Oysa Afrika; eski topraklar, işte o eski dünya. Yerleşik yani, asıl belki, eski işte, dünyanın en eskisi, eski yerlisi, sahibi belki!
Zehra TUNÇ
İMH Genel Sekreter Yardımcısı

Sosyal medyaya yazdığım fotoğraf altı yazılardan birinde ‘cesaretin kökeninde ya cahillik ya da kaybedecek bir şeyi olmamak vardır belki’ diye yazmıştım. Belki de Afrikalıların kaybedecek çok şeyleri olduğu için cesur olamadılar? Ya da cesaretin ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Kim bilir?
Sahi, Afrikalılar sömürgeyi neden kabul ettiler?
Fazla tevazu kibirdendir yahut fazla tevazu vasat insandan nasihat dinlettirir. Peki, nedir bunun normali? Hiç tevazu zaten kibir, e fazlası da kibirden madem? Nasıl olacak da olacak? Ve hiçbirimiz bırakalım vasat insanı, hiç kimseden nasihat dinlemek istemeyiz. Ama kibirli görünmek de istemeyiz.
Tevazu deyince kelimenin kökeni hep sanki Arapçadaki “wuduu” yani “abdest” kelimesiyle kardeşmiş gibi gelir bana. Abdest nasıl azaların asgari temizliği ve ibadet için bedeni temizleyen en duru eylem ise, sanki tevazu da hislerimizin abdesti, olabilir mi? Neden olmasın?
Viyana’da öğrenci olduğum yıllarda da bu kavram ile uzun uzun uğraştığım, adeta kafaya taktığım doğru. Hatta hoca bir ödevimizde ahlakî bir terimi modern bir öğretim metoduyla anlatın diye ödev verdiğinde yine bu bahsi seçtiğim de doğru. Evet, tevazu ahlâkını öğretim metotlarından “deney” ile anlatmayı seçmiştim. Hoca biraz şaşırdı. Bunu deneyle nasıl anlatabilirdim, oysa cevap o kadar basit ki. Kur’an’da Âdem ve şeytan anlatılırken birinin tevazuu diğerinin kibri anlatılır ve birinin topraktan diğerinin ateşten yaratıldığı. Deneyi sakın evlerinizde denemeyin çocuklar ama bilin; kibirden yükselen ateşin yakıcılığını her zaman tevazudan yere serilmiş toprağın serinliği söndürür! …
Siz siz olun, adımlarınız ve aklınız sadece yükselme heyecanına kapılıp da uçup gitmesin, ruhunuzu toprağın serinliği, dinginliği ve verimliliği ile besleyin.
Allah ayetinde ‘yeryüzünde böbürlenerek yürümeyin’ diyor. ‘Bastığında toprak senden incinmesin’ diyor yani; toprak incinmesin, Âdem?
Peki, hakikaten; Afrika neden sömürülmeyi kabul etti?
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Peki, doğru söylemeyi tercih etmezsek? O zaman ya saklayıp üstünü örtmek lazım, geçiştirmek belki, ya da yalan söylemek… Allah bana kul hakkı ile gelmeyin diyor; peki dürüst değilsek, bu kul hakkı ihlali değil midir? Müslüman olduğunu iddia eden herkes dürüstlüğü ile bunu ispat etmeli değil mi? Sözlüğe baktığımda kâfir; ‘bir şeyin üzerini örten’ anlamıyla bana cevap veriyor ama ne zihnim ne de hislerim bunu kabul etmek istiyor, çünkü o Müslüman ve ben ona güvendim. Peki eminsem? Artık bütün hislerimi ve düşüncelerimi ona emanet edebilirim… (yapma, bunu sakın yapma, silah patladığında suçlu sen olacaksın! Ve sürekli ve sürekli ve hep.)
“İnsan kısım kısım, yer damar damar” dedi, “iyi ki de öyle” … Oysa dünyada başarmamız gereken sadece dürüstlük, ihlâs. Allah bizi daima görüyor, peki biz O’nu?
Afrikalı sömürgeyi kabul etti çünkü ‘…’. Zihninizdeki cevapları merak ediyorum evet!
Çalışkan, dürüst, ahlaklı, en çok da ikram etmeyi sever; bilir çünkü karşısındaki kendinin aynısı, aynası! Kabul; ton farkıyla… belki de manipülasyon işte tam da böyle başladı. Önce ısrar ve ikna, ‘iyisin, iyisin evet, sen daha iyi ol istiyorum. İnan seni sevdiğime ve sana değer verdiğime…’ laf! Ama nereden bileceğiz? Gerçek mi, değil mi? Hep bir güven zedelenmesi… Hep yeniden besmele ama hep zihin karıncalanması. Tek kanallı televizyonlarda yayın sona erince dakikalarca kapılıp izlediğim ve gerçekten karınca yürüyor sanıp kapatmaya kıyamadığım o ekran dipdiri şuramda; kursağımda, üstelik onu kıskandığımı sanıyor, dudağımın sağ köşesinde kırık bir tebessüm… evet evet hepsi ama hep yeniden iman. Aksine inanmak istemiyor Afrikalı belki?!
Hepsi kabul, hepsine peki… Ama yine de niye kabul etsin ki Afrikalı sömürülmeyi?
Ne kadar da saf, ne kadar da çabuk ikna olmaya müsait; nahif, sade, sıradan, basit. Eğer bir Afrikalı isen yüreğine sahip çıkmak zorundasın! Bunu salt akılla yapmayı başarmak mümkün mü, sanmıyorum. Allah’ı görüyormuşçasına! Aslına bakarsanız Habeşli Bilal’den bugüne hiçbir Afrikalıyı gücendirmek değil niyetim, ama işte merak bu ya; o kafesin içinde sergilenmeyi niye kabul ettiler? Orta Afrika’nın başkenti Bingui’de neden, neredeyse hiç Müslüman kalmadı? Bugün hâlâ içmeden güne başlayamadığımız o mis kokulu kahveyi bin bir emekle toplayıp yok paraya satmayı niye kabul ediyorlar? Ya da çikolata? Hatta dünyada üretilen altının yarısından fazlası, elmasın neredeyse tamamı Afrika’da üretiliyor, zengin ve dünyaya hükmeden olabilirlerdi belki. Yağmur ormanları, Akdeniz iklimi… Kazınca, en çok on metre derinden çıkabilen suyu bulma motivasyonu neden yok oralarda?
Oysa Afrika; eski topraklar, işte o eski dünya. Yerleşik yani, asıl belki, eski işte, dünyanın en eskisi, eski yerlisi, sahibi belki! Peki, ama neden?
Her neyse sonuç olarak Afrikalı sömürülmeyi kabul etti…
Kardeşim evlendiğinde yedi gün Fas’ta kaldık. Evde ayakkabı ile geziliyor, camiler vakit namazları dışında kapalı, konuşulan dil Fransızcaya evrilmiş tuhaf bir Arapça, sabahları ekmek almak için bile açık bir market veya fırın bulmak imkânsız, herkes uyuyor, hanımlar 785 kilo makyajlı, herkesin başı açık ama arabaya biner binmez Tarkan yerine son ses Kur’an’ı Kerim çalınıyor. Annem yedi gün boyunca tüm itirazlarıma rağmen karşılaştığı her Faslıya sömürgeyi neden kabul ettiklerini sordu, üstelik sadece beden diliyle. Herkes anladı onun aslında ne demek istediğini fakat cevaplar hep kaçamak ve hatta şöyle bir soruyla karşılık verildi: Siz Müslüman olduğunuzu söylediğiniz halde inandığınız kitabı neden hiç anlamadığınız bir dilde okumayı kabul ettiniz?
Sömürgeciler, sömürdükleri insanlardan daha üstün olduklarına inanırlar ve karşılarındaki insana bunu kabul ettirirler.
Afrikalı sömürgeyi kabul etti, peki biz neyi, niye kabul ettik?!