İnsanın aczini idrak etmesinin idrak olduğu anlamına gelen bu söz, hayatımızla ilgili pek çok meseleye ışık tutmaktadır. Bizim geleneğimizde “Haddini bilmek, idraktir.”
Mülayim Sadık Kul

Bismillahirrahmanirrahim
Türkiye’ye gitmeye niyetlendiğimizde hedefte sıla-ı rahim yaparak öncelikle anne-babamız ve üzerimizde hakkı olan büyüklerimizin duasını almak ve bu arada bazı dostları ziyaret etmek vardı. Takdirde Üstad Sezai Karakoç’un kırkına katılmak da varmış. Biz bunu, 2021 yılının son Pazar sabahı Mustafa Özel kardeşimin ziyaret ekibimize katılmasıyla öğrendik. Sosyal medyada bunu görmüştüm ama yine de katılabileceğim aklıma gelmemişti. Ölünün arkasından geleneğimizde adet olmuş yedisi, kırkı, elli ikisi gibi uygulamalara yıllarca bizim radikal damarımız ve din anlayışımız mesafeli durmuştu. Bunlarla kavganın, önceliklerimiz olmaması gerektiğini ise maalesef çok geç öğrenecektik.
Dost olmanın gereğini her zaman en güzel şekilde yerine getiren Mustafa Hocamız, yine ustaca bir manevrayla bu hayra da vesile olmayı başarmıştı. Eyüp Sultan’la başlayan Pazar programının önemli duraklarından biri de, simit ve çayla yapılan mütevazı bir dost kahvaltısı eşliğinde Bahariye Mevlevihanesi’ndeki Kur’an İkliminde Müzakereler’e misafir olmaktı. Fahrettin’in ‘’Hocam! Bu adam çok sessiz konuşuyor’’ diye yakındığı bir âlimle bütün bir günü paylaşmak durumunda olacağını garibim nereden bilebilirdi! Mevla insanlar hakkında karar vermekte acele edilmemesi gerektiğini, anında yaşatarak öğretmişti.
Önce “Siz gidin, benim bitirmem gereken bir yazım var” diyerek tereddüt etmekle birlikte Sakızağacı kabristanı denince, “Hadi ben de geliyorum” kıvamına gelerek Türkiye usulü arabaya kucak kucağa sıkıştık. Yerimiz dardı ama gönlümüz yâr ve yârenlerle genişlemişti. Bugün görünüşte yeraltında olan ama gerçekte gönüllerde taht kurmuş gönül sultanlarının misafiri olabilme neşvesi hepimizi neşelendirmişti. Kabir ziyareti insanı neşelendirebiliyor elbette. Bunun ne demek olduğunu tadan bilir. Bunun zirve noktasını da elbette ehlinin Fahri Kâinat Efendimiz’in Medine’deki kabrini ziyaretinde tadarak bize anlattıklarında buluyoruz. Duamız, bu tadı onun varislerinin kabirlerinde de hissedebilmektir. Bu güzel insanlar, toprağın altında hatıra ve hayatlarıyla, toprağın üstünde artık bulamadıklarınızı size sunabiliyorlar. Bizler de Sakızağacı sonrasında huzuru ve kendimizi bulmak niyetiyle, evvela Süleymaniye haziresi ve Yahya Efendi’yle demlenip kendimize geldikten sonra İstanbul’u Karadeniz’e bağlayan noktada bekleyen Yuşa (a.s.) tepesi ile taçlan(dır)mak istedik.
Mustafa Kutlu Üstadımıza ait olan çok güzel bir tespit ve tavsiyedir bu söz. “İstanbul ziyareti Eyüp Sultanla başlar” der Üstad. Aslında “uyanık” pek çok güzel insan da bunun farkında oldukları için Eyüp Sultan’da güneşin doğuşuna secdeyle şahitlik etmeye koşarlar. İstanbul’un işte Eyüp Sultan’la başlayan sabahları fetihle müjdelenmiş bu güzel beldenin gerçek yüzünü ve kimliğini ifşa eder. Asıl adı, Hâlid bin Zeyd olan Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri hem fethin müjdeleyicisi olmasını hem de bu beldenin yeni bir ruhla dirilişini simgeler. Bunu teneffüs etmeyenler nereden bilsinler gülün kokusunu ve nereden bilsinler bir gül için bin dikenin cevrine katlanmanın kıymetini. Fuzûlî’nin meşhûr beytinde bu hakikat şöyle dile gelir:
“Yâr için ağyâra minnet ettiğim ayb eyleme,
Bâğbân bir gül içün bin hâre hizmetkâr olur”
İşte Peygamber aşığı bir sahabi fetih müjdesinin gönlünde yaktığı aşk ateşiyle yaklaşık 90 olan yaşına rağmen, deve üstünde İstanbul surları önüne kadar gelir. Fethin fiilen gerçekleşmesi asırlar sürecek olsa da kendi ruhunda fetih içre fetihler yaşayan Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, yanındakilere surların ulaşılabilen en yakın noktasına defnedilmesini vasiyet eder. Adeta yolunda ölmek yetmemektedir o Peygamber komşusuna. İstanbul’un sadece fetih müjdecisi olmakla yetinmeyip onun fethine kadar ribat görevini de yüklenmiş olan bu kutlu sahabinin aynı zamanda şehrin manevi koruyuculuğunu da bugüne kadar devam ettirdiğinin en bariz işareti, Eyüp Sultan sabah namazlarıdır. Efendimizin o müjdesindeki sırrı ve İstanbul’u İstanbul yapan ruhu yakalamak isteyenlerin ilk durağı, bu sebeple Eyüp Sultan olmak durumundadır. Kâbe’yi sadece taştan ibaret görenlerin Eyüp Sultan’la alacakları bir koku, varabilecekleri bir menzil ve keşfedecekleri manevi bir sır da yoktur. Eyüp’ün kedileri bile sanki bu sırrın farkında olarak mescidin içinde secde edenlerle birlikte olurken, yüzbinler bundan mahrum ve gafil olabiliyorlar. Halkın rağbet ettiğine mesafeli durmak, bizim sözüm ona mürekkep yalamış münevver camiada yaygındır. Eğer bilseler nelerden mahrum olduklarını, halktan önce onlar koşarlardı.
Bu satırları yazarken ilk Eyüp Sultan ziyaretimin Okmeydanı Baruthane Camii’nde bizlere yaz kursu veren Feyzullah Hocam refakatinde gerçekleştiğini hatırlayıverdim. O günlerde henüz “İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü” olan Marmara İlahiyat’ta talebeydi. Hocamız bir grup arkadaşla birlikte bir hafta sonu (muhtemelen bir Pazar günü) Sütlüce kıyısından bindiğimiz bir kayıkla bizi Eyüp Sultan’a götürmüştü. Kayığa ilk defa bindiğim ve hiç unutamadığım o güzel ziyaretten sonra aynı yolla tekrar geri dönmüştük. Sonraları yıllarca Haliç, kayıklara ve bu kayıklarla Eyüp Sultan’a geçerek kendine gelmek isteyenlere hizmetten mahrum kalacaktı. Neden diye sormayın? Zira o günlerin kesif Haliç kokusunu bilmeyenler bunu anlamakta zorlanacaktır.
O çocuk yaşta yaptığımız ziyaretin bende bıraktığı izleri şimdilerde yeniden hatırlamak tuhaf ama güzel bir his. Çocukluktaki unutamadığım güzel an(ı)lardan birinin bu olduğunu fark etmek, şimdi bile ruhumu okşayan ayrı bir neşe ve huzur kaynağı. Daha sonra Eyüp Sultan’a gittiğimde, çocukluğumda belleğime nakş olunan resmin neredeyse tamamen değiştiğini gördüm. Hatırladığım diğer bir şey de kanımızın coşkun aktığı yıllarda bu tür cami veya türbe ziyaretlerini küçümser bir anlayışa sahip olduğumuzdur. Feyzullah Hocamın yaptığının şahsım için olduğu kadar, diğer gençler ve çocuklar için de ne kadar kıymetli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. En son yıllar önce Çıksalın’daki görev yerinde görüştüğümüz Feyzullah Hocam’a Rabbim dareyn saadeti nasip etsin. Bizlere de çocuklarımızın ve gençlerimizin elinden tutarak bu mekânları ziyaret ederek, gönüllerinde ebedi mutluluk tohumlarını filizlendirebilmeyi Rabbim bahşetsin.
Güzel insanların hatıraları kadar, hatıralarının vesile oldukları da kelimelere hapsedilemeyecek kadar güzeldir. İsterseniz bir sabah namazıyla güne Eyüp Sultan’dan başlamayı tekrar tecrübe edin. Biraz erken davranın ki hem arabanıza park edecek hem de kendinize secde edecek bir yer bulabilesiniz.
Gerçekten de her türlü aymazlığımıza rağmen, tattığımız birçok nimet ve lezzeti farklı boyut ve güzellikleriyle yeniden ikram eden Rabbime hamd ve şükürden ne kadar aciz olduğumuz ortadadır. İsminin ilk harfleri ACZ olan A. Cahit Zarifoğlu, acziyetinin kendi isminin baş harflerinde kodlandığını söylerken, aslında tüm insanlığın acziyetini ilan ve ifşa etmekteydi. Zarifoğulları ve Karakoçlar, vazifelerini yapabilme uğruna tüm hayatlarını şehadetlerine şahit kılarak bize örnek oldular. Diriliş muştusunu sadece yazdıkları aracılığıyla, her seviyede insana ulaştırma gayreti içinde olmakla kalmayıp, hayatlarını da buna canlı şahit kılmış olmaları, bu güzel insanları sevmemizin diğer bir nedeni olsa gerek. Yani iddialarını hayatlarıyla da taçlandırmış olmaları. Bir ideolojinin değil, bir dinin, kutlu bir davanın davetçi erleri olmak. Rıza-i Bâri’den başka hiç bir şeye iltifat etmemek.
“İkinin ikincisi” diye Rabbimiz’in Kur’an’da övdüğü sıddıkiyet makamının sahibi Ebû Bekir (r.a.) Hazretlerine atfedilen şu söz, bu hakikati teyit etmektedir: “el-Aczü an derki’l-idrâki idrâkün” yani “Allah’ı hakkıyla bilemeyeceğimizin idraki, onu anlamanın ta kendisidir.” İnsanın aczini idrak etmesinin idrak olduğu anlamına gelen bu söz, hayatımızla ilgili pek çok meseleye ışık tutmaktadır. Bizim geleneğimizde “Haddini bilmek, idraktir.” İnsanın aczini fark etmesi kadar, hayatın tümünü kuşatan daha büyük bir erdem ve hikmet var mıdır? Bununla ilgili irfan mirasımızda meşhur diğer bir ifade de “el-Aczü an derki’l-idrâki idrâkün ve’l-bahsü an sırrı sırrı’z-zâti işrâkün’’ şeklinde formüle edilmiştir ki bu da sonuç itibariyle kişinin her şeyi idrak etmesinin mümkün olmadığını, özellikle de Allah’ın zâtı ile ilgili böyle bir gayretin kişiyi idrake değil tam tersi şirke götüreceği bilgisini verir.
Ey insan! Sınırlarını tanı ve Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle “İslam’ın teslim olmakla kaim” olduğunu unutma!
Dolayısıyla insanın yüceliği, acziyetini itiraftan ve ona göre tavır almaktan geçmektedir. Mesele bu hakikati önce kendi nefislerimize, sonra da bunu bildirmekle yükümlü olduğumuz tüm insanlığa anlatabilmenin bir yolunu bulabilmektir. En azından böyle bir bilinç ve gayret içinde olabilmektir. Zira şereflerin en büyüğü, bu acziyetin farkında olarak Rabb’e kul olmaktan geçmiyor mu? Şuur ve idrak planında kulluk bilincimiz ne kadar hissedilebilir ve içselleştirilirse, yaratana yakınlığımız ve değerimiz de o kadar artmaz mı?
Dönelim bizim Eyüp Sultan ziyaretinin nasıl geliştiğine. Yine bir gurbet dönüşü başlangıcı otuz yılı aşkın Okmeydanı sohbet grubumuzun güzel insanlarıyla bir araya gelmiştik. Rabb’e kul olmanın, “Rabbim Allah” demenin ve ondan sonra da buna bir ömür sadık kalan bir “istikamet” çizgisinde nimetlere şükretmenin ne anlama geldiğini müjdeleyen Fussilet Suresi 30-36 ayetleri özerinde tefekkür ve tedebbür etmeye çalışıyorduk. Her okunuşunda tüm Kur’an ayetleri gibi ayrı bir lezzet ve gönül inşirahı sunan bu ayetlerle hızımızı alamayıp bu muhabbet deminin Pazar sabahı Eyüp Sultan’la taçlanmasına karar verdik.
Fahrettin, Sinan, Murat, Rıdvan ve ailemle birlikte Eyüp Sultan’da sabah namazı ikramına mazhar olduk. Salavatlar ve zikirler eşliğinde yapılan dualardan sonra nevalemizi alarak Eyüp Sultan’ın asayişinden sorumlu pehlivanlarından Hafız Metin’in hazırladığı çaylar eşliğinde ilk kahvaltımızı yaptık. Burası ilk durağımızdı.
İkinci durağımız, İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin (İMH) merkezi olan Bahariye Mevlevihanesi’nde yıllardır devam etmekte olan ‘’Kur’an İkliminde Müzakereler’’ adlı tefsir dersine katılmak oldu. Dostum Veli Karataş’ın yıllardır başarılı yöneticiliğiyle devam eden müzakereler, Mustafa Özel, Mehmet Ali Büyükkara ve M. Şerafeddin Kalay hocaların katkılarıyla, benzersiz bir Kur’an ziyafetine dönüşüyor. İstanbul’a yolumuz düştükçe her fırsatta katılmaya çalıştığım bu dersler, Kur’an’ı kendi ilim paradigmamıza uygun bir yaklaşımla anlamaya çalışanlar için büyük bir fırsat. Bu bakımdan mutlaka bir Pazar seherinde yolunuzu Eyüp Sultan’a düşürerek hem sabah namazı hem de Bahariye Mevlevihanesi’ndeki Kur’an ziyafeti lezzet ve coşkusunu tadın, derim.
Dersten sonra istikamet, pek çok güzel insanı bağrında ağırlayan Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’ydı. Mustafa Hoca’nın refakatinde arkadaşlarla birlikte Osmanlı ilim mirasının en yetkin temsilcilerinden birisi olan büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen Hocayla ziyaretimiz başlamış oldu. Nakşi Halidiyye Kolu Gümüşhanevi Postnişinlerinden Hasib Efendi ve Abdulaziz Bekkine Hazretlerine misafir olduk. Birçok Hafız-ı Kurra’nın Hocası olan İsmail Biçer, Gönenli Mehmet Efendi, Enver Baytan, Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Bayram Ali Hoca ve en son bizim kuşak üzerinde belki de en çok emeği ve hakkı olan Abdülmetin Balkanlıoğlu ile kabir ziyaretlerimizin ilk etabını hitama erdirdik.
Abdülmetin Hocamla, İmam Hatip yıllarında Hoşkadem Camii sohbetleriyle başlayan muhabbetimiz, her daim kesintisiz devam etti. Bu fakirin Çağlayan Merkez Camii’nde gerçekleşen izdivaç programının Ahmet Akın Çığman Hocam’dan sonraki ikinci hatibi, Abdülmetin Hocam’dı. Kendisiyle defalarca mukaddes topraklarda tevafukan Mevlam bir araya getirdi. Ölümüyle birlikte on binlerin dâr-ı bekâya uğurladığı Abdülmetin Hoca, bizim neslimizin şahit olduğu en kıymetli değerlerden biri olarak irşat vazifesini genç nesillere emanet etmiştir. Bitmez tükenmez enerjisi, kaba softa ham yobazlığa fırsat vermeyen tasavvufi neşvesi, tüm ümmeti kuşatan koca yüreği ve değme tiyatroculara ve orta oyunculara taş çıkartacak hitabet performansıyla kendi yerini doldurabilecek genç davetçilere örnek olmaya devam ediyor.
Ulvi Alacakaptan’ı da davet ettiğimiz bir düğün programının hatibi, yine rahmetli Abdülmetin Hocamızdı. Alacakaptan ve ekibi sahne almadan önce kürsüye çıkan Abdülmetin Hoca kendinden geçmiş, bir taraftan güldürüp diğer taraftan düşündürürken kendisine takdir edilen vakti hayli aşmıştı. Programı organize ettiğim için kendisinden özür dilediğimde Hocayı pür dikkat dinleyen Ulvi abi’nin ‘’Bırak konuşsun! Adam tek kişilik tiyatro ekibi maşaallah’’ dediğini hiç unutmam.
Yasinler ve Fatihalarla ziyaretimizi bitirerek tekrar Bahariye Mevlevihanesi’ne “kadim Pakistan mezunu dostlar”la buluşmak üzere gelmiştik. Hafız Şaban Tüzel ve bizden önce yaban illere revan olmuş Hüseyin Sevme abimiz, bizi bekliyorlardı. Burada sohbet ve muhabbetten sonraki hedefimiz, önce Süleymaniye ziyareti ve daha sonra da ikindi namazına Şehzadebaşı Camii’nde Üstad Sezai Karakoç için okunacak Kur’an ziyafetine yetişmekti.
Süleymaniye’de Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretleri başta olmak üzere kendisinden sonra Gümüşhanevi Tekkesinin Postnişini olmuş Mehmet Zahid Kotku Hazretleri ve diğer Meşayih-i Kiram’ı ziyaret ettik. Burada Üstad Mustafa, “Sakızağacında Yasin okuduk, burada da Mülk Suresini okuyalım” diyerek tilavete başladı. Daha sonra yürüyerek Şehzadebaşı’na yetişmek için yola revan olduk. Vardığımızda ezan okunmaya başlamıştı. Mustafa Hoca: “Daha sonra belki kalabalıktan fırsatımız olmayabilir, önce Sezai Bey’in kabrini ziyaret edelim” dedi ve kırk gün önce tekbir ve dualarla defnedildiği, türbelerin olduğu tarafa yöneldik. Bizden başka kabrin başında ismini bilmesem de simalarına aşına olduğum başka ziyaretçiler de vardı. Dualarımızı okuduktan sonra ikindi namazı için camiye geçtik. Tesbihattan sonra İmam Efendi’nin Üstad Sezai Karakoç’un ahirete avdetinin kırkıncı günü münasebetiyle Kur’an okunarak dua edileceğini ilan etmesinin akabinde tilavete başlandı.
Fazla kalabalık olmamakla birlikte Üstadın sevenleri bu münasebetle tekrar bir araya gelmişler ve huşu ile okunan Yasin ve Tebareke Surelerini dinliyorlardı. Dua sonrasında Mustafa Hocam, bizleri Karakoç muhibbânı bazı zevatla tanıştırdı. Hatırımda kalan Diriliş Yayınları’yla ilgilenen İbrahim abiyle Budapeşte’de ikamet etmekte olduğunu öğrendiğim Osman abiydi. Görünen o ki bizim Okmeydanı ekibi dışında diğerleri birbirlerini zaten tanıyorlardı. Ufak bir tereddütten sonra cami içinde toplu resim çekilerek kabrin olduğu kapıya doğru hareket edildi. Kapıda özenle hazırlanmış üzerinde çok güzel geleneksel motifler olan küçük kutularla ikram yapılıyordu. Cesaretimizi toplayarak bizler de bu güzel hediyelerden aldığımızda içlerinde gül kokulu lokumlar olduğunu gördük.
Kabir başında dualar edildikten sonra tekrar topluca resimler çekildi. Onlarca kitap yazmış bir dava adamının kabri başında herkes kendince bir şeylerle meşguldü. Ölümden daha güzel bir nasihat var mıydı? İşte Diriliş mektebinin başmuallimi daha yapılacak pek çok yarım kalmış projeyi arkasında bırakarak dâr-ı bekâya göçmüştü. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi:
“Ölüm güzel şey; budur perde arkasından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, syf. 153)
Üstad Sezai Karakoç bir hayat boyu çilesini çektiği davasına ölümünden sonra da insanları bir araya getirerek, onların birbirleriyle tanışmasına vesile olarak katkıda bulunmaya yine devam ediyordu. Ziyarete gelenlerin az olması dikkatimi çekmişti. Az olmakla birlikte yıllardır Üstad Sezai Karakoç etrafında halkalanmış Diriliş Camiasını oluşturan bu güzel insanları, kendi iç dünyamda gıpta ederek tebrik ve takdir ediyordum. “Siz zaman ve mekâna şahitlik eden seçkin bir kulun en yakınları olma bahtiyarlığına ermiş güzel insanlar! Sizinle Sezai Karakoç paydasında birleşmek ne güzel!” diyordum.
Sağlığında yanına gitme cesareti bulamadığım Üstadın kabri başında bu insanlarla beraber olmanın hazzını ve burukluğunu birlikte yaşadım. Bir tarafım “Sen bu kabirde yatan zat ve dostları ile daha önceden neden tanışmadın? diye beni suçlarken, diğer tarafım ise böyle bir günde onun etrafında toplanan bu seçkin toplulukla birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyordu.
Şehzadebaşı Camii, Mimar Sinan’ın -rivayet doğruysa- acemilik eserim dediği muhteşem mabed. Bu camiye ilk gelişimi de halen hatırlarım. O zamanların ateşli ve cesur vaizi Timurtaş Hocaefendi burada kürsüye çıkıyordu. O zamanlar Sümbül Efendi Kur’an Kursu’nda okuyan cılız bir talebeydim. Bir günlük hafta sonu tatili bitmiş ve kursa dönmek için Taksim istikametinden gelip Kocamustafapaşa’ya giden İETT otobüsüne, Şişhane’den binmiştim. Daha sonra eczacılık okuyan hafızlık arkadaşım Murat ve babasıyla otobüste karşılaştık. Haşim İşcan geçidinde inerek onlarla birlikte Şehzadebaşı Camii’ne, Timurtaş Hocayı dinlemeye gittik. Ben geç kalacağım korkusuyla kaygılansam da Murat’ın babası kendisinin bizi kursa bırakacağını söyleyerek beni ikna etmişti.
Cami tıklım tıklım doluydu. O zamanlar İslam’a susamış ve yıllarca bastırılmış inanç ve duygularının yüksek sesle haykırıldığını duyan insanlar, akın akın bu vaazlara iştirak ediyorlardı. Vaazlar sadece o gün dinlenmekle kalmıyor, kasetlerle çoğaltılarak cami önlerinde, Eminönü ve Topkapı gibi kalabalık meydanlarda satılıyordu. Biz henüz çocuk yaşta olmakla birlikte o günlerin canlı şahitleriydik. 12 Eylül İhtilaliyle birlikte Timurtaş Hoca’nın da ciddi mağduriyet yaşadığı hafızalarda halen tazedir. Söylenecek çok şey olsa da Timurtaş Hocaya Mevla’dan rahmet dileyerek asıl konumuza dönelim.
Aslında nadiren yolumuz düşen bu kutlu mabede bundan sonra daha sık uğrayacağımı düşünüyordum. İçinde pek çok türbe olmasına rağmen bizim gündemimize Şehzade Camii, yeniden Üstadın ölümüyle girmişti. Türbelerin olduğu kısımda köşe duvarına yakın bir yere defnedilmişti Üstad. Henüz mezarı yaptırılmamış, mezarın ona ait olduğu ise defnedilirken başına dikilen tahtadan anlaşılıyordu. Bir gün hepimizin geçeceği kabir kapısından o da ötelere avdet etmişti. Onun gibi insanlar için ölüm sevgiliye vuslata ermekti. O değil miydi “Ey sevgili, En sevgili! Uzatma Dünya sürgünümü benim” diye ötelere seslenen? İşte cevap gelmişti! Tam kırk gün önce ötelerden sesi duyulmuş ve ölüm meleği onun kapısını çalarak emaneti teslim almıştı.
Kimileri Peygamber Efendimizin “Ölülerinizin arkasından onları hayırla yâd edin!” fermanına rağmen ileri geri yazsalar da onun İslam ve kulluk davasına sadakatine hem kitapları hem de Diriliş Mektebinden mezun olmuş binlerce diriliş eri şahittir. Cenazesindeki binlerce inanmış insan, onun arkasından hüsnü şehadet ederek ebediyete uğurlamışlardı.
Bizler de bu vazifemizi kırk gün sonra Eyüp Sultan’la başlayan bir Pazar gününde yerine getirdik. “Şehadetlerimize şahit ol ya RAB! Bir ömür diriliş muştusunu söylediği kutlu davaya sahip çıkabilmeyi bizlere nasip eyle Allah’ım!” diyerek Üstadın haykırışına kulak veriyoruz:
“Yıllar geçti saban ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lâmba
Hep Kanlıca’da Emirgân’da
Kandillinin kurşunî şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa lâyık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey şiirini gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim”
(Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 432-433)