Mevlidi Süleyman Çelebi Hazretleri*

Âhir ömürlerine kadar bu hizmet-i aliyyeyi ifa etmiştir. Şehzâdegândan Süleyman Çelebi dahi Hazreti nâzım-ı muhterem hakkında pek büyük iltifatlar gösterdiğini âsâr-ı eslâf bize bildirmektedir.

Hüseyin VASSÂF

Hazırlayan: Ahmet GEÇER


Her ne zaman mevlid-i şerif cemiyetinde bulunmuş olsam manevî bir zevke nail olurum. Bu sebeble Mevlid-i Süleyman Çelebi kuddise sırruhu hazretlerine karşı kalbimde büyük bir muhabbet vardır. Bir vakitler gerek kendi terceme-i hâli gerek manzume-i mergubesi hakkında tedkikât ve tetebbuâtta bulunmuş idim. Cem ve telfîk edebildiğim malumâtı, risale-i muteberenizin meslekine muvâfık olması itibariyle; belki neşredersiniz ümidiyle yazdım ve taraf-ı âlilerine gönderdim. Şerefhulul etmek üzere olan mâh-ı rebîulevvel hasebiyle neşrinde münâsebet de bulunabilir.

Süleyman Çelebi[1] Hazretlerinin telifine hâmerân-ı gayret olduğunu manzûme-i mergûbe-i mevlid-i şerif filhakika tanzîr ve taklîdi, gayr-i kâbil âsâr-ı makbûledendir. Dört yüz seneden beri fuzala-yı Osmaniye tarafından vilâdeti amîme-i meymene Hazreti risâletpenâhi hakkında lisân-ı türkî üzre lâ yuad (sayısız) âsâr-ı bergüzîde keşide-i silk-i tazîm ve tekrîm kılınmış fakat hiçbiri Süleyman Çelebi Hazretlerinin manzûmesi ka’bına vardıramamışdır.

O şeref ve rağbeti, ancak o nâzım-ı muhterem kazandı. Büyüklerin biri Süleyman Çelebi Hazretlerinin manzûme-i aşıkânesi hakkında bu hakikatı isbaten:

Dört yüz seneden beri efâzıl

Bir söz dimedi âna mümâsil

Tanzîrına çok çalışdı yârân

Kaldı yine bikr-i misl-i Kur’ân

buyurmuştur ki sözündeki isabet, aşikârdır.

Bu zat-ı muhterem, cidden âşık-ı sâdık ve fazilet ve marifet-i zâtiyesiyyle meşhurdur. Nâzm-ı bedî’inde o kadar esrâr ve hakâyık, o kadar nükât ve dekâyık cem eylemişdir ki insan, nazar-ı hakikât ile bakacak olursa o âşık-ı sâdık-ı nebeviyyenin irfanına meftûn ve vüs’at-i tasavvur ve azamet-i tahayyüldeki iktidarına hayran olur.

Mevzûnun derece-i ulviyesini beyanda lisânın kâsır olduğu:

Şeş cihetten ol münezzeh zülcelâl

Bî-kem ü keyf âna gösterdi cemâl

Bî-huruf u lafz u savt ol Padişah

Mustafa’ya söyledi bî-iştibah

ebyat-ı latîfesi tarz-ı beyanındaki sanat-ı rakîke doğrusu Hazreti nâzım-ı muhtereme mahsûsdur denilebilir. Süleyman Çelebi Hazretleri cennetmekân Yıldırım Bayezîd Hân hazretleri zamanında yetişmiştir. Lisân-ı Osmanî’nin henüz teşekkül ettiği bir zamanda menkıbe-i mebrûkeyi nazma muvaffak oluşu, hakikaten havârık-ı muvaffakiyâtdan madûd olabilir.

Vücuduyla iftihar olunacak bir muharririmizin tedkikine göre iktidar-ı nazm ve şâiriyet, Süleyman Çelebi Hazretlerine, büyük pederleri Şeyh Mahmud nam zattan intikal etmiştir. Sultan Orhan Hazretlerinin şehzadesi Alâeddin Paşa, bir emel-i ulvi-i fâtihâne sevkine ittibâen bir mikdar guzât-ı kirâm ile ilk defa Rumeli’ye geçdikleri zaman Şeyh Mahmud, tehniye-i gaza niyetiyle şehzade-i müşarün ileyhe gönderdiği duânâmeye:

Velâyet gösterip halka, suya seccade salmışsın

Yakasın Rum ilinin, desti takva ile almışsın

beytini derç etmiş ve kendisinin nazma muktedir olduğunu göstermiştir.

İşte Süleyman Çelebi Hazretlerinin ceddi, bu zât-ı mükerremdir. Onun mahdûmu İvaz Paşa olup Süleyman Çelebi ile meşhur şairlerimizden Atâî merhumun pederleridir.

Hazret nazım muhterem, Bursa’da ziynet-i sâz-ı âlem-i şuhûd olup mebâdi-i ve makâsıd-ı ulûm-ı akliye ve nakliyeyi Bursa’da tahsil etti.  Zamanının fuzalâsı sırasına geçti. Zühd ve takvada ileri gitti. Salah-ı hali, fazl-ı irfânı şayi olunca müşarun ileyh Alâeddin Paşa’nın necl-i necîbleri Süleyman Paşa kendine yâr-ı cân etti. Hatta bu delaletle Yıldırım Bayezîd Hân Hazretleri’nin şeref-i sahâbet ve iltifatına bile nâil oldu. Nihayet Dîvân-ı Hümâyûn’a imam olup hayli zaman bu hizmet-i şerifede bulundu.

Hâkân-ı müşârün ileyhin damad-ı muhteremleri nokta-i daire-i kemal, kıdve-i ricâl (Seyyid Mahmud Şemseddin en-Neccârî) nâm Emir Sultan kuddise sırrühu’l-mennân Hazretlerinin bu sırada şeref-i sohbet-i aliyyelerine nâil olarak berekât-ı hüsn-ü nazar ve terbiyeti ile de perverşiyâb feyz ü kemâl ve dâhil-i zümre-i ehli-hal olmuşdur.

Yıldırım Bâyezid Hân Hazretleri’nin irtihallerinde Emir Sultan’ın emirleriyle Bursa’da Ulu Camii Şerif’e imam oldular.

Âhir ömürlerine kadar bu hizmet-i aliyyeyi ifa etmiştir. Şehzâdegândan Süleyman Çelebi dahi Hazreti nâzım-ı muhterem hakkında pek büyük iltifatlar gösterdiğini âsâr-ı eslâf bize bildirmektedir.

Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Tezkire-i Latîfî’de şöyle nakl olunur ki: Menkibe-i mevlid-i şerif manzume-i mübârekesinin tertîb ve tanzîmine bir hâdise-i garîbe sebeb olmuştur. O zaman Bursa’da vâizin biri esnâ-i vaazda esteîzü billâh (لا نفرق بين احد من رسله ) âyet-i kerîmesini[2] tefsir sırasında, bu âyet-i celîle mûcebince ben Nebiyyi âhiruzzaman’ı, sâirinden tafzîl etmem, demesiyle dinleyiciler arasında ulemâ-yı Arabdan bir zât-ı âlî-kadr tarzı ifadeden müteessir olarak delaîl-i kâtıa ve berahîn-i sâtıa ile vâiz-i merkûmu ilzâmen “Bu babda izâle-i cehl idememişsiniz, ilm-i tefsirde noksânınız vardır, âyât-ı kerîmenin nâsihinden mensûhundan müşâbihinden gâfilsiniz, ‘Rusul beyninde (Peygamberler arasında) fark yoktur’ demekten maksad-ı ilahi (Allahu âlem bi muradihi), emr-i risalet ve hususi nübüvvetdedir, yoksa merâtib-i fazîletde değildir. Eğer âyeti kerîmenin manası min cemîi’l-vücuh demek olsaydı, esteîzü billah [3](تلك الرسل فضلنا بغضهم علي بعض)  buyurulur muydu.” deyip vaizi susturmuştur. Câhil vaizin şu hali Bursa’da şüyu bulunca keyfiyet Süleyman Çelebi Hazretleri’nin samia-i ıttılaına vâsıl olmasıyla pek müteessir olup Seyyidü’l-enâm ve Afdal-ı enbiyâ-yı kirâm aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretleri’nin ulüvv-i kadr risâletpenâh-ı ekremîlerinden bâhis olmak üzere suret-i velâdet-i cenâb-ı nübüvvetpenâhîlerini ve mu’cizât-ı celile-i ahmediyelerini musavvir olan manzûme-i makbûleyi irticâl ve isti’câl ile tertip ve tanzîm ve şu âlemde ibkâ-yı namına da hizmet etmek üzere kütüphâne-i aşk ve irfâna yadigâr olarak tevdî eylemiştir.

Hakkında Âlî merhum şu satırları yazar:

“Süleyman Çelebi mevlid-i nebi hizmetini kendüye lazım etmiş; el-hak güzel bir kitap yazmıştır ki lisân-ı kalemde beyân-ı rakama gelmesi bir saat-i saîdde vuku bulup belki ekser kevakibin burc u şarkda iktirânına rast gelip sâl-be-sâl nice bin mecâlis-i ve vâcibü’l-iclâlde okunur. El-hak müessir edalar ile nazm eylemiştir. Nice mevlid-i nebiy-yi manzûm dahi vardır, lakin birisi ne ele alınır, ne kimsenin gözüne dokunur. Süleyman Çelebi ise menkıbe-i mevlid-i şerifini güya ki talîm-i Rûh-u kuds ile söylemiştir.”

Filhakika öyledir. Bu yoldaki asârın en makbulü, en beliğidir.

Hem sekiz yüz on ikidir tarihi

Burusa’da oldu tamam bil ey ahî

tarih-i inşâdını gösterir ki beş yüz küsur seneden beri eyâdi-i ihtirâmda olduğu müstebân olur.

Abdullatif Gazzi Hazretleri’nin Kıble-nümâyı Ka’betü’l-Uşşak nam eser-i mergûbunda kerâmât-i aliyye ve ahvâl-i acîbelerinden bahs olunduğu gibi mukarreb-i hazreti nebevi olduğuna mahz-ı tevfîk ve feyz-i ilham ile yazılmış olan eser-i dil-pezîri burhândır.

Nezd-i celîl-i peygamberîde mazhar-ı kabûl-ü tâm olduğuna, asırlardan beri bunca manzumelere hakk-ı rühcâna mâlik olmasıyla kanaat hâsıl olur.

Süleyman Çelebi Hazretleri’nin bu manzume-i mübârekesi az vakit zarfında şöhretgir-i âfâk-ı âlem olup her taraftan teberrüken okunmağa başlanmış ve hoşnudi-i cenab-ı nebeviyyeyi isticlâbe vesile olsun ümîd-i şefaathâhânesiyle ihtiyâr-ı tekellüfât olunagelmişdir.

Bursalı Rıza Efendi merhum nüsha-yı sahîhasını elde ederek tab ettirmiş ve bu hizmeti, erbab-ı aşk-u muhabbet nezdinde pek kıymetli görülmüştü. Zira müstensihlerin sehvinden kurtulamayan bu eser-i celîle, zaman zaman çok şeyler ilave olunarak hemen hemen aslını gaib edecek raddeye gelmiş idi.

Ey Hüdâ’dan lütf ü ihsan isteyen mevlid-i pâk Resulullah’a gel

kasidesi, mevlid kitaplarının baş tarafına yazılmış ise de bunun nâzımı, 1207 senesinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eden ve şiirde (Vâlî) tahallüs eyleyen Kazasker Abdurrahman Efendi olup Süleyman Çelebi Hazretleri’nin değildir. Bir de hazret-i nâzım-ı muhterem, irtihâl-i nebevîyi musavvir hiçbir şey yazmamıştır. Bu ve emsâl şeyler, sonraları başkaları tarafından ilave olunmuştur. Zaten dikkatlice okunursa kendiliğinden tezahür eyler.

Bu manzume-i makbûlede çok rumûzât-ı latîfe vardır.  Onlara husul-i ıttılâdan sonra okunur veya istimâ olunursa neş’e-i kâmilenin zuhuru şüphesizdir. Kulak dolgunluğu ile şöylece dinlemek başka, esrâr-ı meâni-i dakîkaya vukûf hâsıl ederek dinlemek yine başkadır.

Can kulağıyla dinlerken terk-i hayât-ı müsteâr eden âşıklar da görülmüş ve işitilmiştir.

Hazret-i nâzım-ı muhterem, azm-i âlem-i lâhût eyledikte kitab-ı aşk vücudları Bursa’da Çekirge’ye yakın bir mahalde ihzâr olunan mahfaza-i kabre konulmuş. Kaddesallahü sırrahû ve nefanallâhü bi-berekâtihi ve füyûzâtih, âmin.

Mükerreren ziyâret-i şerîfine mazhar olduğumdan dolayı hamd-ü şükr ederim.

Kabr-i şerîfinin üzerinde demir parmaklıktan bir kubbe ve etrafında şebeke olup mezar taşında şöyle yazılıdır:

(Manzûme-i menkıbe-i velâdet-i nebeviye aleyhisselam vettahiye müellifi Süleyman Efendi Hazretleri’nin merkad-i müteberrekidir. Aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân, rûh-ı pürfütûh-i âlîlerine lillâhi teâle’l-fatiha)


[1] Yazarın notu:

“Hazret-i nâzımın zamanında efendi birine, “çelebi” ifadesi kullanıldığı tarihen anlaşılıyor. Bir eserde gördüm ki: Çelebi, çeleb ile yâ-yı nispetten mürekkebdir. Çeleb, Türkmen lisanında esmâ-i hüsnâ-yı Rahmân’dan bir isimdir. Şu halde çelebi denildikde; şer-i nebevîyi âlim, umûr-ı dîn-i mustafavîyi ârif, ilim ve amelde kâmil olan zat olduğu anlaşılır. Ve çelebi, salâh-ı âmâl ve sıfât-ı ilm ü kemâl ile muttasıf olan her zevât-i kirâma ıtlâk olunur imiş.”

[2] Bakara, 285. “Allah’ın elçisi ve müminler, rabbinden ona indirilene iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandılar. ‘O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız’ ve ‘İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz rabbimiz, gidiş sanadır’ dediler.”

[3] Bakara, 253. “O peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Allah içlerinden bir kısmıyla konuşmuş, bir kısmını da derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu Îsâ’ya açık deliller verdik ve onu Rûhulkudüs’le destekledik. Allah dileseydi elçilerin ardından gelen insanlar, kendilerine bunca açık delil geldikten sonra birbirine düşüp savaşmazlardı; lâkin farklı yollara yöneldiler. Bu sebeple kimileri iman etmiş, kimileri de inkâr etmişlerdir. Allah dileseydi aralarında savaşmazlardı fakat Allah dilediğini yapar.

*Sırât-ı Müstakîm (25 Şubat 325 sayı: 79 4. cilt)

[1] Sırât-ı Müstakîm (25 Şubat 325 sayı: 79 4. cilt)