Japon Kalbi, Türk Şiiri

Şiiri okuduğumda kalbimde bir rüzgâr esti. O Anadolu rüzgârı, benim anılarımda sonbaharın son demlerini yaşayan Kyoto dağlarına ulaştı ve ağaçların yapraklarını gökyüzüne uçurdu. Süleyman Çelebi bana, Japon estetiğinin özlü cümlelerle ifade edilen renkli duygularını hatırlattı.

Naoki Kayyım YAMAMATO

Dr., Marmara Üni. Türkiyat Araştırmaları Ens.

Türk şiiri Japon kalbine su gibi akar, duygularımızı ise alev gibi sarsar. Zira Türkler ve Japonlar olarak üzerinde bulunduğumuz manevi toprak çok benzerdir ve Türklerin o canlı hissiyatları bize, tarihin karanlığına bıraktığımız değerleri hatırlatır.

Japonya’nın en eski şiir antolojisi Manyoshu‘nun ortaya koyduğu üzere Japonlar da bir “şiir milletidir.” İmparatorlardan tutun da memurlar ve çiftçilere kadar çeşit çeşit insan, mutluluğunu, üzüntüsünü, aşkını, kıskançlığını ve diğer birçok duygusunu şiirle ifade etmiştir. Sadece Manyoshu ve Kokin Waka Shu değil, aynı zamanda Ryojin Hisho’daki avam halkın popüler şiirleri ve Matsuo Basho ile Kobayashi Issa’nın ünlü haikuları da Japonların nasıl canlı duygular taşıdığını göstermektedir.

Ancak ne yazık ki bugün Japonya’da, Klasik Japon Edebiyatı’nın müfredatta yer almasının gereksizliği sık sık tartışılmaktadır. Klasik edebiyat eğitimine karşı çıkanlar, Klasik Japon Edebiyatı’nın kariyer adına faydasız ve yararsız olduğunu savunmaktadır. Gerçekten de okul eğitiminde, Japon klasikleri yalnızca üniversite giriş sınavlarına yönelik ezber bilgi olarak sunulmaktadır. Ben de Japon klasiklerini, eski Japonca dil bilgisini ve şair isimlerini yalnızca ezberlenecek birer metin olarak öğrendim. Haliyle bu çeşit bir bilgi öğrencilere ne ilham verebilir ne de onları şaşırtabilirdi. Eğitim böyle devam ederse, Japon halkı kendi mirasını yakında tamamen geçmişe gömecektir.

Ancak bu, şiirin kendisinin değil eğitim sisteminin başarısızlığıdır. Şiir esasen uzak geçmişi uzak geleceğe bağlar ve kilometrelerce ötedeki diğer halkları anlamayı sağlayacak manevi bir derinlik getirir. Nasıl mı?

Doğrusu ben de uzun zamandır şiirin sahip olduğu bu güzelliği unutmuştum ama tasavvuf üzerine çalıştığım zamanlar, Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i ile karşılaştım ve aşağıdaki şiir beni çok etkiledi:

Bir kez Allâh dese aşk ile lisân 

Dökülür cümle günâh misl-i hazân

Şiiri okuduğumda kalbimde bir rüzgâr esti. O Anadolu rüzgârı, benim anılarımda sonbaharın son demlerini yaşayan Kyoto dağlarına ulaştı ve ağaçların yapraklarını gökyüzüne uçurdu. Süleyman Çelebi bana, Japon estetiğinin özlü cümlelerle ifade edilen renkli duygularını hatırlattı. 

Japon edebiyatının önde gelen akademisyenlerinden Donald Keene, Japon estetiğini dört özellik üzerinden tanımlar: İma, basitlik, düzensizlik ve geçicilik. İma; muğlak veya özlü bir dil kullanarak kelimelerle ifade edilemeyen sahne ve duyguları işaret etme sanatıdır. Örneğin, Heian dönemi şairi Fujiwara no Kintou’ya göre şiirin nihai amacı, kelimelerin ifade gücü bittikten sonra kelimelerin ardında kalan “duygu kokusunu” ifade etmektir. Fujiwara aşağıdaki şiiri buna örnek olarak sunmuştur:

ほのぼのと あかしの浦の 朝霧に 島隠れゆく 舟をしぞ思ふ

Honobono to Akashi no ura no asagiri ni shima gakureyuku hune woshizo omou

 Akaşi sahili sabah ışığıyla yavaş yavaş aydınlanıyor.

Sahildeki sabah sisinin içinde,

Teknenin adanın arkasına geçip gözden kayboluşunu

İçten gelen bir duyguyla izliyor.

(Kokinwakashu)

Bu şiirde teknedeki kişinin veya tekneye bakanın kimliği belirsizdir. Yine de gemide yazarın sevdiği biri vardır. Denizin ortasında tek başına ilerleyen tekne; yalnızlığı, üzerindeki sabah sisi ise “o kişiyi” bir daha görüp göremeyeceğimizin muğlaklığını temsil etmektedir. Akaşi Boğazı’nın soluk mavi sularını ve üzerindeki ince sis perdesini temaşa eden her Japon, şairin şiirde kullandığı unsurların (tekne, sis, boğaz) sevdiğinden ayrı düşmüş bir kalbin taşıdığı endişeyi ifade etmek için en doğru temsiller olduğunu anlar.

Japon estetiğinin bir diğer önemli kavramı da geçiciliktir. Japonlar hakiki güzelliği tamamen açmış çiçeklerde değil, dallarını terk edip yere düşmek üzere olan çiçeklerde bulurlardı. Yoshida Kenko şöyle der:

Bir çiçek yalnızca tam açtığında mı, ya da ay yalnızca bulutsuz olduğunda mı gerçekten güzeldir? Hayır, değil.

Yağmurun düşüşünü izleyerek görünmez ayın özlemini çekmek ya da perdeleri indirip içeride kalarak baharın gelip geçtiğini hayal etmek kalbe zengin duygular getirir.

Açmak üzere olan tomurcuklarda ya da çiçeklerin dökülüp solduğu bir bahçede bulunabilecek çok fazla gerçek güzellik vardır.

(Turezure-gusa)

Japon estetiği Batı sanatında önemli yer tutan “doruk noktaları” ile ilgilenmez. Bunun nedeni, mükemmelliği simgeleyen dolunay ve hâl-i hazırda açmış çiçeklerin insan yaratıcılığına yer bırakmamasıdır. Japonlar, daha ziyâde tomurcukların kiraz çiçeklerine dönüşme olasılığını, solmuş çiçeklerde ise kâinatın geçiciliğini görüyorlardı. Başka bir deyişle; güzelliğin özünü mükemmellik övgüsünden ziyade mükemmellik arayışı ve kusurluluğu kabul etme süreci olarak anladılar.

Başa dönersek, Süleyman Çelebi’nin şiirini okuduğum vakit Japon estetiğinin bu metaforlarını ve geçicilik felsefesini hatırladım.

“Kim Allah’ı aşkla zikrederse, tüm günahlar sonbahar mevsiminde dökülen yapraklar gibi affedilir.”

Yazar sadece “sonbahar gibi” diye tarif etmişse de bu tabir eksik değildir. “Bütün günahlar düşer” cümlesiyle birlikte kullanıldığında, bu iki ifade zihnimde yaprakların rüzgârla birlikte yavaşça döküldüğü sonbahar sahnesini canlandırıyor. Dahası şiir, sonbaharın dökülen yapraklarını sadece insanın kırılganlığı ve kusurluluğundan kaynaklanan hataların sembolü olarak kullanmıyor. Yazar, ilahi merhametin büyüklüğünü yüksek dağlarda ya da açmış çiçek tarlalarında değil, ağaçlardan düşen kırılgan ölü yaprakların hareketi ile tasvir etmiştir. İşte Süleyman Çelebi’nin bu kısa ifadesinin ardında, zengin bir tasavvur ile ölü yaprağın kırılganlığında ilahi hikmeti gören Anadolu estetiğini buldum.