Şehir, diğer Endülüs şehirlerine göre “İslami” hafızadan oldukça uzaktı. Bugün şehri gezen birisi, burada bir zamanlar kocaman bir cami olduğunu ve bu caminin bünyesinde büyük âlimlerin yetiştiğini idrak edemeyebilir. Çünkü Reconquista sonrası cami yıkılmış, yerine bir kilise inşa edilmişti. Akabinde, İspanya’nın başkenti olması hasebiyle şehir, “öteki” unsurlardan büyük ölçüde arındırılmıştı.
Zübeyir ŞEKERCİ

Endülüs yolculuğumuzun son durağı olan Madrid’e doğru yola koyulmuştuk. Üç saatlik tren yolculuğunun ardından şehre varmıştık. Şehrin ulaşımı biraz karmaşık; metro ve tren hatları farklı sistemlere ve ücretlendirmelere tabi. Bu sebeple, kalacağımız yere gitmek için önce tabelaları takip edip nihayetinde görevlilere danışarak epey vakit harcamıştık. Ardından trenle bir durak gittikten sonra, kalacağımız yere bir süre yürüdük. Şehre dair ilk gözlemim, Paris sokaklarına olan benzerliğiydi. Ancak Madrid’in sokakları görece daha genişti diyebilirim. Kaldığımız yer eski ve asansörü olmayan bir oteldi. En az üç dört katı çıktıktan sonra, oda kaydımızı yaptırdık ve yorgunluğumuzu atmak için bir saat kadar dinlendik.
Madrid/Mecrit, denildiğinde akla futbol ve İspanya Krallığı geliyor olabilir; ancak bu şehir, bize Endülüs’ten kalan bir mirastır. Endülüs’ün Hıristiyan birliklere karşı tampon bölge olmasının yanı sıra, valiler döneminde Endülüslü âlimler için de önemli bir merkezdi. Nitekim uhdesinde, muhaddis Said bin Salim es- Sağri ve matematik ve astronomide öncü isim olan muhtesis Ebü’l-Kāsım Mesleme b. Ahmed el-Mecrîtî âlimler yetişmiştir. Mecrit’in etimolojisine dair rivayetlerden biri, “suyun bol olduğu yer” anlamına gelen “mecra” kelimesinden türetildiğidir.

Şehir, diğer Endülüs şehirlerine göre “İslami” hafızadan oldukça uzaktı. Bugün şehri gezen birisi, burada bir zamanlar kocaman bir cami olduğunu ve bu caminin bünyesinde büyük âlimlerin yetiştiğini idrak edemeyebilir. Çünkü Reconquista sonrası cami yıkılmış, yerine bir kilise inşa edilmişti. Akabinde, İspanya’nın başkenti olması hasebiyle şehir, “öteki” unsurlardan büyük ölçüde arındırılmıştı. Otelden çıkıp Retiro Parkı’na doğru yürüdüğümüzde, Avrupa mimarisinin baskın tonunu hissettik. Halka açık olan park oldukça büyük ve farklı kuş türlerine ev sahipliği yapıyor. Aslında kimseler yokken tabiatı dinlemek açısından daha ideal olurdu, ancak kısıtlı vaktimizden ötürü bu mümkün değildi. Parkta piknik yapan insanlar, sokak müzisyenleri, yüzücüler ve dahası. Çimenlere oturup bir şeyler atıştırırken etrafı seyrediyorduk. Akşam namazı vakti girince çimenlerde namazımızı kıldık ve parkı gezmeye koyulduk. Parkta muhtelif heykeller, süs çeşmeleri ve büyükçe bir gölet bulunuyordu. Daha önceleri kraliyet mülkü olmasından ötürü park, kendi içinde bir şaşa ve ihtişama sahipti. Göletin dibinde yürürken keman çalan bir hanımefendiye kulak verdik. Oldukça iyi çalıyordu. Göletin kenarında bir süre durup dinledikten sonra yürüyüşe devam ettik. Göletin karşı tarafındaki heykellerin bulunduğu kısma geçip merdivenlere oturduk. Ancak, insanoğlunu hayvandan ayıran “iffet”in bu denli zedelenmesi bizi rahatsız etmişti. Bu yüzden oradan ayrılmak durumunda kaldık.. Tabiatın güzelliğine doyamamanın yanı sıra, mezkûr insan manzarasından ötürü kirlenmeye icbar edilen gözlerimizin pasını yemek yemeye gittiğimiz işletmenin sahibi silmişti.

Yarım saate yakın yürümenin ardından “helal” bir restorana varmıştık. Yemek yerken, işletme sahibinin Türk olduğunu fark ettik. Sonradan, isminin Abdülhakim olduğunu öğrendik. 18 yıldır burada yaşayan Adıyamanlı Abdülhakim abi, önce çay ve akabinde ithal muz ikram ederek bizi gönülden ağırladı. Hesabı öderken kısa bir sohbet etme fırsatı bulduk önce halleştik ardından ismen dualaştık. Oldukça hoş sohbet ve Allah kelamını önemseyen Abdülhakim abi gün boyu maruz kaldığımız “günah” atmosferinin içinde, Rabbimizin bir lütfu gibiydi. Bir zamanlar İslam ahkâmının hâkim olduğu Endülüs’e, hoş bir seda ile veda edecektik.