Sezai Karakoç’un İstanbul’u

İstanbul birçok şeyin başkenti olduğu gibi edebiyatın, sanatın, kültürün de başkentidir. Onun bu özelliği, sadece bugüne mahsus bir durum değildir; yakın geçmişte de, uzak geçmişte de böyleydi, gelecekte de böyle olacaktır.

Mustafa Özel

Prof.Dr., FSMVU İslami İlimler Fakültesi

Fotoğraf: Özlem Akgül

İnsan yaşadığı mekânı, şehri sever, hatta bağlanır ona. Bağlılık bir tutkuya dönüşür zamanla. Bu ilişki, yazarlarda, şairlerde, bütün edebiyat adamlarında patlama yapar, şiir olarak, öykü olarak, roman olarak tezahür eder. İstanbul birçok şeyin başkenti olduğu gibi edebiyatın, sanatın, kültürün de başkentidir. Onun bu özelliği, sadece bugüne mahsus bir durum değildir; yakın geçmişte de, uzak geçmişte de böyleydi, gelecekte de böyle olacaktır. Çünkü bu dünyalar güzeli şehir, bulunduğu coğrafya itibariyle bu alandaki doğurganlığını sürdürecektir.

İstanbul ve şiir deyince, evvela herkesin aklına muhtemelen Nedîm gelir. Seleflerinden Bâkî’yi de zikredelim. Yakın dönem edebiyatımızda neredeyse bütün şairler, İstanbul temalı şiirler yazmışlardır. İstanbul’u yazan, anlatan değer kazanmıştır. İstanbul’u anlatmayan şiir, eksiktir. Bu mübarek şehirde yaşayan bir edebiyatçının, şairin ona duyarsız kalması imkânsızdır. Evet, hemen hemen bütün şairler İstanbul’u yazmışlar, İstanbul’u şiirleştirmişlerdir. Ama bu dönemde herkesin kabul edeceği en mühim isim, şüphesiz Yahya Kemal’dir. O, muhteşem İstanbul şiirleri yanı sıra Nedîm’in ifadesiyle değer biçilemeyecek şehri düz yazılarında da ele almıştır. Aziz İstanbul dışında Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım, Eğil Dağlar ve Mektuplar-Makaleler’de de İstanbul’a dair yazılar yazmıştır. Sezai Karakoç, şairler ile zaman/mekân arasında bir ilişki kurduğu yazısında Bâkî’siz bir Kanunî dönemi, Nedim’siz bir Lâle Devri, Fuzuli’siz bir Bağdat ve Kerbela, Akif’siz bir Çanakkale ve İstiklâl Savaşı, Mevlana’sız bir Konya, Yahya Kemal’siz bir İstanbul düşünülemeyeceğini belirtir[1].

Yahya Kemal’den sonra İstanbul’u şiirlerinde, yazılarında işleyen birçok şair ve yazar olmuştur. Bunlardan birkaçı Ziya Osman Saba, Behçet Necatigil, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhan Veli Kanık, Turgut Uyar, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır. Üstad Necip Fazıl’ın ulu şehir hakkındaki Canım İstanbul’u, tek başına bir anıt şiirdir. Karacaahmet’i de analım bu bağlamda. Şiirleri yanında İstanbul’a Hasret adlı bir İstanbul kitabı da vardır şairin.

***

Günümüzün en önemli fikir ve düşünce adamı olan Sezai Karakoç’un edebî dünyasında, İstanbul merkezî bir konumda yer alır. Daha genel anlamda söyleyecek olursak, şehir ve mekân Karakoç’un eserlerinde baskın bir unsurdur. Medeniyet ve buna bağlı olarak diriliş düşüncesi, mekâna dayalıdır. Tarihte vücut bulan medeniyetimiz, bir coğrafya üzerinde gerçekleşmiştir. Sezai Karakoç’un şiirlerinde, Semerkand’dan Bağdat’a, Şam’dan Kudüs’e, İstanbul’dan Diyarbekir’e kadar bu coğrafyanın bütün kurucu şehirleri okuyucuyu sık sık selamlar. Şairin şiirlerinde olduğu gibi düz yazılarında da kadim şehir, mühim bir yer tutar. Biz yazımızın ilk bölümünde Sezai Karakoç’un İstanbul’unu düz yazılarında, ikinci bölümünde ise şiirlerinde ele alacağız.

***

Yazarın bu konuda müstakil bir eseri yoktur. Ancak doğrudan bir başlık altında veya dolaylı olarak herhangi bir yazı içerisinde başkentler başkenti’ni değerlendirdiği yazılar, azımsanmayacak kadardır.

Fetih Hadisi

Bizim için İstanbul deyince akla fetih gelir. Akla fetih gelince zorunlu olarak da Fetih Hadisi gelir. Bu hadis tarihte, İslam’ın ilk yıllarından beri Müslümanların harekete geçmesini, birçok kez şehrin fethedilmesi için seferler düzenlenmesini teşvik etmiştir. Bu hadis olmasaydı, belki de biz bugün İstanbul’da olmazdık. Karakoç, Ayasofya’nın anlamını anlattığı yazısında bu hadisi zikreder. İstanbul fethedildiğinde, fetih ordusu başlarında kumandaları Fatih ile birlikte Ayasofya’ya doğru giderken Peygamber Efendimiz bu heybetli ve muhteşem manzarayı görür ve dudaklarından şu altın kelimeler dökülür: “Konstantiye (İstanbul) muhakkak fetholunacaktır; Onun fatihi ne güzel emir ve ordusu ne güzel ordudur.[2][3]

Başkent İstanbul

Birinci Dünya Savaşı sonrasında iki imparatorluk dağılmıştır: Doğu Avrupa’yı birlik halinde tutan Avusturya-Macaristan imparatorluğu ve her açıdan bir Ortadoğu devleti olan Osmanlı İmparatorluğu. Her iki coğrafya da o günden beri derin istikrarsızlıklar, karmaşalar içindedir. İşin ilginç yanı, yazının yazıldığı tarihlerde, her bölgede Rus egemenliği almış başını gitmiştir. Sezai Karakoç, işte bu ortamda hem Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarında hem de Osmanlı İmparatorluğu topraklarında birer federasyon (Doğu Avrupa Federasyonu ve Ortadoğu Federasyonu) kurulmasını zorunlu görmektedir. Yazar için federasyonların başkentleri hazırdır: Viyana ve İstanbul. Şöyle açıklamaktadır düşüncesini: “Doğu Avrupa Federasyonu için Viyana, Ortadoğu Federasyonu için İstanbul, eski günlerden daha büyük bir zaruretle merkez olma günlerini beklemektedirler.”[4]

Bu bağlamda Sezai Karakoç’un şu sorusunu, olduğu gibi iktibas edelim: “İstanbul kadar, kendiliğinden başşehir olan, kendinde başkentlik özelliği bulunan kaç şehir vardır?”[5] Yazar, İstanbul’un sadece Türkiye’nin başkenti olmasını yeterli görmez, daha ileri gider ve şöyle der: “İstanbul, yalnız bir devlet başkenti olmak nitelik ve yeteneğinde değildir. Medeniyetler başkentidir de. Roma-Bizans ve İslâm Medeniyetlerinin başkenti.”[6] O, Osmanlıların başkent arayışının son halkası olarak görmektedir İstanbul’u. Söğüt, Yenişehir, Bursa ve Edirne’nin ardından başkent olarak İstanbul’da karar kılmışlardır onlar. Bu şehir alınmadan önce Türklerin kızıl elmasının bu kutlu şehir olduğunu ileri süren Karakoç, Ayasofya’nın tepesinde parlayan kızıl elmanın fetihten sonra Roma’daki Sen-Piyer Kilisesi’nin tepesinde parlamaya başladığını düşünmektedir. Ona göre, İslam dünyasının, Türklük âleminin, Ortadoğu’nun merkezi, tabiî ve tarihî başkenti İstanbul’dur. Karakoç, Şam ve Bağdat’ın Ankara’yı değil, İstanbul’u dinleyeceği düşüncesindedir. O, İstanbul’un başkentliğinden vazgeçildiği dönemdeki şartların ortadan kalktığını, bu bağlamda oluşan korkuları, şehrin işgal edilmesi korkusunu yenmek için İstanbul’un bir an evvel başkent yapılmasını ister. Yazar bu konudaki ısrarlı tavrını sürdürürken muhtemel soru ve sorunlara cevaplar da bulmaktadır. Bu bağlamda şu cümlesinin altını çizelim: “İstanbul’un Başkent olmasıyla kazanacağımız Büyük Devlet özelliği ve avantajları yanında bunlara katlanmak gerektir.”[7] Yazarın Şam, Bağdat ve İstanbul’u ele aldığı diğer bir yazısı, İslâmın Üç Atlısı alt başlığını taşıyan Gelecek Zamanın Karşısında IV’tür. O, burada İslam dünyasının ayağa kaldırılması için geçmişte başkentlik yapmış üç şehrin, Şam’ın, Bağdat’ın, İstanbul’un uyandırılması gerektiğini semboller üzerinden anlatır. Hatta her sembolü anlatmak için bir kitap yazmak gerektiğini söyler. İslam’ın tarihte başkentliğini yapmış bu üç şehre, elindeki kamçıyla olanca gücüyle vurmayı ve bu vuruşlardan birer atlı çıkmasını arzular: Şam’dan Oruç Atlısı, Bağdat’tan Namaz Atlısı, İstanbul’dan ise Kutsal Savaş Atlısı/Cihad. İstanbul’un önemini ifade etmek için “en şiddetli tabiatüstü kamçımı İstanbul’a ayırırdım.”[8] der. Ve devam eder: “Şam ve Bağdat’tan sonra onları da yanına alarak, Dünyanın karşısına, İslâm dini, öğretisi, medeniyet ve hayat tarzının inanç, düşünce, ahlâk, sanat ve edebiyat merkezi olarak çıkıp bu misyonu 20. milâdî yüzyıla kadar getiren bu tabiat-tarih anıtı Son Başkent, bir anda çağın barbar kuvvetlerince geri plânlara itildi.”

İstanbul’un İşgali

Karakoç, zaman zaman İstanbul’un elimizden çıkacağı endişesini, İstanbul’suz kalacağımız kaygısını dile getirir. Mesela İdil-Ural’ı anlatırken Birinci Dünya Savaşı’nda Rus yasama organı Duma’daki İdil-Ural delegesinin Rusları İstanbul ve Boğazlar üzerindeki emperyalist iddialarından vazgeçmeleri için mücadele ettiğini aktarır. [9]  Mütefekkir, uluslararası emperyalizmin Kudüs’ü işgal edip ele geçirmesinin neden olduğu acıyı anlatırken kaygılı görünmektedir. Bugün Kudüs’ün elden gittiğini, bu güçlerin gözlerinin yarın Şam’da, sonra da Bağdat’ta, Mekke’de, İstanbul’da olduğunu ileri sürmektedir[10]. Karakoç’a göre İstanbul’un alınmasının ardından sıra, Viyana ve Roma’ya da gelmişti. Ancak Batı uygarlığı bunu asla affetmemişti. İstanbul’u geri almak için yüzyıllarca hazırlanmıştılar. Birinci Dünya Savaşı’nda ve şimdi (yani yazının yazıldığı günlerde) Ortadoğu’yu fethe çıkan batılılar İstanbul’u yitirilişlerinin rövanşını alma peşinde koşmaktadırlar.[11] Yazar İstanbul’un hakkını dile getirdiği bir yazısında, bu şehrin Rusya’nın dinmez iştihasını, Avrupa’nın sönmez arzusunu, Yunan’ın tükenmez hırsını çekip durduğuna dikkat çekmekte ve şunu teklif etmektedir: “Bu iştiha arzu ve hırs üzerine kireç ve DTT dökmek için İstanbul’u başşehir yapmamız şarttır.”[12] Sezai Karakoç, Ankara’nın başkent oluşunu, İstanbul’un işgal edilmesine bağlamakta, işgal edilir korkusuyla başkent yapılmadığı iddiasını aktarmaktadır.

İstanbul ve Medeniyet

Daha önce ifade ettiğimiz gibi Karakoç’un düşünce dünyasında medeniyet fikri, önemli ve merkezî bir yer tutar. Onun medeniyet anlayışının merkezi de İstanbul’dur. Muhataplarından Sultanahmet, Süleymaniye, Beyazıt, Şehzadebaşı camilerine girmelerini ister. Bunların tapınak olarak da mimarî olarak da bunların ötesindeki medeniyet bütünü, kent parçası ve tarih anekdotu olarak da kendilerini insanlığın yüce katına ulaştıracağını belirtir.[13] O, İstanbul ile medeniyet ilişkisini İstanbul’un fethini anlattığı yazısında da vurgular. Yazara göre İstanbul’un fethi, gerçekte İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin karşılaşması ve bu karşılaşmayı batının kaybetmesiydi. Bu yenilginin onlar için bedeli, ön kaleleri olan İstanbul’u kaybetmeleri olmuştur.[14] O, bu kutlu şehrin fethedilmesini, bir medeniyet fethi olarak görür.

Yıkılan İstanbul

İstanbul’un farkında mıyız, diye sorar Karakoç. Sonra da bu sorusunu açar: “İstanbul’un bir deniz gibi hangi fikri, hangi aşkı, hangi anlamı, hangi rüyayı med ve cezirlendirdiğinin farkında mıyız?”[15] Cevabını, yazının sonuna doğru verir: “İstanbul’u İstanbulsuzlaştırıyoruz.” İstanbul, İstanbul olmaktan çıkarılmak istenmiştir. Mesajı olmayan bir şehre indirgenmiştir. Artık çeşmelerinin suyu akmamakta, camileri cami olarak kullanılmamakta, duvarlarındaki yazıları kimse okuyamamaktadır. Kendimizle İstanbul arasına buzlu bir cam girmiştir. Yapılmakta olan İstanbul’un fethi kutlamalarına eleştirel yaklaşan yazar, öncelikle şehre karşı görev ve sorumlulukların yerine getirilmesini belirtir. İstanbul’un, Bursa gibi gözümüzün önünde kişilik, kimlik kaybına uğraması karşısında üzülmemiz gerektiğine işaret eder. Tarihimizi ve atalarımızın manevi mirasını yüklenen bu kentler, hızla anlamlarını yitirmektedirler[16]. Sezai Bey, Yunan, Roma ve İslam şehirlerini mukayese ettiği bir yazısında, İslam şehrinin erdemle somutlaştığını belirtir. O medeniyet şehirlerimizden Bursa, Manisa, Edirne, İstanbul, Diyarbakır ve diğerlerini erdem ve estetiğin, egemenlik ve ülkünün altın sentezleri olarak değerlendirir. Ancak mütefekkir, üzgündür, dertlidir şimdi. Çünkü İstanbul, yıkılmakta, çerçöp haline getirilmekte, sorumsuzca koca çınarları ve çamları devrilmekte, devasa bir beton yığını haline getirilmektedir[17]. Yazarın medeniyetin yıkımını şehirlerin yıkımı üzerinden ele aldığı önemli bir yazısı vardır: “Medeniyet Yıkımı”.[18] Sezai Karakoç bu yazısında hiç kimsenin farkında olmadığı yeni bir Endülüs faciasıyla karşı karşıya olduğumuzu belirtir. Hatta beş, on Endülüs faciası diye de devam eder. Bu yeni facianın büyüklüğünü şu kelimelerle açıklar: “Endülüs İslâm Medeniyetinin bir uzantısı idi, güçlü dallarından biriydi. Bugün tahrip edilense, artık dal değil, köktür.”[19] İran-Irak Savaşı’nın, Afganistan, Lübnan işgallerinin birçok şehrimizin yıkımına, yok oluşuna yol açtığına dikkat çeker. Şehirlerin kimlik kaybına uğrayışını, yoğunlukla Bursa’da, yer yer İstanbul’da hissedilen ahiret soluğunun gittikçe yok olmasına bağlar. Başka bir yerde ise, onu şuursuz bir şekilde kurtarıcı kahramanını bekleyen bir kent olarak görür. O bir esir gibidir, düşünmeyi terk etmeyi tercih etmiş bir hali vardır. Ardından o kutlu şehri terlemeyi unutan sporcu vücuduna, mayasız ekmeğe, güneş görmeyen bir bitkiye benzetir. Artık İstanbul geçirdiği şok gecelerinden sonra adeta geçmişi unutmuş bir insan gibidir, hafızası bomboştur, anlamsız bakışlarla donanmış yüzünü bir doğuya, bir batıya çevirerek ömrünü doldurmaktadır. Sezai Karakoç, buna isyan eder: “Ama ben, buna razı değilim.”[20]

İstanbul’un Merkez Oluşu

Karakoç bu mübarek beldeye, dünyanın merkezi olarak bakar. Ona göre İstanbul, kurulduğu günden bugüne daima bir medeniyetin sözcüsü, hatta batıya karşı doğunun sözcüsü, yuvarlak masası ve kürsüsü olmuştur. Şu cümlesi, onun bu şehre verdiği önem ve değeri gayet açık bir şekilde ortaya koyar: “İstanbul’u çıkarınız; dünya tarihini yeniden yazmak gerekir. Tarih kalmazdı daha doğrusu. Dünya başka bir dünya, insan başka bir insan olurdu.”[21] Yukarıda, yazarın İstanbul’un başkent olması hakkındaki görüşlerine değinmiştik. Onun gözünde İstanbul sadece bir başkent değil, aynı zamanda başlı başına bir ülkedir. [22] Ona göre İstanbul’u İstanbul yapan, Fatih bölgesidir. Mehmed Âkif’in doğduğu yeri anlatırken şöyle der: “Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir.”[23]

İstanbul’un Güzelliği

Sezai Karakoç’a göre dünyanın en güzel şehri, İstanbul’dur. Her büyük şehir bir insan şeklinde düşünülürse bunların içinde en aydınlık yüzlüsünün, en sevimlisinin, en derininin, en cazibinin İstanbul olacağı kanaatindedir. [24] Yazar, İstanbul’u aydınlık bir şehir olarak da tanımlar. Medeniyetlerin kendilerine mahsus şehirleri olduğunu, bunun yalnız mimarî üslup bakımından değil hayat üslubu bakımından da göze çarpan bir fark olduğuna dikkat çeker. O, bir şehir iki farklı medeniyete sahiplik yapmışsa, bu iki medeniyeti ayıran zaman çizgisinin o şehrin tarihini de bir kılıç gibi ayırdığını belirtir. Bu bağlamda İstanbul’u örnek olarak zikreder: “Bizans İstanbul’unun karanlıklığıyla, Osmanlı İstanbul’unun aydınlığını bir karşılaştırınız.”[25]


[1] Sezai Karakoç, Gün Saati, İstanbul 2020, syf. 10.

[2] Hadis için bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 335; el-Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, I, (İkinci Kısım), 81; el-Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn,  IV, 422, hn.: VIII: 8300.

[3] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, İstanbul 1975, syf. 180.

[4] Sezai Karakoç, Sütun, İstanbul 2015, syf. 583.

[5] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, syf. 183.

[6] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, syf. 183.

[7] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, syf. 186.

[8] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II, İstanbul 1979,syf. 37.

[9] Sezai Karakoç, Farklar, İstanbul 1975, syf. 118.

[10] Sezai Karakoç, Sütun, syf. 412.

[11] Sezai Karakoç, Gün Saati, syf. 259.

[12] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, syf. 184.

[13] Sezai Karakoç, Gün Saati, syf. 108.

[14] Sezai Karakoç, Gün Saati, syf. 259.

[15] Sezai Karakoç, Farklar, syf. 108.

[16] Sezai Karakoç, Gün Saati, syf. 260.

[17] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II, syf. 204.

[18] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham IV -Kuruluş-, İstanbul 2008,syf. 16-18.

[19] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham IV -Kuruluş-, syf. 16-17.

[20] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II, syf. 38.

[21] Sezai Karakoç, Farklar, syf. 109.

[22] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, syf. 183.

[23] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, İstanbul 1974, syf. 9.

[24] Sezai Karakoç, Farklar, syf. 109.

[25] Sezai Karakoç, Sütun, syf. 189.