Günümüz dünyasında, tamamen görsel ve tensel güzelliğe odaklanmış bir reklam sektörü ve dijital medya taarruzu altındayız. Çıplaklık ve buna eşlik eden cinselliğin neredeyse her türü kutsanıp, inanan insanların mahremiyet duygusu ile alay ediliyor. Hele de yaz geldiğinde, sokaklarda kafamız yerde nazar ber-kadem zikri çeken Nakşi dervişler gibi yürüyoruz.
Derviş Çelebi

“Hızlı Yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun.” Geçen gün ünlü aktör Cüneyt Arkın’ın ölüm haberini TV haber bültenlerinde izlerken bu söz takıldı zihnime. Hayır, Cüneyt Arkın’ın ölümü değil erken gelen, hatta tam tersi kendisi Türkiye ortalamasına göre geç ölmüş bile sayılabilir.
Sanırım program yönetmenlerinin Cüneyt Arkın’ın vefatı üzerine, görüşlerini almak için bağlandıkları, özellikle de aynı yaş kuşağından hanım sanatçıların gençlik resimlerini ekrana yansıtmaları bu sözü zihnimde uyandırdı. Onlar kendilerini hep genç ve güzel kalmaya zorlayan bir atmosferde yaşadılar, yaşıyorlar. Bunun adına ister sektör böyle istiyor deyin ister düzen böyle kurulmuş deyin; olmadı kapitalizmin, moda baronlarının dayatması deyin, her ne derseniz deyin. Özellikle de tanınmış/şöhret sahibi olan kadınların sanki başka şansı yokmuş gibi bu baskıya boyun eğmeleri, bazen de gönüllü olmaları bana hüzün verici ve trajik geliyor.
Devasa bir tıp ve kozmetik sektörü, sadece ülkemizde değil bütün dünyada özellikle de Avrupa merkezli ve onların ayak izlerini takip eden gelişmekte olan ülkelerde, genç ve güzel kalmak isteyenlerin hizmetinde. Onları nasıl “genç ve güzel” tutarız diye ellerini ovuşturuyorlar. Hayır cümleyi yanlış kurmadım, doğru okudunuz, “ellerini ovuşturuyorlar”. Aslına bakarsanız onların sizin güzelliğiniz, güzel kalmanız umurlarında bile değil. Onlar uyandırdıkları algı üzerinden banka hesaplarını şişirme derdindeler. Kaldı ki sadece hanımlar değil erkekleri de metroseksüel diye bir tabir uydurup bu kategoriye girmeye özendirerek, sizin neyiniz eksik güzel olmak, bakımlı olmak sizin de hakkınız diyerek ürettikleri hizmet ve ürünlerin tüketicisi olmaya teşvik ediyorlar. Misal ülkemiz üniversitelerinde tıp uzmanlığı alanında en çok tercih edilen meslek branşının dermatoloji uzmanlığı olması, sizin sıkıntınıza derman olmak için mi sanıyorsunuz? Peki, bu uzmanlardan neredeyse tamamı, on uzmandan dokuzu hanımlardan oluşuyor desem, ne dersiniz? Ahh, evet bir de plastik cerrahlar var tabii sonra estetik uzmanları, diyetisyenler ordusu…
Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun.
Bu sözü webte aradığımda James Dean’in bir filminde kurduğu cümle olarak karşıma çıktı. Nitekim gerçekten de hızlı bir yaşam süren sanatçı yirmi dört yaşında trafik kazasında vefat etmiş. İlahi tecelli mi demeliyiz bilemedim. Ama insan kurduğu cümleye dikkat etmeli, dua niyetine geçer diye düşünmeden edemedim doğrusu.
Bu aşamada bir başka aforizma takıldı zihnime: “Hız ve haz çağında yaşıyoruz.” Yaşadıklarımızda bunu doğrular nitelikte bence, baksanıza çekilen bütün filmler, söylenen bütün şarkılar, neredeyse bütün sanat dalları, bütün medya mecraları bu duyguyu parlatmak için amansız bir yarış içindeler. Günümüz dünyasında, tamamen görsel ve tensel güzelliğe odaklanmış bir reklam sektörü ve dijital medya taarruzu altındayız. Çıplaklık ve buna eşlik eden cinselliğin neredeyse her türü kutsanıp, inanan insanların mahremiyet duygusu ile alay ediliyor. Hele de yaz geldiğinde, sokaklarda kafamız yerde nazar ber-kadem zikri çeken Nakşi dervişler gibi yürüyoruz.
Ölüm bahsini bir kenara bırakacak olursak, ki mezarlıkları kentin dışına atarak bunu kısmen hayatımızdan çıkardık, hızlı yaşamak, günümüzde sadece gençlerin değil neredeyse her yaştan modern insanın yaşam felsefesi haline geldi desek yeridir. Cesedin bile yakışıklı olmasına yapılan vurgu dikkatinizi çekmiştir. Ölüm duygusunu ikinci plana iterek yakışıklı olma vurgusu yapan, manevi güzellik kavramına sırtını dönmüş, bedensel estetiği yücelten bir medeniyet perspektifi, kültür empozesidir zihnimize zerk edilen.
Modern dünya, kapitalizm ve onun rafine hali liberalizm, bizleri türlü yöntemlerle kendi ürettiği kıbleye doğru zorluyor, mutmain olmuş bir nefs hedefine sırtını dönmüş, kusursuz bir beden idolüne doğru koşar adım hızla yürüyor. Kaşımızın üzerindeki küçük bir sivilceye bile tahammülümüz yok. Yüzümüzde gün boyu makyaj malzemelerinden mürekkep bir maskeyle dolaşıyoruz. Bütün uzuvları tam, fiziksel noksanlardan münezzeh, bir adım ötesi ölümsüzlüğe yürüyen, dönüp dönüp bakılan Prometheus hayallerimizi süslüyor. Kendisi Tanrı dağından ölümsüzlük ateşini çalmaya gitmiştir.
Hız bahsine tekrar dönecek olursak. Özellikle şehir ahalisinin yavaşlığa asla tahammülü olmadığı malumunuz. Herhangi bir nedenle oluşmuş kuyrukta sırayı baypas etmeyi marifet sayan yayalardan, yollarda emniyet şeridini kendine tahsis edilmiş tercihli yol rahatlığıyla kullanan şoför magandalarına kadar her gün yüzlerce kişinin sabırsız pervasızlığına şahit oluyoruz. En masumumuzun otobüs beklerken on dakikaya tahammülü yok. Yemek bir an önce masamızda olmalı, çay servisi için garson hazır kıta uzakta işaretimizi beklemelidir. Oysa suyun akışı gibi hayat bazen hızlanmalı bazen yavaşlamalı değil midir? Kutlu Elçi’nin tavsiye ettiği üzere sadece vakti gelen namaz ve vakti gelen genci evlendirmek gibi hayır işlerde acele etmeli değil miyiz? Oysa en yavaş olduğumuz anlar da bu acele edilmesi tavsiye edilenler sanki.
Sözün başına dönecek olursak. Biraz yavaşlayalım sevgili okuyucu, “ruhumuz geride kaldı”. Ruhsuz bir bedene insan demek kâbil değil. Geçen hafta sonu istişare kampı için gittiğimiz öğrenci yurdunda (görme engelli) bir toplulukla karşılaştık. “Ne güzel sizin gözleriniz günaha kapalı bize dua edin” dediğimizde içlerinden bir genç “ama hocam bizim de kulaklar radar gibi” dedi. Anladım ki insanı günahtan koruyan göz değil. Bir diğer gence bu görme duyusunu kaybetmekle nasıl baş ettiğini sordum. O da, “hocam çok şükür gönül gözümüz açık” dedi. Ölüm bahsine gelince, cesedin yakışıklı olması ne boş bir temenni. Zira yanımızda götürdüğümüz güzel amelden başka nedir?