fırsatlar ortaya koyuyor. Geçenlerde ABD’de yaşayan bir tanıdığım 11 Eylül saldırılarından sonra İslam’ı merak edip araştırmaya başlayan 100 binden fazla Amerikalının İslam’ı seçtiğini ifade etmişti. Bugün de Gazze’de yaşananlar ABD ve AB başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde kutlu bir direniş sergileyen, Allah’a tam olarak teslim olmuş; kahraman Gazze halkı üzerinden İslam’a meyletmiş ve Müslüman olmayı seçmiştir. Belki Gazze’de 10 binlerce kardeşimiz şehit oldu. Ancak şehitlerin bereketi ile dünyada yüz binlerce yeni kardeş kazanmış olduk. Değerli mütefekkir ve şairimiz merhum Sezai Karakoç üstadın dediği gibi “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”.

Dünya İslami Hareketleri, Aksa Tufanı ile bir silkelenme ve üzerindeki ölü toprağını atma imkânı bulmuştur. Eğer gerçekten yeryüzüne adalet, merhamet, dirlik, düzen ve emniyet gelecekse bunlar ancak İslam’ın ve Müslümanların eli ile olacaktır. Kendi idealimizden ne kadar uzak olsak da yaşanan gelişmeler biz Müslümanların lehinedir. Ancak çok çalışmak, aziz dinimizi iyi temsil etmek ve savunmak zorundayız.
Gazze’ye ve Filistin’e destek olmanın yollarından biri bulunduğumuz yerde sorumluluklarımızı tam olarak yerine getirmekten geçiyor. İşlerimizi parmak ucu ile değil sıkı bir şekilde ve ciddiyetle ele almalı, hukuk, adalet, ekonomi, çevre vb. tüm alanlarla ilgili kapsamlı çalışmalar yapmalı, alternatifler ortaya koymalıyız. Aksa Tufanı bize bu fırsatı sunmuştur. Batılı bir düşünürün dediği gibi; kaos geldi hoş geldi, zira düzen mağlup oldu.
Mesela İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Arap Birliği gibi kuruluşların hiçbir geçerliliğinin kalmadığı, herhangi bir fonksiyonlarının olmadığı ortaya çıkmış oldu. Özellikle İİT’nin kuruluş amacının doğrudan Mescid-i Aksa’nın savunulması ve özgürleştirilmesi olduğu düşünüldüğünde trajikomik bir durum ile karşı karşıya kalıyoruz. Zira İİT adeta kendini inkâr eden bir kuruma dönüşmüş durumda. Aksa Tufanı operasyonu başladığından beri iki ya da üç kez bir araya gelebilen ve sonuç olarak da uluslararası toplumu(!) harekete geçmeye davet eden açıklamalar dışında, somut hiçbir yaptırım kararı alamayan bir teşkilata ne dünyanın ne de İslam coğrafyasının ihtiyacı var. Hiç olmaması varmış gibi olmasından iyidir. Oysa elinde çok önemli imkânlar varken bu fonksiyonunu yerine getirmemesi kabul edilemez. İsrail’in haritadaki yerine baktığımız zaman bile İİT’nin ne denli etkili olabileceğini anlamak mümkün. Biraz risk alarak başta petrol üretimini kısmak suretiyle hem ABD hem de AB üzerinde İsrail’e baskı yapmak mümkün olabilecek işlerin başında geliyordu. ABD dâhil hiçbir devletin, tüm İslam dünyasını karşısına almaya cesaret edemeyeceği açıktır. İslam dünyasının kendi içindeki kronik sorunlarına rağmen bu böyledir.
İkincisi, İsrail ile her türlü ticaretin sona erdirilmesi kozudur. Maalesef bu konuda Türkiye olarak biz de iyi bir sınav vermedik. Ticaret önemli oranda azalmış olmakla birlikte sıfırlanmadı. Özel sektör ticaretine devam ediyor. Üçüncü olarak, biraz ütopik olmakla beraber göstermelik de olsa ortak bir İslam Barış Gücü’nün hazırlıklarına başlanabilir ve Gazze’nin yeniden imarı bu barışı koruma gücüne verilebilirdi. Devlet aklı farklı işliyor olabilir. Biz devlet olmadığımız için bu şekilde düşünmek, böyle olmasını istemek de bizim hakkımız. Rabbimizin buyurduğu gibi “Size ne oluyor da Allah yolunda ve Rabbimiz! Halkı zalim olan bu kasabadan bizi çıkar ve katından bir veli ve katından bize bir yardımcı kıl. (Gönder) Diye yalvaran erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmış olanlar için savaşmıyorsunuz!”Bu ayet-i kerimeyi nasıl anlamamız gerekiyor mesela? Hangi reel politik gerekçelerin aşılmış olması gerekiyor ki çoluk çocuk soykırıma uğruyorken elimiz kolumuz bağlı oturalım?
Muhakkak el ve kol bağlı değil ve siyasi, diplomatik birçok şey yapılıyor. Peki, bunlar katliamı, işkenceyi, ölümü, açlığı sona erdiriyor mu? Eğer erdirmiyorsa ya yetersizdir, daha fazlasını yapmak gerekir, ya yanlıştır başka bir şey yapmak gerekir. Sıradan işler yaparak sıra dışı sonuçlar ve başarılar almayı bekleyemeyiz.
Mücahitlerin savaş boyunca sergiledikleri ahlaki tavır, tüm dünyada Filistin’e ve direnişe karşı bir sempati kazandırmış oldu. Esir olarak alınan İsrail vatandaşlarına yönelik insani davranışlar ve ilk esir takasında Mücahidler ile İsrailli esirlerin birbirlerine karşı gösterdikleri iltifatların ortaya çıkardığı durumun hiç de İsrail ve Batılı haber kaynaklarının anlattığı şekilde olmadığını ortaya koydu. 7 Ekim’e dönelim. Haber kanalları “Festivalde eğlenmekte olan gençleri ve İsrailli sivilleri Gazze’den paramotorlar üzerinde gelen cihatçı gruplar infaz ettiler.” şeklinde haberler geçtiler. Hatta kafaları koparılan bebeklerden bahsettiler. Hiçbir zaman belgelendirilememiş olsa da bu yalanı ABD başkanının diliyle dünyaya servis ettiler. ABD ve AB başta olmak üzere neredeyse tüm dünya HAMAS’a karşı büyük bir öfke duymaya başlamıştı. O günlerde Türkiye dışında (Cumhurbaşkanının, “HAMAS ülkesinin bağımsızlığını savunan bir mücahidler grubudur.” sözü önemliydi) neredeyse HAMAS’ı “terörist” ve Aksa Tufanı’nı da “terör eylemi” olarak nitelendirmeyen yoktu. Ta ki gerçekler birer birer ortaya çıkmaya başladığı ana kadar:
- İsrail’in Hannibal Protokolü kapsamında kendi vatandaşlarını öldürdüğü,
- Kafası koparılan bebekler haberinin koca bir yalan olduğu,
- Mücahidlerin askeri operasyonlarının tamamının İsrail’e ait askeri üslere yapıldığının ve infaz edilenlerin İsrail askerleri olduğunun ortaya çıkması ile ibre tersine dönmüş oldu.
Bu anlamda İslam dünyasının geleceği açısından Türkiye’nin elinde halen daha tarihi fırsatlar var. Her şeye rağmen Filistinlilerin Türkiye’ye karşı duyduğu büyük sevgi ve elbette büyük beklenti bu fırsatı elimizde tutmamıza sebep oluyor. Ancak hiçbir fırsat elde uzun süre beklemez. Eğer Türkiye tarihi sorumluluğunu ve liderlik misyonunun gerektirdiği adımları cesaretle atmazsa o takdirde Aksa’nın yüzü korkarım ki başka tarafa döner. Kudüs “kırmızı çizgi” olmalı ve gereği yerine getirilmeli.
Amasız, lakinsiz Gazze’nin yanında olmak Müslüman olmaktan öte insanlık görevidir. İnsan olmamızın gereğidir. Bugün Gazze’nin lideri “Bir dakikalık özgürlüğümü, postal altında bin yıllık esarete değişmem” diyerek mücadelesini muazzam bir kararlılıkla devam ediyorsa bize düşen bu kararlı mücahitlerin yanında olmaktır. Elimizden çok bir şey gelmese de doğru tarafta olmayı bize nasip eden Rabbe sonsuz Hamd ile…