Tanrı ölümsüz, sevgili hayatta olduğuna göre bu dizelerin patikasında muhtemelen bir anne yürümüş olmalıdır. Ne de olsa anne sesiyle, sözüyle olduğu kadar sükutuyla da öğreticidir. Anneler dışında kimin ellerinin içinde ışık vardır ki? Annesi melek olmuş bir şair ancak böyle konuşur.
Hüseyin AKIN
Yazar-Şair

Kendinden bir şeyler kattın
Güzelleştirdin ölümü de
Ellerinin içiyle aydınlattın
Ölüm ne demektir anladım
Üstat Sezai Karakoç şiirinde ikinci tekil şahıs hep gizemlidir. Kolay kolay dile gelmez ve aşkın bir zaman, aşkın bir mekânın içerisinden kopup gelir. Onun müdavim bir okuyucusu olarak belki de her dizesiyle benim kapımı çalan anlam bana öyle gelmektedir. “Sen” ne büyük bir samimiyet ne derin bir yakınlıktır. Ya Tanrıdır ya sevgili ya anne. Belki hepsi, belki de onların her birinin yan kolları. Şimdi şöyle yavaş yavaş şiirin dize dibine doğru yaklaşalım. “Kendinden bir şeyler kattın” dizesi bir “sen”i muhatap almaktadır. Okuyucu şiirin siyak ve sibakına doğru yolculuk yaptığında, şiirin sen bağı pek zorluk çıkarmadan çözülecektir. Tanrı ölümsüz, sevgili hayatta olduğuna göre bu dizelerin patikasında muhtemelen bir anne yürümüş olmalıdır. Ne de olsa anne sesiyle, sözüyle olduğu kadar sükutuyla da öğreticidir. Anneler dışında kimin ellerinin içinde ışık vardır ki? Annesi melek olmuş bir şair ancak böyle konuşur.
“Şairin hayatı şiire dahildir” demiş Karakoç’un gençlik arkadaşı, ahbabı Cemal Süreya. Hayatın taşan köpüğünden şiiri sadır oluyor zahir. Şiirden geriye doğru gittiğimizde hayat dirense de bir süre sonra kendisini ele veriyor:
Tarih 7 Ocak 1959. Günlerden Salı ve saat tam 10:23. Sirkeci’de Ankara Caddesi ile Ebusuud Caddesi’nin kesiştiği noktada, Neyyir Han’da büyük bir patlama oluyor. 300 kiloluk dinamitin patlaması sonucu etraf savaş alanına dönüyor ve birçok bina yıkılıyor. Tan matbaasının bulunduğu bina çöküyor. Bu arada, Fatih’ten Beşiktaş’a doğru giden 28 sefer numaralı belediye otobüsü içindeki yolcularıyla birlikte enkazın altında kalmıştır. Bu patlamada elliye yakın kişi can vermişti. İşte bu patlama esnasında Üstat Sezai Karakoç da Meserret Kıraathanesi’nde yaralananlar arasındadır. Bu patlamada Karakoç ölümün kıyısından dönmüştür. Çok geçmeden şairimiz annesini de yitirir. Kendi ensesinde ölümün soğuk nefesini hissetmesiyle, annesinin vefatı arasında yaşadığı hissiyatı şiirine başlık yaptığı şu dizelerle ifade etmiştir: “Ben kandan elbise giydim/Hiç değiştirsinler istemezdim.”
Nasıl bir şeydir kandan elbise giymek? O patlama anında şairin ölümle dirim arasında yaşadığı manzaranın kimyasıdır kan. O kadar kımıltısız kalmıştır ki ölüm karşısında, enkazdan başka kaçacak yeri yoktur. Ölüme hazır bir insanın, onu üzerindeki elbise kadar kendine yakın hissetmesi böyle bir şeydir. O anları şiirine dahil edişini üstat şöyle anlatır: “Meserret Kıraathanesi’ne sık sık giderdim. Necip Fazıl’ da oraya gelip giderdi. Tozlu aynalar vardı orada. Ben sürekli kıraathanenin sahibine takılır ve II. Meşrutiyet’ten beri tozu alınmamıştır bunların der ve gülümserdim. Patlamanın olacağı gün kıraathanedeydim ve şiir kitabımı düzenlemeye çalışıyordum. Patlama olduğunda müthiş bir yankıyla aynaların hepsi kırıldı o aynalardan birinin kesiği halâ avuç içimde durur. Bu şiiri de o patlamadan sonra yazdım.” Aynanın avuç içini aydınlatması ne muazzam bir yaklaşımdır! Bu aydınlanmanın “ölüm var!” uyanışına matuf bir aydınlanma olduğundan şüphe yoktur.
Tekrar şairin “sen” dediği yere dönelim: “Yer değiştiren ben değildim/Farklılaşan sendin/
Sendin bana gelen aynalarla/Sendin bana gelen sendin.” Sen, ölümün elbisesini giymiş bir anne ya da anne kisvesine bürünmüş bir ölümdür artık. Üstadın hayat telakkisine baktığımızda hayat “siz”dir, ölüm “sen”. Ölümle senli benlidir üstat, zira diriliş muştusu aynı zamanda yeniden doğuran anne nefesidir. Şaire aynalarla gelen ölümdür, ama ölümün aynasından da annesini görmüş gibidir.
Bir dalga düşünün sizin tek kişilik sahilinize doğru uzanmış sonra geri gitmiş. Kendi denizine rücu etmiş bir dalga. Ölüm kocaman bir denizdir, ama her insana bir dalga boyu gelir. Yaratıcı ummanları insanın üzerine salmaz. Ölüm o kadar adildir ki insanın karşısına teke tek çıkar. İnsanın kendisini yıktıktan sonra hanümanını yıkar. Fevç fevç gelmez ölüm mevc mevc gelir. Şahidini de kendisi seçen bir ölümdür Sezai Karakoç’un şiirindeki: “Artık ölebilirim/Bütün İstanbul şahidim.”
Bir şiir insanı nereye götürür? İçinde barındırdığı saklı anlamların sırrını verebileceği tenhalara belki de. Hiç değiştirmeden bir ömür üzerinde kan rengi ölüm elbisesiyle dolaşmış bir şairi, ne kervan yüküyle kandırabilir ne de çağdaş haramilerle korkutabilirsiniz.