Kişisel Dünyamız, Dış Etkenler, Ön Yargılarımız, Dijital Evren

Olayların içerisindeki duygu buhranlarında kaybolmadan, çevremizdeki insanlar için en iyi davranış biçimini sergilemek hem kendimize hem de etrafımızdaki insanlara karşı olan saygınlığımızı arttıracaktır.

Ahmet Furkan ONAT

Grafik Tasarımcı

Kişisel dünyamızı, düşüncelerimizin, duygu durumumuzun ve eylemlerimizin yönettiğini varsayarsak, kararlarımızı ağırlıklı olarak dış etkenlere bağlı aldığımızı fark ederiz.

Yıllarca “Armut dibine düşer”, “Üzüm üzüme baka baka kararır” gibi atasözleriyle büyütülen nesillerden, ata mesleklerini devam ettirmeleri istendi. Belki günümüzde de aile mesleklerinin devam etmesi için ellerinden geleni yapan, çocuklarının geleceklerine onlara tercih hakkı vermeden ömür haritası çizen ebeveynler vardır.

Baba mesleğini sürdürmek, bir adım öteye taşımak tabii ki güzel bir davranıştır. Fakat hayal ederek, duygusal kararlarla doğru orantılı şekilde yapılan tercihler, başarılı sonuçlar almayı sağlıyor. Bazen armut dibine düşüyor, doğru ancak bunu ideolojik bir dayatma olarak göstermek yanlıştır.

Teknoloji çağının getirmiş olduğu hız ve kolaylıklar, kişinin kullanım biçimine bağlı olarak insanı ya tembelleştiriyor ya da geliştiriyor. Son zamanlarda ‘desinler’ diye bir sanat dalıyla uğraşanlar ya da ‘beğensinler’ diye başka bir kişiliği taklit etmeye çalışanların sayısının oldukça çoğaldığını söyleyebiliriz. Bunların başlıca sebeplerinden birisi, zaman zaman karşımıza çıkan sosyal medya akımlarıdır.

Bu akımların kısa zamanda değişime uğraması ve popülaritesini kaybetmesi, izleyen genç kitleyi olumsuz yönde etkilemekle kalmıyor aynı zamanda yıllar geçtikçe odaklanma sorunu yaşayan insanlar haline getiriyor. Bunun neticesinde dünya ile somut bir bağ kuramadan gelişen nesil, yaşadığı hayatı daha az ciddiye alıyor ve sorumluluklarının bilincine varmakta geç kalabiliyor.

Bu gibi olayları öncelikle problem olarak görmekten vazgeçip, tamamen kendimize bir öğreti ve tecrübe kazanımı olarak algılayabiliriz. Bu durumu kişiselleştirmemiz, değer yargılarımıza hakaret olarak algılamamız, olayların çirkin yönlerine odaklanmamızı sağlıyor ve yavaş yavaş kalbimizi nefretle doldurmaya başlıyor. Bunun sonucunda ise olumsuz tepkiler vererek karşımızdaki insanı ötekileştiriyoruz.

Olayların içerisindeki duygu buhranlarında kaybolmadan, çevremizdeki insanlar için en iyi davranış biçimini sergilemek hem kendimize hem de etrafımızdaki insanlara karşı olan saygınlığımızı arttıracaktır.

Teknoloji çağının getirdiği yeniliklerin hemen karşısında durup, yargı dağıtmak yerine onları kendi değerlerimize nasıl entegre edebiliriz diye düşünebilirsek, kuşaklar arası kurulacak köprünün temellerini atmış oluruz.

Yeni nesil ile iletişim kurmak, onları anlamak, oldukça güç ve zor olabilir. Daha sonraki nesillere ömrümüz yetse belki aynı dilden bile konuşamayacağız. Zaten hiçbir kuşak için de kolay olmadı bu durum. Sadece dikkatli bir izleme ve doğru veri toplamayla, kişinin neyi öğrenme eğilimi olup olmadığı tespit edilebilir ve daha kolay yönlendirme yapılabilir. Bunu, gençleri sanal mecralardan uzaklaştırarak değil; hissettikleri yalnızlık eğilimini neden boş vakit harcayarak doldurmaya çalıştıklarını anlamaya çalışarak yapabiliriz.

Siyasetin bu denli içimizde olması, sosyal medyada yalan haberlerin çok hızlı yayılması ve sahte hesapların toplumu kurgulanmış provokasyonlar üzerinden yönlendirmeye çalışmaları, arayışta olan bir insanın çok kolay kaybolmasına neden olabiliyor. Ahlâkî değerlere sahip insanların teknolojiden uzak kalması ve sadece eleştiride bulunması, arayışta olan başka insanlarla, iletişim açısından çatışmaya girmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla çağı okumak, insanı okumaktır diyebiliriz.

Kendimizi yaşadığımız çağa uygun güncelleme yapmadan sürekli ötekinin hayatıyla meşgul olmak, sürekli “Ben demiştim” diyerek olumsuzluk içeren cümleler sarf etmek, içimizdeki yaşam enerjisini söndürüyor. Kendi hayatına değer katmayan insanların başkalarının hayatına değer katmaları mümkün değildir. Bu tür durumları, elinde telefon dünyayı kurtaran insanlarda da görebiliriz. Kendi yaşamında karşılığı olmayan idealleri, sanal ortamda sanki varmış gibi savunmaları bu insanları daha patolojik hale getiriyor.

Genç ya da orta yaş fark etmeksizin günümüz sosyal medya dünyasında birçok istikbal düşmanıyla karşılaşmak olası bir ihtimaldir. Dolayısıyla konuştuğumuz, irtibata geçtiğimiz insanların yüzde yüz güvenilir olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız.

Daha özgür ve rahat olduğumuzu düşündüğümüz sosyal medyada başına buyruk hareket etmenin, lüzumsuz, anlamsız, saçma sapan paylaşımlar yapmanın kendimize gelecekte ne gibi sorunlar getireceğini bilsek, belki daha dikkatli kullanır ve kendimize artı değer katacak çalışmalarda bulunuruz.

Gençler, sosyal medyanın kötü hava koşullarına karşı dirayetli davranıp nefislerinin tuzağına düşmeden teknolojiyi kullanırlarsa kendilerini daha özgür hissedeceklerdir. İradesine ve nefsinin isteklerine hâkim olabilenler gerçekten mutluluğun hazzını tadabilir. Akranlarının önyargılarına kulak asmadan kendi yolunda yürüyenler, yaptıklarının getirisini çok geçmeden görürler.

İnsan davranışlarının derinlerine kök salan ve onu yönlendiren iradeyi eğitmemiz elzemdir. Duygu ve düşünce yönetimi eğitiminin ilkokuldan başlayarak tüm eğitim süreçlerinde verilmesi gerekmektedir. Gençlerin böyle bir eğitim sürecinden geçmeleri mental olarak onlara katkı sağlayacak, bu sayede işlevsel hafıza devreye girecek ve duygularını ifade etmekte zorlanmayacaklardır.

Dijital evren ile büyümüş ve uzun süre tesiri altında kalmış gençler, aile hayatının olumlu ortamından uzak kaldıkları sürece şahsiyetli olmanın önemini kavrayamayacaklardır. Ancak bu demek değildir ki bütün teknolojik aletleri bertaraf edelim. Her çağın gerektirdiği koşullarda verdiğimiz eğitimleri günümüze uyarlayamadığımızda ortaya çıkan sonuç, hedef kitleyi yolundan saptırabiliyor. Tıpkı ketçabın 1800’lü yıllarda domates hapı adıyla ilaç, daha sonra da sos olarak kullanılmaya başlaması gibi.

Sosyal medyayı sürekli geçmişten günümüze yapılan araştırmalar üzerinden yargılamak yerine, günümüzden geleceğe nasıl daha faydalı ve nitelikli kullanılabileceği konusu üzerinde durulması gerektiğini düşünmeliyiz. Önyargılarının esiri olmuş bir kişi, en az eline sussun diye telefon verip kaderine terk edilmiş bir çocuk kadar tehlikelidir.

Meseleye şu açıdan bakılabilir. Çocuk ya da genç dijital dünyaya yeni başlayan birey, o evrenin yeni doğmuş bebeği gibidir. Bu yüzden kişinin sosyal medyada oluşturduğu ilk profil, o insanın aslında olmak istediği kişiliği yansıtır. 90’lı yılların “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusunun yerini şimdilerde “Hangi avatarı seçeceksin?” sorusu almış bulunuyor.

Sosyal medya platformlarını kullananların kuşaktan kuşağa değiştiğini gözlemliyoruz. On altı yaşına kadar çocuklar ve gençler Tiktok’ta, yirmi beş yaşına kadar gençler Instagram’da, otuz beş yaşına kadar orta kuşak Twitter’da, ihtiyarlar heyeti ise Facebook’ta vakit geçiriyor. Dolayısıyla, kırklı yaşlardaki bir insanın Tiktok’ta ne işi var denilerek hiç böyle bir yasak olmamasına rağmen gereksiz eleştiriler ortaya çıkabiliyor.

Sonuç olarak, sürekli ailesinin desteğiyle hayata tutunmaya çalışan insanlar, her fırsatta akranlarının fikrini sorarak hayatının rotasını çizenler, yol arkadaşı olmadan adım atmaktan çekinen insanlar başarıdan uzak kalıyor. Zamanını gereksiz uğraşlarla harcayan insanlar, geriye dönüp baktıklarında katettikleri ömür yolculuğunda kayda değer bir anı bulamadıkları zaman, zihinlerindeki derin boşluk yüzlerine yansıyor. Karşı konulmaz bir girdabın içinde buluyorlar kendilerini.