Prof. Dr. Nevzat Kor ile Çevreyi Konuştuk

Çevre Mühendisliği konusunda büyük çalışmaları, hizmetleri olan, yüzlerce talebe yetiştiren, Türkiye’nin duayen hocalarından Prof. Dr. Nevzat Kor ile Haliç’in kirlenmesi, kanalizasyon sistemleri, çevre sorunları ve enerji kaynakları üzerine söyleştik. Nevzat Hocanın bilgi ve tecrübelerinden yola çıkarak bilhassa son zamanlarda gündemimizde fazlaca yer tutan müsilaj meselesinin olası çözümleri üzerine konuştuk.

İNSİCAM SÖYLEŞİ

Hocamıza söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.

Kıymetli hocam, bize kendinizden, eğitim hayatınızdan, bilhassa üniversite yıllarınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?

N: Elbette. Ben 1950 yılında İzmir’de liseyi tamamladım.  Aynı yıl İstanbul’a gelip İstanbul Teknik Üniversitesi’nin açtığı giriş imtihanlarına girdim. Bu imtihanın neticesinde İTÜ İnşaat Fakültesi’ne öğrenci olarak kaydımı yaptırdım. O yıllarda üniversiteler 5 yıl okutuluyordu ve mezunlarına da yüksek mühendis deniliyordu. 1955 yılında mezun oldum. Devlet Demir Yolları’nda görev aldım. Sonrasında İTÜ’de Şehir Sağlığı ve Tekniği Kürsüsü’nde asistan oldum.

M: Öyle bir birim mi vardı hocam?

N: Evet, bu şu andaki Çevre Mühendisliğinin ilk başlangıcı, ilk ismiydi. O günlerde ben yeni asistandım. Sabah namazından sonra doğruca kürsüye gelir ve oradaki kitap ve mecmuaları okurdum. Yatsı ezanı gelince de odamdan ayrılırdım.

M: Hocam sizin bu kürsüyü seçme nedeniniz, kendi tercihiniz mi yoksa burada bir boşluk var ve gidecek başka bir yer yok diye mi?

N: Şimdi şöyle ki, mezun olmazdan evvel bize bir diploma projesi veriliyordu. O projeyi yaptıktan, başarılı olduktan sonra yüksek mühendislik diplomasını alıyoruz. Orada da üç ana kol var, inşaat mühendisliğinde: 1. Yapı mühendisliği kısmı, 2. Su kısmı, 3. Demir yolu ve yol kısmı. Ben buradan su kısmını seçmiş bulundum. Suyun genel olan yani barajların ve ona benzer su yapılarının bulunduğu kısmını seçip oradan mezun oldum. Su kısmından mezun olunca şehir su yapıları alanında Şehir Sağlığı ve Tekniği adındaki kürsüyü seçmiş bulundum.

M: Yani yaptığınız bu proje, sizin böyle bir alanda asistan olmanızı sağladı…

N: Tabii. O zamanlarda bu kürsülerde ne kadar yabancı, ne kadar Türk vatandaşı olduğunu anlayabilmek için biraz bu konuyu genişletmek istiyorum.

Bizim yanımızda Hidrolik Kürsüsü vardı. Suyun esas merkezi,  suyla ilgili temel konuların işlendiği alan yani, orada da üç asistan var. Bunlar Rum ve Ermeni, üçü de. Kendi adlarını kullanıyordu. Yahudi grubu da vardı. Kendi isimlerinin dışında, bizim gibi isimler kullanıyorlar. Biz de sandık ki bunlar Müslüman ve Türk. Ama değiller. Bizim kürsülerden biri, Teknik Mekanik Kürsüsü, yani beton yapıları ve su yapılarının temel esaslarını anlatan bir temel teknik alan. Oranın profesörü, o sırada talebeliğinde koltuğunun altında seccadeyle dolaşan, ikindi ve öğle ezanları okunur okunmaz Gümüşsuyu’nda seccadesini serip kılan biri. Üniversiteden birincilikle mezun olmuş. Hocaları diyor ki bu çok zeki, bunu İsviçre’ye gönderelim. Bunu orada adam ederiz. Mason locasına haber veriyorlar. Bu çocuk çok zeki, bununla meşgul olun ve bizim ideolojiye uygun hale getirin, diyorlar. Doktoradan dönünce bir bakıyoruz seccade gitmiş, İslam’dan kopmuş. Onun aldığı asistanlar da bunlar. İşte bu hadiseler bana yol gösterici oldu. Anadolu insanına gönlümden hep, “Siz ne yapıyorsunuz Anadolu halkı” diyorum. Ben de o Anadolu halkından biriyim. Bizim köyden bir tek bizim aile çocuklarını okutmuş. Öteki hiçbir aile okutmamış. Erkek çocuğu ise çiftçilikle uğraşıp babasına yardım ediyor, kız ise annesine yardım ediyor. Okutmak yok, ilkokula gitmek yok, gazete okumak yok, imza atmak yok. 

Beni bir ara Almanya’ya gönderdiler, yetişsin bir an evvel diye. Gittik yedi aylık bir süreye. Alman bir profesör sayesinde burs tahsis edildi, 1959 yılında.

Pazar günleri kimse gelmiyor, cumartesi kürsünün yarısı geliyor. Ben ise erken gelip geç gidiyorum. 1956 öncesinde doktorası olmayan da doçent olabiliyordu. 1956’da bu usulü kaldırdılar. Önce doktora yapılacaktı. Benim önümde doktora yapmış birisi yoktu, nereden öğrenecektim? Önce doktora nedir, nasıl yapılır edilir, bunu öğrenmek için oradaki Almanca kitapları açıp okuyorum. Orada çok şey öğrendim. Baktım ki Alman asıllı olanlar, doktora yaparken o bölgenin, o şehrin bazı halledilmesinde zorluk olan, hemen birden bire proje mühendisine verilmekte zorluk olan sorunlarını doktora tezi olarak vermişler. Yabancılara da teorik konular vermişler. Ben de orada kalsam konum teorik olacak. Ben de düşündüm, dedim, benim İstanbul’da konum nedir, Haliç. Haliç o zamanlar öyle pis bir halde ki, lağım suları üstte yüzüyor, çünkü arıtma denen bir şey yok Türkiye’de. 1959’dan bahsediyoruz.

Soru: Hocam, yani Haliç’in kirlenmesi kanalizasyon sisteminin olmamasından mı kaynaklanıyordu?

Şimdi bazı fabrikalar kuruluyor. Neden oralara kuruluyor? Fabrikaların işlemesi için kömür lazım, enerji lazım. O kömür nereden gelecek? Zonguldak’tan gemiye yüklüyorlar, geliyor İstanbul’a. Nerde fabrika var? Haliç’te. Oraya getirilmesi kolay diye fabrikalar orada kuruluyor. İşte o fabrika atıkları oradan kaynaklı. Hatta ben İstanbul’a gelmeden önce cumhurbaşkanı İnönü’nün oğlu, orada Teknik Üniversite’de okuyor. Mühendis olan diğer oğlu. O da orada yurtta kalıyor. Aşağıda da gelen kömürü enerjiye çevirecek fabrika var. O talebeler akciğer hastalığına tutuluyor. Bu sefer cumhurbaşkanının oğlu da hasta oluyor. Durum böyle olunca kaldırıyorlar fabrikaları oradan. İşte Haliç’in pislenme sebebi o. O kadar pis ki yüzüne bakınca insan iğreniyor. Ben de Almanya’da düşündüm. İstanbul’da yaşıyorum, demek ben dönüşümde oranın birinci problemi neyse onu ele almalıyım. Nedir o problem? Şehir sağlığı. Haliç’in kirlenmesi. Dönüşümde Haliç Kirlenmesinin Etüdü diye bir projeye başlayacağım. Türkiye’de bu konudan anlayan hiç kimse yok. O yüzden ben de ne yapmalıyım? Almanya’daki kürsüde, laborant neler yapılıyorsa ben de aynen hepsini yaptım. Başka türlü kimseden öğrenecek bir şey yok. Laboranttan ben bütün laboratuvar bilgilerini öğrendim. Ne türlü aletler kullanılıyor, kirlilik nasıl tespit ediliyor vesaire. İstanbul’a geldikten sonra gördük ki laboratuvar aletlerinden çok azı var, pek çoğu yok. Şimdiki gibi sipariş de edilemiyor. Böyle zorluklardan geçtik. Tıp Fakültesi laboratuvarına bakıyorum, belki bu aletlerden burada vardır diye. Orada biri dedi ki; bak bizde bu aletlerden var, hiç kullanmıyoruz, belki size lazım olur. Sonra bir iki alet de dışarıdan ısmarladık, birkaç ayda geldi Almanya’dan. Neyse, biz başladık bu deneyleri yapmaya.

Ankara’da gene bakanlıkta çalışan bir Yahudi vatandaş, İstanbul’a gelmiş. Benimle karşılaştı. “İmkânı yok” dedi, “sen o deneyleri burada yapamazsın”. “Sen, gel de gör bakayım” dedim, “bak nasıl yapıyorum ben”. O da bizim bakanlıkta baş kimyager tabii. Bizim o dönem bakanlıktakiler, bu işleri Ermeniler, Rumlar, Yahudiler bilir ama bizim Müslüman Türkler bilmez kafasındalar. Onun için onları alıyorlar. Şimdi onlar yabancı dil de biliyorlar, İngilizce, Fransızca, Almanca falan bizimkiler de bilmiyor. Bilmezlerse yapamazlar da diye düşünülüyor. Neyse, biz tezimizi hazırladık.

Şimdi ufak bir anekdot anlatacağım:

Pazar günü Almanya’da benden başka Alman da gelmiyor. Kapıdan geçsem bekçi beni almıyor. Ara bir kapı var oradan atlayıp içeri giriyordum. Binanın kapısı ve odamın kapısının anahtarı bende var. Almanlar bakıyor bu ne yapıyor diye, ben oraya girip çalışıyorum. Ertesi gün bekçiler oradaki başasistana söylüyor. Bu da gidip profesöre haber verince profesör bütün asistanları toplayıp “Sizin hepinizi kovacağım ve Türkiye’den bunun gibi asistanlar getireceğim” diyor. “Hepinizin ben böyle olmasını istiyorum. Onun gibi cumartesi pazar da çalışacaksınız. En erken gelen, en geç giden o.”   

Soru: Hocam, “çevre sorunu” kavramı ne zaman ortaya çıkmıştır? Ne zaman kavramlaşarak insanların gündemine girmiştir?

Bu soruların cevapları için zamanında yaptığımız konferanslar ve çalışmalar var. “Çevre ve Ahlak” konulu bir derleme kitap basılmış. Burada yazanların çoğu da İlahiyatçı. 1974 yılında profesörlüğümün ilk yıllarında beni konferanslarda dinleyenler, elli yıl sonra böyle bir kitap ortaya çıkarmışlar. Herhalde o zamanlar beni dinleyenler arasında bu kitabı derleyen hocalar da varmış.

Ben doçent olduğumda “Şehir Sağlığı Tekniği Kürsüsü” adını değiştirip “çevre Teknolojisi” gibi bir isim ‘verdim. Profesör olduktan sonra o kürsünün de ismini değiştirdim. Yani bu çevre konusu 1960-70’li yıllarda gündem olmaya başladı Türkiye’de. Tabii yurtdışında da bu konu gündeme gelince biz de burada gündem etmeye başladık aslında. Bu konulardaki işler için müracaatlar biraz zor oluyor. Yapalım mı yapmayalım mı diye düşünüyorsunuz, onun için ben Ege’de yeni açılan üniversitedeki arkadaşıma ve Boğaziçi’ndeki arkadaşlarıma da söyledim. Siz de müracaat edin, önce sizinki geçerse ben de derim ki, bakın oralarda yapıldı bizim kadromuz hazır oralarda deriz. Hakikaten çok da faydalı oldu. Böylelikle çevre konusu gündeme girdi. Tabii burada şehir sağlığı denince yalnız şehrin içindekilerin sağlığı söz konusu.  İlde, ilçede ve köyde olanların, hem hayvanların, ormanların, su, bitkiler ve her şeyin sağlığını sağlayacak bir teknoloji, zararlı olan şeylerin önlenmesi ve faydalı şeylerin sağlanması üzerine bir konu.

Soru: Dünyada bir çevre problemi var. 200 yıl önce de bir çevre sorunu var mıydı?

Yoktu, çünkü sanayi gelişince bu “çevre” dediğimiz şey ortaya çıktı. Sanayinin gelişmesi 1800’lü yılların üçüncü çeyreğinde 1870’li yıllarda oldu, ilk İngiltere’de. 25 sene sonra Almanya’da başladı. Bizde 75-100 yıl sonra ancak başladı. Ben yurtdışından gelince baktım ki İstanbul’da bazı yerlerde kanalizasyon hatları yapılmaya başlanmış, 1960’ların sonu gibi yani. Çok hoşuma gitti, kanalizasyon hatları yoktu eskiden çünkü. İzmir’de ortaokul okurken sokakların ortasında kanal açmışlardı. Bir metre genişliğinde kanallar, bunların üzerine kapak taşı koymuşlar, şehrin sokaklarında taşların üzerinde kapak taşı. Günde birkaç kez bir adam geçiyor “lağımcıııı!” diye bağırıyor. Sırtında bir kürek, bir kazma. Niye bağırıyor bu adam? Çamur birikince suyun akışı duruyor. Haliyle lağımcıyı çağırıyoruz, gelip kapak taşlarını kaldırıp orayı temizliyor. 1940’lı yıllarda İzmir şehrinin durumu böyleydi.

İngiltere’de 1870’li yıllarda sanayi devrimi oldu ve fabrikalar kuruldu. Fabrikadan çıkan atıklar evdekilerden daha fazla tabii. Onların kirli atıkları çoktu mesela. Türkiye’de şahit olduğum durum, fabrikalarda biriken zehirli maddelerin de olduğu sular cumartesi akşamı Haliç’e bırakılıyor. Haliç’e yavrulamak için balıklar da aynı vakitte iniyor. Körfeze de bırakılıyor bu zehirli atık sular. Haliyle oradaki balıklar ölüyor. Pazar sabahları araştırma yapıyoruz biz de. Bir bakıyoruz balık mezarlığı haline gelmiş buralar. Bunları İzmit valiliğine, kaymakamlara, sağlık müdürlüğüne vesaire anlatıyoruz, konferans veriyoruz çevre kirliliği hakkında. Dikkatle dinliyorlar, TÜBİTAK’tan gelince dinliyorlar.

Soru: Peki hocam, kanun var da bu kanuna rağmen mi böyle yapılıyor yoksa kanun mu yok?

Özel şirket yapınca ceza kesiliyor ancak devlet fabrikası bunu yapan. Devlet kendi fabrikasına ceza yazamıyor. Kitle hâlinde balık ölümlerine de bunlar sebep oluyor. O dönemde araştırmalar yapıyor. Sahilde bir makina var bunların fotoğraflarını çekiyor. Bir de deniz vasıtası var, motor filan, oradan numune alacak, biz sahilden söylüyoruz nereden numune alınacak diye. Bizim bunu söylememiz için telsiz cihazı lazım değil mi? Ancak telsiz cihazı bulundurmak yasak. Sonra ben ne yaptım? Bu yasak olan telsizi BM Kalkınma Programı’na yazdım. Bize böyle bir şey lazım diye. Biz paramızla alamıyoruz, yasak. Ancak siz gönderirseniz sorun olmaz.” diye. Dünya Sağlık Örgütü’ne de yazdım.

Soru: Nasıl ki insan sağlığında ilaçlar kullanılıyorsa tarımda da bitkilerde, ağaçlarda ilaçlar kullanılıyor. Bu kullanılan ilaçların çevre kirliliği üzerindeki etkisi nedir?

Tarım ürünlerinde kullanılan ilaçlar aynı İzmit körfezindeki firmaların zehirli atıkları biriktirip Pazar günü körfeze boşaltması ile kitle halinde balıkları öldürmesi gibi sorunlara yol açıyor.

Soru: Biz suyu yer atından, barajlardan alıyoruz, bu tarlalara ağaçlara vs. atılan ilaçların yeraltı sularına veya barajlara bir etkisi oluyor mu?

Gayet tabii, zehirli atıklar suya karışıyorsa az da olsa, zeminin geçirgenliğine bağlı olarak sızıntılar olabiliyor. Çok geçirgen zeminde atıklar yeraltı sularını zehirlerken az geçirgen yerlerde olmuyor.

Soru: Yıllar geçtikçe çevre sorunlarının çözümleri kolaylaşıyor mu zorlaşıyor mu? Ne yapmak lazım?

Her iki taraf da gelişiyor tabii. Taraf dediğim, ne yapmalıyız diye sorunlara çare arayanlar da sanayi tarafı da. Devlet kendi fabrikalarını kapatmıyor yine de, teknoloji ilerledikçe ileri memleketler geri kalmışlara fabrika kurarak kendi memleketini kirletmemek istiyorlar. Burayı kirletip kendi memleketini kirletmeden üretim yapıyorlar.

Soru: Sanayi enerjiye ihtiyaç duyuyor. İnsanlar enerji çeşitlerini artırmaya çalışıyorlar. Bir de nükleer enerji ve çalışmaları var. Bu nükleer çalışmalar çevreyi ne derece etkiliyor?

Bu atıkların nereye akıtıldığı mühim. Zeminin geçirgenliği, hangi tarım ürününün üretiminin yapıldığına, arazideki nehir ve diğer su kaynaklarına bağlı olarak zarar miktarı, zararın neyi nasıl etkilediği değişir. TÜBİTAK 25-30 yıl evvel bir ricada bulundu. Bandırma civarında bu memleket için faydalı bir fabrika vardı. Bunlar dışarıdan kullandıkları malzemeleri topluyorlar ve bir yerde biriktiriyorlar. Tabi bu yığın halinde biriktirilen malzemeler fabrika ihtiyaç duydukça alındığından ortalık yerde bırakılıyor. Açıkta yani hammaddeler. Yağmur suları bu hammaddeye sızıp vurdukça bunların akıntısı dereye sızıyor. Ziraatçılar bunu gübreli su sanıp tarlalarına veriyorlar. Bir zaman sonra hasat hasarlı olunca adamlar mahkemeye veriyorlar neticede. Bilirkişi heyeti oluşturuluyor, neden böyle oldu ürünler diye, ancak heyet bu işlerden pek anlamıyor. Ben o dönemde bu işler için ihtisas mahkemeleri kurun diye tavsiye ettim, ziraatçı yok bilirkişi heyetinde, toprak bilen adam yok çünkü.

Soru: Hocam az evvel gelip burada fabrika açıyor gelişmiş ülkeler, burayı kirletiyor dediniz. Bir de gelişmiş ülkeler kendisindeki sanayi atıklarını gemilerle başka yerlere atıyorlar.

Evet, hatta gelişmiş ülkeler mesela Almanya gibi, gazetelere ilan veriyor. Şu kadar atığımı uzaklaştırmak için tekliflerinizi bekliyorum diye. Bazı gemiler veya motorlar o kirli atıkları alıyor Tuna nehrinden geçirerek Karadeniz’e getiriyor, ama hemen Karadeniz’e de değil İstanbul Boğazı’na yakın yerlerde denize veriyor.

Soru: Bu son zamanlardaki çıkan müsilajda da bunların etkisi var mıdır?

Olabilir. Çünkü bundan evvel de İstanbul’un suları hep bulanık geldi. Arıtmadan kaynaklı olarak. Şeker fabrikaları yazın çalışmaz. Sonbahara doğru çalışmaya başlar. Onların çalışma zamanı farklıdır. Onların zehirli atıkları bir havuzda bekler. Ağustos ayında bu suyu nehre veriyorlar. Bu nehirden Marmara’ya, nehirlere falan gidiyor, İstanbul’un suyunun alındığı yerlere gidiyor yani. Bunun farkında değillerdi. Sonra ekipler gönderildi nedenin ne olduğunu anlamak için, ağustosta fark ediyorlar şeker fabrikalarının atıklarından oluştuğu anlaşılıyor. Zira fabrikalarda çeşitli birimlerden kaynaklı atıklar oluşur. Ayrı havuzda biriktirilir bunlar. Türkiye’de yaşandı bu durum.

Soru: Dünyada su problemi eskiden beri var. Önümüzdeki 50-100 yıl için dünya bu su sorununu nasıl çözecek?

Bir kere sulara verilen zehirli atıkları vermeyerek başlanmalı. Müsilajın sebeplerine bakınca mesela arıtma tesislerinde arıtma işlerinin durdurulması İstanbul’da. Siyasi sebepler, bilgisizlik gibi sebepleri de var bu işin. Diyorlar ki eskiden kolaydı bu işler, şimdi denize deşarj ediliyor bu atık sular. Derin deniz deşarjı deniliyor buna. Bu benim doçentlik çalışmamdı. Bunu Türkiye’ye ben getirdim. Getirdim ama usulüne uygun yaptıklarımızda bir sorun yok, ötekiler boş ver o kadar derine niye götürelim, 5-10 metre derine bırakalım, hem fazla da masraf gitmez diyor. Yeni gelen yönetimler böyle diyebiliyor çünkü bilen adamlar değiştirilmiş oluyor. Marmara denizine, İstanbul Boğazı’na, Çanakkale Boğazı’na iki yerden su giriyor: Biri Akdeniz’den diğeri Karadeniz’den. Akdeniz’den gelen su ki Akdeniz dünyadaki denizler içerisinden en tuzlu olanlardan biridir, tuzluluk çok yüksek. Suyu ağırdır yani. Karadeniz’de ise tuzluluk çok az. Suyu hafiftir. Nehirlerin getirdiği tuzsuz en hafif su var üstte de. Boğazda bu ölçümleri yapıyoruz, Karadeniz suyu akıp boğazdan geçiyor. Akdeniz suyu da yukarıdan aşağıya akıyor. Marmara denizine dökülürken bu sular aşağıdaki tuzlu su miktarı fazla olunca birbirine karışmıyor. Yoğunlukları farklı çünkü. Kur’an-ı Kerim’de dediği gibi “birbirine karışmıyor” yani.

Neyse, bu ölçümler için ben üniversitemden motor ve taksi parası istedim. Ancak bana bu parayı vermediler, bu bizi aldatacak gerek yok dediler. Ancak Allah başka bir yol açtı önümüze. 1980 darbesi sonrasında Haliç’i gezen generaller buradaki kirliliğin boyutlarını görüyorlar. Valiyi azarlıyorlar. Vali de kaymakamlara kızıyor, derken birisi diyor ki, “İTÜ’deki inşaat fakültesi bölümüne git. Orada bu işlerle ilgilenen biri var.” Bana para vermiyorlardı ya, bu durumdan sonra ne zaman para istesem hemen hazır.

Marmara Denizi Karadeniz ile Akdeniz’in arasında, altta Karadeniz üstte Akdeniz suyu. Bu ölçümler aynı tabii, ama arıtmada benim getirdiğim metotta biz az arıtılmış suyu denize veriyoruz, ben diyorum ki denizin tabanında 40 metre derine, ağzı iki yana açık borularla verince yoğunluğu daha az oluyor. Tıpkı bir fabrika bacasından çıkan sıcak dumanın dimdik çıkması gibi çıkar çıkmaz dağılmadan azar azar çıkması gibi. Bu borulardan çıkan az arıtılmış sular da hafif çıkıyor, karışarak. Karadeniz ve Akdeniz suyunun arasında yoğunluğu sebebiyle kalıyor bu su. Yukarıda yüzen insan 20 metre derine kadar dalmıyor ki. Düşününce oluyor. İstanbul’da ve Tekirdağ’da yapılan projelere bakıyoruz masrafsız halletmek için, masraflı ama olması gereken metoda bakmıyorlar. Son zamanda bu çok arttı. Yeni yönetimler bu masraf işini siyasileştiriyor.

Hocam, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. Allah sağlık afiyet versin.