O gün bugündür dünyanın bütün emperyal güçlerini arkasına alan İsrail, uluslararası hukuka asla uymadı. Filistin Devleti kurulması için ayrılan toprakları da işgal etti. Tek taraflı olarak Kudüs’ü başkent ilan etti. İşgal topraklarına gözyaşlarına aldırmadan sürekli yeni yerleşim yerleri yaptı. Utanç duvarı, tel örgüler ve bombaların ardına saklandı. Filistinlilerin her şeyini çaldı. Sayısız katliam yaptı.
Yıldız RAMAZANOĞLU
Yazar

14 Mayıs 1948 İsrail Devleti’nin ilan edildiği gün. BM haksız bir şekilde Filistin topraklarının yarıdan fazlasının üzerinde bir Yahudi devletinin kuruluşunu oylamaya sunarken yanında Filistin Devleti kurulmasını da öngörmüştü.
Bugünlere dönünce bir fotoğraf sergisinde rastladığım 40’lı yıllara ait fotoğraflar canlanıyor gözümde. Gemilerle Avrupa’daki mezalimden kaçan Yahudiler, Filistin sahillerine ulaştığında su ve ekmek veren, onları karşılayan Filistinli kadınların, çocukların fotoğrafları. İnsanlık dolu tablolar… Minnetle bakan Yahudi kadınlar ve üzerleri oldukça perişan Yahudi çocuklar… Gemi yola çıkmadan bir-iki hafta önce yine bütün dünyada Filistinliler Nakba’yı (1948 İsrail Devleti’nin kuruluş günü) konuşuyorlardı. Vahşi, kanlı sürecin adı Nakba (Büyük Felaket).
“Büyük kırım sonu gelmeyen, süregiden deyin, onu bir güne hasrederseniz o zaman olmuş bitmiş ve hazmedilmiş sayılır.” diyor Palestine Chronicle’ın kurucusu Ramzy Baroud. El Cezire’nin Orta Doğu yorumcusu Lamis Andoni’ye göre Nakba, “Yerlerinden edilme ve sürgün kadar yaşamın da sona ermesi”dir. Sürgüne gidenler için hiçbir yere ait olamama anlamına gelen Nakba, kalanlar içinse yabancılaşma anlamına gelmişti. Baroud bunu bir “etnik temizlik” olarak adlandırıyor en doğru biçimde.
İntifa sitesinin kurucularından Ali Abunimah tarihçi Benny Morris’in 2004’te yaptığı açıklamayı hatırlatmış: “1948’e kadar 700 bin Filistinli yerlerinden edilmeseydi, bir Yahudi devletini kurmak mümkün olmazdı. Dolayısıyla onları sürmek gerekliydi. Tarihte etnik temizlikleri haklı kılan bazı koşullar ve anlar vardır.” demiş soğukkanlılıkla. Devletin kurucu başbakanı David Ben Gurion, 7 Şubat 1948’de parti üyelerine seslenirken; “Her yer yüzde yüz Yahudi, hiç yabancı (Araplar) kalmadı.” diyordu güven içinde olduklarına dair insanları temin etmek üzere. Devlet, cellâdına âşık olmuş trajik ruhların girişimi olarak başlıyordu kanlı hayatına.
O gün bugündür dünyanın bütün emperyal güçlerini arkasına alan İsrail, uluslararası hukuka asla uymadı. Filistin Devleti kurulması için ayrılan toprakları da işgal etti. Tek taraflı olarak Kudüs’ü başkent ilan etti. İşgal topraklarına gözyaşlarına aldırmadan sürekli yeni yerleşim yerleri yaptı. Utanç duvarı, tel örgüler ve bombaların ardına saklandı. Filistinlilerin her şeyini çaldı. Sayısız katliam yaptı. Karşı çıkan iç ve dış muhalifleri dev propaganda makinasıyla, tehditle susturmaya çalıştı. Büyük ölçüde bunu da başardı. Roller dağıtılmış, herkes gönüllü ya da gönülsüz bu rolüne razı olmuştu. İnsan olma, insan kalma, imkânının neredeyse bittiğine işaret eden o derin çatlaktan aşağıya bakmaya bile mecali yoktu dünyalıların. Herkes artık yüce şeyler düşünmeyi imkânsız kılacak küçük ve yorucu bir hayata, bayağı hazların dünyasına yuvarlanmıştı. Gazze’deki bir buçuk milyon kuşatılmış insanı unutma suçunu işliyorduk gün be gün. Körleşmenin kalp ve vicdan, hatta akıl tutulmasının şahikasındaydık. Birileri unutmuyor, umutsuzluğa kapılmıyor, yapılacak bir şey olduğuna inanıyorlarmış meğer. Dünya bu yüzden sarsıntıda. Kalpten kalbe yollar açılıyor, seher vakitleri ortak bir gitme hissiyatı oluşuyormuş. Herkes gaflet ve atalet uykusundayken birileri uyumuyor dua ediyormuş ‘yol’ için. Gemi 62 yıldır nesilden nesile gördüklerimizin, biriktirdiklerimizin karşılığı. Damla damla süzülen, imbikten geçen, yalın ve masum insanlığımızın; ayetlerden, peygamberlerden, ermişlerden anladıklarımızın hülasası.

Roller darmaduman oldu. Zalimlerin otoriteleri yerle bir oldu. Ne olduğunu anlamak kimileri için epeyce zaman alacak.
F. Bulut “Kaba bir romantizm böyle silahsız olarak silahlı bir orduya doğru gitmek.” diyor. Vatan gazetesine verdiği mülakatta. Bülent Akyürek ise vileda sopalarıyla helikopter indiren, kıyıcılığıyla meşhur bir ordunun akıl almaz silahlarına karşı bir çuval soğanla harekete geçen insanlardan söz ediyor, üstelik gemiye binenlerin çoğunun yüzme bilmediğini ürpertici bir şekilde hatırlatarak. “Peki ya neye güvendiniz?” sorusu çınlıyor etrafta. Yahudi halkının ruhunda bir yerlere itilip horlanıp kalmış insani duygulara son bir atılışla kredi açılmış anlaşılan. İnsana ilk yaratılışta üflenen o cevhere. Tabii en temelde yatan “iman kuvveti” meselesini anlamak zihinsel bir sıçramayı gerektiriyor.
Dünya bu kurgulanması bile muhal olan hiper gerçekliği çok konuşacak. Çünkü imanın karasularına giren bir mevzu. Bu sularda yüzmeyi çok iyi bilen ehil insanların hikâyesi. Hepimizi sınırlarımızla karşılaştıran, modern bireyin zihninin sınırlarını zorlayan bir muazzamlık. Derin bir karanlığa gömülüp kalmak üzereyken tekrar insan kalmamızın yolunu açan yüce ama alçakgönüllü insanlar, bir seçilmişlikle, hak edişle o gemiye binen can dostlar.
*Bu yazı, yazarın yakında yayınlanacak olan “Kayıtlar (Suriyeliler ve Filistinliler)” kitabından bir kayıttır.