İnsan, Fıtrat ve Tabiat Üzerine

Zihninin tabiatla bağ kuran melekelerinin modern paradigmalarca talan edilmesi sonucu insan, tabiatı, savaşması ve yenmesi gereken bir düşman olarak görmeye başlamıştır. Tabiatın sömürülmesi, istifaden çok istila edilmesi ve doğal halinde bulunan her şeyin metalaştırılması üzerine kurulu olan bu sistem, vahşi ve gayri insanidir.

Şehnaz Fındık

Bugün insanlık atmosfer, biyoçeşitlilik, tatlı su kaynakları, kıyı alanları, sahiller, toprak ve daha birçok konuda çetin bir sınav vermektedir. Her ne kadar meselenin buharlı gemilerle başlayıp, emperyalizme ve oradan da kapitalizme ulaşan ekonomik bir boyutu bulunsa da esasında maruz kaldığımız çevresel sorunların temelinde insan ve tabiat arasındaki ilişkinin bozulması yatmaktadır. Zihninin tabiatla bağ kuran melekelerinin modern paradigmalarca talan edilmesi sonucu insan, tabiatı, savaşması ve yenmesi gereken bir düşman olarak görmeye başlamıştır. Tabiatın sömürülmesi, istifaden çok istila edilmesi ve doğal halinde bulunan her şeyin metalaştırılması üzerine kurulu olan bu sistem, vahşi ve gayri insanidir. Hobbesyen anlayışın insan doğasındaki kazanma ve biriktirme hırslarına işaret eden bu yönü ne yazıktır ki küresel bir zihniyet haline gelmiştir. Bu anlayışla insan, şayet gücü elinde bulunduran bir milletin ferdi olarak dünyaya gelmişse, içerisinde doğmadığı coğrafyanın insanlarına ve kaynaklarına efendilik edebilme hakkına sahiptir. Kendi topraklarındaki her bir ağaç kutsaldır, ancak “öteki” addedilen ve zayıf halde bulunan toplulukların ağaçları kendisi için yakacak olmaktan kurtulamayacaktır. Sömürü, gasp ve hırsızlık olarak kendisini gösteren bu yeni düzene zaman içerisinde toplumların jeopolitik unsurlarına bağlı çevresel sorunlar da eklenmiştir. Dolayısıyla çevredeki baskı ve tehdidin boyutu arttıkça güvensizlik içerisinde kalan insan toplulukları için göç, organize suçlar ve çatışmalar kaçınılmaz olmuştur.

Tabiatın bir parçası olan insandan tabiatın efendisi olan insana geçiş, tabiata ve mahlûkata biçilen mananın kaybedilmesiyle başlamıştır. Antroposantrizm (insan merkezcilik) denilen ve insanı her şeyin önünde gören bu anlayışla modern insan, özgürlüğü, refahı ve tabiattaki sürekliliği için kendi varlığını Tanrı’nın “öteki” yarattıklarının çizgisinden kurtarmayı başarmıştır. Bu minvalde Tanrı, her şeyi insan varlığının mutlak huzuru ve devamlılığı için var etmişken, geriye kalan her bir mahlûk ancak insanın hizmetkârı olabilir. Bu anlayış ekseninde yoğunlaşan iktisadi, askeri, bilimsel ve ilmi çalışmalar neticesinde başka toprakların doğal kaynaklarına erişen Avrupalı topluluklar bir “ulus” düzeyi meydana getirerek “öteki” olanın hanesine tecavüzü bir çeşit “uygarlık hakkı” olarak addetmiştir. Nitekim, tabiatın doğal kaynak ve sömürü aracı olarak görülmesi ile eşdeğer olan bu anlayış, beraberinde kaos ve yıkım getirmiştir.

Fizik dünyanın ötesindeki ilahi mana ve kudreti reddeden bu yeni süreç, rasyonel insan profilinin vicdani unsurlardan arındırılmasını da hızlandırmıştır. Toplumların vicdani yükümlülüklerden yüz çevirmesi ve pozitif bilimlerin pragmatik yollarla icra edilmesi iki büyük dünya savaşına zemin hazırlamıştır. Bilimsel faaliyetler yer altındaki ve yer üstündeki kaynakların hunharca talan edilmesinde kullanılmaya başlanmış; eşyanın sırlarına vakıf olunmuş(!) ve böylelikle geride hiçbir mit, gizem, totem, felek ve tanrısal güç bırakılmamıştır. Böylelikle Weber’in “dünyanın büyüsü bozuldu” derken takındığı o meşhur tavır, güya doğayı ampirik bulgularla efsunundan kurtaran modern insan için dış dünyaya bir meydan okumadır. Burada anlaşılması gereken belki de en mühim nokta İslam düşünce geleneğinin aksine Hıristiyan teolojisinin, doğayı skolastik bir temelde sırlı ve biraz da panteist bir romantizmle anlamlandırmaya çalışmasıdır. Çünkü Müslümanlar için bir “gözlem” ve “fikir” sahası olan tabiat; insanın anlaması, istifade etmesi, saygı duyması ve koruması gereken aşikâr bir “ayet” hükmündedir. Dolayısıyla modern insanın “büyüsünü bozduğu” ve “alt ettiği” dünyaya karşı vefasızlığı, bir nevi kendi yuvasını başına yıkan akılsız ev sahibinin hali gibi olacaktır.

Peki, Batı’nın kapitalist, modern ve demokratik felsefesinin insanın ruhsal bütünlüğünü ve dahi tabiatın da özünü ifsat ettiğine kanaat getirebilir miyiz? Bu durumda insanı fıtrat ve tabiat kardeşliğinden koparan bu bozguncu sistemin karşısında İslam’ın sunduğu argümanlar hakkında ne söyleyebiliriz? İslam, insan ve doğa arasında nihai ve değişmez bir illiyet bağı kurabilmiş midir?

Kısıtlı olan kaynakların paylaşılamamasından kaynaklı savaşlar, siyasal tehditlerin tetiklediği göçler ve iklim değişikliğinden mütevellit afetlerin sebep olduğu sorunlar, modern insanın tabiat ile ilişkisini sorgulamasına neden olmuştur. İslam düşünce tarihinde ahlaki olarak incelenen “Menfaat”, “Mesuliyet”,  “Fazilet” ve “Hikmet” kavramları çerçevesinde, insanın çevreden istifade etmesinin ölçütleri ortaya konulmuştur. Çevreden istifade eden başat güç olarak insan, aynı zamanda çevreye karşı tüketim ve istifade eylemlerinden sorumludur. “Merhamet İlkesi” ile İslam Medeniyeti, insanı doğadaki iş ve eylemlerinin sorumluluğunu alırken gönüllülük ve hassasiyet esaslı hareket etmeye teşvik eder. İslam’ın tabiat ve insan arasında denge ve muhabbet tesis etmesinde karşılıklı ilişkinin vicdani, doğal ve hassasiyetle kurulmasına verdiği önem dikkat çekmektedir. Bu hassasiyetle kendisinden fayda sağladığı tabiatın ve eşyanın tümüne karşı insan, mâlik, hizmetkâr ve mesûl hale gelir.

Bu anlamda “Menfaat Kavramı” ekseninde tabiatla olan ilişkisini “yarar/fayda” üzerine tesis eden âdemoğlu bir anlamda tabiatın düzenleyicisi olur. Ondan yer, içer ve barınak inşa eder. Burada çevreden “Nimet İlkesi”nce bir tasarruf söz konusu olur. Ancak bunu yaparken insanı tabiata sıkı sıkıya bağlayan ve onu korumaya iten güç “şükür” olarak kendini gösterir. İnsanın tabiattan fayda sağladığı için onun sürekliliğini sağlaması ve şükür yoluyla da bu sürekliliğin psikolojik motivasyonunu oluşturması İslam’ın insan fıtratı ve tabiat arasındaki ilişkiyi düzenlemesinin bir sonucudur. Bu anlamda insan, menfaat sağladığı doğaya karşı bir koruma içgüdüsü geliştirir. “Mesuliyet Kavramı” olarak ortaya çıkan bu anlayışa göre çevredeki her bir unsur faydalı olsun olmasın, korunması ve yaşatılması bakımından insanın düzenleyicisi olduğu doğaya karşı bir sorumluluğudur. Bu sorumluluğun bir gereği olarak “Emanet İlkesi”nce içinde yaşadığı bu imtihan yurdunu ıslah etmekle mükellef hale gelir. Böylelikle İslam, zihinsel ve vicdani alt yapıyı kurmak suretiyle, insan eylemlerini belirli bir amaç, inanç ve tutarlılığa oturtarak anlamlı bir korelasyon inşa etmektedir.

Batı’nın aksine İslam Medeniyetinin anlamlı yapılar üzerine bina ettiği düşünce geleneği, insanı, hukuki bilincin sorumluluk alanından çıkarıp en nihayetinde onu bir “Bilgelik” vasfına oturtmaya gayret eder. Bu gayretin neticesinde insana kazandırılmak istenen davranış, tabiata karşı vazifesini İslam Hukuk kaidelerinin de ötesinde bir Allah’ı sevme biçimi olarak görmesidir. Tam da bu noktada hayvanat ve nabatatı sevmek, korumak ve yaşatmak faaliyeti bir “Fazilet Kavramı” olarak ortaya çıkar. “Ayet İlkesi”nce içinde yaşadığımız çevrenin bir taakkul ve tefekkür vesilesi olması bile tabiatı ve eşyayı fiziksel bir faydalanmanın ötesinde korumaya delildir. Nitekim tasavvufi ahlak kaidelerince, çevrenin, daha geniş ölçekte kâinatın da bir mahlûk olduğu, sevgi ve saygı nazarıyla bakılması gerektiği gibi düşünceler, aynı zamanda İslam Medeniyetinin etik, lirik ve sanatsal imarını hızlandıran bir unsur olarak kendini gösterir.

Nihayetinde İslam, insana varlığın özünü büyük bir hikmetle kavrayabilmeyi öğretir. “Hikmet Kavramı” olarak ifade edilen bu anlayış ile insan, aşkın bir mana bilinciyle temaşa ettiği ve temas ettiği her “eşya”nın hakikatine varmış olur. Dolayısıyla “Ubudiyet İlkesi”nce her varlığın kendisi gibi bir abid olduğunun künhüne varır. Bu yüksek entelektüel faaliyet, Batı Medeniyetinin dünyevi zevklerin doruğuna erişmeyi başarı sayan ve buna yönelik her türlü epistemolojik harcamayı meşru gören düşünce eyleminden oldukça uzaktır.

Sonuç itibariyle, İslam’ın evrensel, değişmez ve tükenmez kaidelerle gerek insandan gerekse insan için koruduğu tabiat, insan fıtratının “hilafet” vasfından koparılmasıyla tehlikeye düşmüştür. Savaş, kıtlık ve afetlerin en temelde vicdandan, merhametten, fıtrattan ve tabiattan koparılan insanın dönüşümüyle yakından alakalı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu kabulle girişilecek ilk iş evvela insan ruhunun yeniden tabiatla barışmasına zemin hazırlayacak kültürel arka planı inşa etmek olmalıdır. İslam’ın çevre ahlakına yönelik metot ve anlayışına ilkesel ve hatta disipliner bir yaklaşımla, evrensel bir kimlik kazandırılması önemli bir adım olacaktır.