GAZÂLÎ’DEN GİDEN BİR YOL YUNUS’A

Mevlana Farsça yazdığı mesnevisiyle, Yunus Türkçe dillendirdiği şiirleriyle, Gazâlî -kendisi farisi olmakla birlikte, daha çok ilim dili olan- Arapçayla hep aynı hakikat bahçesinin hikmetlerinden güller dermişlerdir.

Mülayim Sadık Kul

Biz Yunus’u ilk defa analarımızın mırıldandığı ‘‘Sordum sarı çiçeğe‘‘ mısralarıyla duyduk. Derinlemesine ne anlama geldiğini bilmeden de ilk öğrendiğimiz ilahiler arasına katıverdik. Derken gün gelip yolumuz Kur’an Kursu’na düştüğünde, Yunus repertuarımıza “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu”, “Dolap niçin inilersin” ve “Biz dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun” gibi ilahiler de giriverdiler. Bu mısraları/ilahileri manasından çok ritmine ve Yunus’a ait olduğu için dost meclislerinde hep birlikte söylediğimizi hatırlarım.

İmam Hatip yıllarımızda bu şiirlerin yerini daha hareketli ve kanımızı kamçılayan, gençlik hayallerimizi okşayan marşlar ve ezgiler aldı. Bu bir demdi ve kimliğimizin oluşmasında da gerekliydi, ama yine de zamanla bu marşlar yerini yine Yunus’un deyişlerine bıraktı. Zamanla bu basit cümlelerin derunundaki güzellikleri yavaş yavaş anlar gibi olduk. Ama bilgi ve hikmet dağarcığımız bir nebze zenginleştiğinde ilk ve sonraki anlayışlarımızın hep eksik kaldığını tekrar tekrar fark ettik. Ne zamanki tasavvuf ilmiyle daha esaslı haşır neşir olmak durumunda kaldık, o zaman bu deyişlerin altında yatan mananın ariflerin de söylediği gibi ancak zevk ehlinin anlayabileceği ilm-i ledünne ait derin ilahi hikmetler ve hakikatler içerdiğini anlamaya başladık.

TRT’nin son dönemde ürettiği güzel senaryolardan zannımca en önemlisi Yunus Emre dizisiydi. Elbette bu daha çok içerik ve mesajı hakkında bir değerlendirmedir. Bir şekilde ruhu olan senaryolar, küllenen gönlümüze bir nebze de olsa can katıyor. Ölümsüz mesajlar, biz fanilere yeniden hayat ve ruh üflüyor.

Meslektaşım Hakkı Arslan Hoca’nın Yunus Emre ve Annamerie Schimmel hakkında yazdığı kısa makalesi önüme geldiğinde her ikisinin de 81 yaşında ebedi hayata irtihal etmiş olmaları dikkatimi çekti. Batı’da İslam ve Anadolu kültürünü Schimmel kadar güzel temsil edebilmiş bir başka isim var mıdır bilmiyorum. Hele Schimmel’in Yunus çevirileri gerçekten özgün şiir değerinde ruhun ve mananın birlikte aktarılabildiği çok başarılı nadir örneklerdendir.

Bu senenin Yunus Emre yılı ilan edilmesi ve son olarak da tesadüfen elime geçen Nevzat Tarhan Hoca’nın ‘‘Yunus Terapi‘‘ adlı kitabı, aslında Gazâlî hakkında yazmaya çalıştığım deneme ve makalelerimle alakalı yeni bir konuyu gönlüme düşürdü. Elbette bu konu sahanın ve özellikle de tasavvuf ehlinin zaten yakinen bildiği bir konu olmakla birlikte, benim açımdan “Acaba nasıl yapabilirim?” diye kafa yorduğum bir meseleydi. Gazâlî’nin tasavvuf anlayışı ile Yunus arasındaki derin ve ince bağ bir şekilde dile nasıl getirilmeliydi?

Her şeyden önce her ikisini de eserleriyle birlikte bu kadar kıymetli ve vazgeçilmez kılan sır ne idi? Aynı sorular bu anlamda İmam-ı Rabbani, Mevlana Celaleddin Rumi veya İbn-i Arabi için de söylenebilir. Sır demişken aklıma hemen Mustafa Kutlu’nun ilk ve aşılmaz eserlerinden biri olan ‘‘Sır‘‘ düştü gönlüme. Sanki bu cevabını aradığımız sırrın sırrı “Sır”da bir şekilde aşikâr kılınmıştı.

Bu sırrın varlık anlayışımızla alakalı olduğu kanaatindeyim. Bu şahısların eserlerindeki tat ve lezzet, aslında ebediyet bahçesinin hikmet güllerinden bize sundukları eşsiz koku ve güzelliklerdir. Her ikisi arasında var olduğunu düşündüğümüz bu sırrı bize ifşa eden benzerlikler Yunus’un şiirlerinden ya da Gazâlî’nin eserlerinden hareketle sayılabilir. Bu ise böyle bir dergi makalesinin sınırlarını zaten aşacaktır. Bu sebeple ben önemli olduğuna inandığım bir kaç mesele üzerinden düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Her iki büyük âlim ve arifi bir araya getiren en önemli hususiyet, zannımca varlığa bakışlarındaki kuşatıcılık ve bütüncüllüktür. Varlığa tevhid nokta-i nazar ve hakikatinden bakıyor olmaları, bu anlamaya çalıştığımız sırrın ilk düğümüdür. İkinci hususiyet, varlığa sevgi ve aşk nokta-i nazarından bakmalarıdır. Üçüncü bir özellik de, insanı ve tüm mahlûkatı tevhid ve aşkı cem eden ‘‘yaratılanı severim yaratandan ötürü‘‘ temelinde ele alan bir hayat düsturuna/felsefesine sahip olmalarıdır.

Daha birçok özelliğe işaret edilebilecekken bu üç mesele üzerine yoğunlaşmayı tercih ediyorum. Bu tercihimin diğer bir sebebi de diğer sayılabilecek nedenlerin sonuç itibariyle bu üç sebepten birine irca edilebilecek olmalarıdır.

Detaylara geçmeden önce her ikisi arasında ortak bir bağ da, birinin teorik ve ilmî olarak ifade etmeye çalıştığı hakikatleri, diğerinin pratikte ve halkın anlayabileceği ama çok yüksek bir sanat dili olan şiirle ifade etmesidir. Yani Gazâlî’nin tüm eserlerinde ele aldığı konular, şiirler aracılığıyla her dinleyenin kendi seviyesinde anlayacağı kıvamda ifadesini bulmuştur. Eskilerin deyimiyle her cümle ve mısra, bir ‘‘sehl-i mümteni‘‘ hükmündedir. İfadeler, çok basit anlaşılır terkip ve kelimelerle kurulmuş olmasına rağmen, içerdiği mana çok yüksek ve deruni hakikatleri haizdir. Özetle, Gazâlî’nin ciltlerle dolu “İhya” ve diğer eserlerinde ele aldığı hakikatler, Yunus’un dilinde halkın seviyesine uygun ete kemiğe bürünmüştür.

Dile getirilmesinde fayda olacak diğer ortak bir nokta da, hem Gazâlî hem de Yunus’un şahitlik ettikleri kendi dönemlerindeki yaşanan tüm sıkıntılara rağmen, ümmetin birliği ve dirliği için gerekli olanı yapmaya çalışmalarıdır. Gazâlî bunu en başta “İhya” adını verdiği ölümsüz eseriyle, ilim ve irfan yoluyla gerçekleştirmeye çalışırken, Yunus farklı misyon ve metotla aynı gayeye şiirleriyle, diyar diyar gezerek hizmet etmiştir. Bu misyonun farkında olarak Yunus bir dörtlüğünde şöyle haykırır:

Yunus bu sözleri çatar

Sanki balı yağa katar

Halka matahların satar

Yükü gevherdir tuz değil

Gazâlî nasıl ki kendi “İhya misyonunun farkında ise, Yunus da kendi oynadığı rolün farkındadır. Gazâlî’nin şeriat ve tasavvuf arasında kurduğu ilişkiyi, Yunus’un ve Mevlana’nın şiirlerinde de görürüz. Mevlana Farsça yazdığı mesnevisiyle, Yunus Türkçe dillendirdiği şiirleriyle, Gazâlî -kendisi farisi olmakla birlikte, daha çok ilim dili olan- Arapçayla hep aynı hakikat bahçesinin hikmetlerinden güller dermişlerdir.

Bu hakikat bahçesinin hikmetleri, bugün sadece İslam coğrafyalarına değil, tüm âleme ışık ve ilham saçmaya devam etmektedir. Batı’da İslam ve medeniyeti ile ilgili bir şekilde bağlantısı olan herhangi sıradan bir insan bile bugün mutlaka bu isimlere aşinadır. Avrupa diasporasında zevkle temaşa ettiğim hakikatlerden birisi de budur. Yani birileri siyasi İslam söylemi üzerinden İslam’ı, çağdışı ve modern değerlerle bağdaşmayan, gayri insanî bir din olarak göstermeye çalışsalar da, Mevlana ve Yunus -yüzyıllardır yapılan tercümelerle- tüm bu yanlış algılara meydan okumaktadırlar.

Açıkça söylemek gerekirse; Mevlana’dan ya da Yunus’tan bir dörtlük, bazen ciltlerle yazsanız ifade etmekten aciz kalabileceğiniz, İslami hakikatleri tüm dünyada en yüksek sesle ilan etmektedirler. Zira ruhsuz bir insan nasıl ki sadece ceset, et ve kemik yığınından ibaretse, manevi zevkten mahrum bir İslam da aynı kaderi paylaşmak durumundadır.

Batı’da her ne kadar bazıları şeriatsız hümanist bir İslam için Mevlana, İbn-i Arabi ve Yunus gibi değerleri alet etmek isteseler de, bunların İslam anlayışları bu tür algılara ve istismarlara müsaade etmeyecek kadar açık ve nettir. Hem yazıp söyledikleri hem de bizatihi hayatlarıyla bunu ortaya koymuşlardır. Bu istismarcılara verilecek cevap, bu alanın uzmanlarından William Chittik, Annamerie Schimmel, Roger Garaudy ve Eva de Vitray-Meyerovitch gibi isimler tarafından verilmiştir. Son dönemde yapılan yeni çalışmalar da bu anlamda ümit vericidir.

Bu manada söylenecek çok söz olmakla birlikte, biz tekrar kendi konumuza, yani Gazâlî ve Yunus arasındaki yolu bize haber veren değerlere gelelim. Üçe indirdiğimiz bu ortak değerlerin başında bütüncül varlık tasavvuru olduğuna işaret etmiştik. Bu anlamda dikkatli bir okumayla şeriat ve tasavvuf birlikteliği noktasından varlığa anlam veren Gazâlî ile Yunus arasında bir fark olmadığını görürüz. Her ikisi de varlık noktasında tevhid’i esas alarak tüm varlığın, “kün” emri fehvasınca meydana geldiğine yüksek sesle şehadet ederler. Asıl var olan O’dur, yani Allah’tır. Diğerleri sadece O’nun var etme iradesine bağlı olarak Âdem’den varlık âlemine teşrif etmişlerdir. Yani Allah dışında varlık adına var olan, sadece yokluktur, “adem”dir. ‘”Vâcibü’l vucûd” olan mutlak varlık, sadece Allah’tır. İnsan ve diğer varlıklar ise, ancak bir yaratıcının ve müreccihin var kılma iradesine muhtaç olan “mümkinü’l vucûd” olandır.

Bu manada ikinci hususiyetle yani varlık tasavvuru ile varlığa bakışı ifade eden aşk, varlıkla olan ilişkinin de temelini oluşturur. Diğer bir ifadeyle var olanın varlık sebebi aşk olduğu gibi, o varlıkla olan sonraki ilişki de yine aşk temellidir. Varlığı sevgi esasına dayanan kâinatla ilişkinin bu temel üzerinden şekillendirilmesi de manidardır. Bu anlamda Gazâlî sevgi ve bilgi arasında ilişkiye işaret ederek mutlak varlık olan Allah’a duyulan muhabbetin beraberinde Allah’ı tanımamızla doğru orantılı olduğunu söylemektedir. Yani kişi sevdiği kadar bilir veya diğer bir ifadeyle kişi sevdiğini bildiği, tanıdığı kadar sever, sevebilir. Dolayısıyla bilgi ve sevgi arasındaki bu doğru orantı yaratılanla yaratan arasındaki ilişkinin de temelini oluşturur. Varlığın gayesi olan marifetullah’a giden yol muhabbetullah’tan, muhabbetullah’a giden yol da marifetullah’tan geçer. Birindeki noksanlık, diğerinin eksikliğine ve ziyadelik de diğerinin artmasını telazüm eder. Gazâlî bu anlamda bilmenin, sevginin olmazsa olmaz şartı olduğunu ifade eder. Tüm manevi makamların ve seyr-i sülûk’un gayesi ve zirvesi de, muhabbetullah’tır. Bu hakikatin Yunus’cası –doktora tezimin sön cümlesinde ifadesini bulduğu gibi- şöyledir:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendin bilmez isen

Ya nice okumaktır

Yunus’un belki de en meşhur dörtlüklerinden biri olan bu ifadeler, ilimle kendini bilmek arasındaki ilişkiye vurgu yaparak varlıkla bilgi arasında kopmaz bağa işaret eder. Zira bütün içinde parçayı bilmekle, bütünü bilmek arasında fark yoktur. Zerreyi bilmekle kürreyi bilmek arasında fark yoktur. “Kendini bilen rabbini bilir.” sözünün ifade ettiği mana da budur. Küçük âlemle büyük âlem arasındaki ilişkiye Gazâlî gibi Yunus da işaret eder. Bu manada varlık herhangi bir birimiyle anlaşıldığı takdirde varlığın tümüne ait bir bilgiye ulaşılmış olur. Modern kuantum fiziğiyle de varlık içindeki bu bütünlük ilişkisine vurgu vardır. Yani her parça bütüne ait tüm özelliklerin bir nüvesini zatında bulundurur. Dolayısıyla da kendini bilen Rabbini bilir. Sineğin kanadını bilen Rabbini bilir. Tevhid anlayışının temel mesajlarından biri de varlıkta birlik, yani kesrette tevhid’dir. Yunus buna şu dizeleriyle işaret eder:

Okumaktan murat ne

Kişi hakkı bilmektir

Çün okudun bilmezsin

Ha bir kuru ekmektir

Ontolojinin, varoluşun temeli, sevgi ve aşk olduğu gibi epistemolojisinin yani bilginin de temelinde yine aynı sevgi vardır. Her iki âlim ve arifimiz de meseleye böyle bakarlar. Bu bakış açısı İslam ilim geleneğinin de konuya bakışını yansıtması açısından önemlidir. Bu anlamda teorisini Gazâlî ve diğer ulemanın yaptığı İslam düşünce geleneğini, Yunus halk diline tasavvufi neşve içerisinde şiirle tercüme etmiştir.

“Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek”, Yunus’u ifade eden, onun hayat felsefesini ve varlığa bakışını özetleyen en meşhur dörtlüklerinden biridir. Sevgi adına ya da dünya barışı ve kardeşliği adına ne zaman bir şeyler söylenmek istense mutlaka Yunus’a ve özellikle de bu ifadelerine atıfta bulunulur.

Gazâlî’nin varlık anlayışının temelinde sevgi olduğu daha önce ifade edildi. Kendinden önceki Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere Bestamî ve Ebû Tâlib Mekkî gibi âlim ve sufilerin sevgi hakkındaki düşüncelerini sistematize ederek sevgi tasavvuru hakkında en kapsamlı bilgiyi bize ulaştıran, Gazâlî’dir. Ona göre sevginin temelinde yatan nedenler toplamda beş tanedir ve bunların tamamı da kâmil manada ancak Allah sevgisi hakkında geçerlidir. Dolayısıyla varlıkla yaratıcı arasındaki ilişkinin temeli sevgiye dayanır.

Gazâlî buna misal olarak sevginin ilk nedenini, kendi varlığını sevmek olarak ifade eder. Kendi varlığını ise ancak Allah’ın var etme iradesiyle açıklayan insan, sonuç itibariyle kendi varlığını sevmekten, kendini var edeni sevmeye geçmek zorundadır. İkinci sevgi nedeni, kendine fayda sağlayanı sevmektir. Bu da kâmil manada ancak Allah için düşünülebilir. Üçüncüsü, bir şeyi kendinden yani kendi mükemmelliğinden dolayı sevmektir. Dördüncüsü, bir şeyi mutlak manada güzel olduğu için sevmektir. Bu iki sebep de sonuç itibariyle en mükemmel şekliyle Allah için tasavvur edilebilir. Beşinci sevme nedeni ise yaratanla yarattığı arasında mevcut olan bir bağ sebebiyle husule gelen sevgidir. Dolayısıyla Gazâlî düşüncesinde sevginin tüm farklı sebepleri kâmil manada ancak Allah için söz konusu edilebilir. Varlığın meydana çıkışının kaynağı olan sevgi, aynı zamanda varlıkla olan ilişkinin de yegâne temelini oluşturur. Sevgi kaynaklı olan varlık, sevgi ekseninde gerçek anlamını kazanır. Sevgiden mahrum olan varlık, abes içinde ve aslında âdem “yok” hükmündedir. Bu manalar Yunus’da şu dizelerle dile gelir:

Ben gelmedim dava için

Benim işim sevi için

Dostun evi gönüllerdir

Gönüller yapmaya geldim

Bu dizeler insanın varlık gayesini açıklayan en güzel ve sade ifadelerdir. İslam dininin bir ideoloji olmadığını açıklamakla kalmaz aynı zamanda yıkmaktan yana değil, yapmaktan yana bir hayat düsturunu/felsefesini taşıdığını söyler. İhya edilecek olan ise gönül’dür. Tecelligâh-ı Rahmân olan yer, gerçekte kalp’tir. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi “Allah inanan bir kalpten başka hiç bir yere sığmaz!”, yani ancak ve ancak “inanan bir kalbe sığar” demektir bu.

Yunus, taştan yapılan Kâbe’nin tamirinin imkân dâhilinde olduğuna vurgu yaparak insan gönlü kırmanın daha tehlikeli olduğuna işaret eder. Hangi insan hakları felsefesi ya da ahlak anlayışı bundan daha net, insan varlığına ve haysiyetine verilen değeri daha güzel ifade edebilir? Kalp bu manada her iki zatın da ele aldığı en temel kavramlardan bir tanesidir. Her ikisi de insanı bir krallığa benzeterek bu metafor üzerinden kalbin taşıdığı role işaret ederler. Akıl ve gönlün işbirliği gerçekleştiğinde bir memlekette huzur ve güven sağlanırken bunlar arasında yaşanacak bir ikilem, kaos ve helak demektir.

İslam düşüncesinin ve medeniyetinin yeniden ihyası da ancak bu birlikteliğin yeniden inşası ile mümkün olacaktır. Bu sadece İslam dini ve Müslümanlar için bir gereklilik olmayıp aynı zamanda tüm insanlığın huzur ve barışı için de yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur.