Bizim kültürümüz, şiir kültürüdür. Şiir her nesneye, her insana işlemiştir. Anadolu’da mektep medrese yüzü görmemiş insanlar, hem şiir söylerler (kendi şiirlerini söylerler) hem de şiir okurlar (çevrelerinden öğrendikleri şiirleri okurlar). Şiirimiz, irfan ve tefekkür yüklüdür.
Mustafa ÖZEL
Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Bir gez Allah dise ışk ile lisân
Dökülür cümle güneh misl-i hazân*
Aşk. Hazret’in ölümsüz eserinin vücut bulmasını açıklayabilecek tek kelime, aşk olsa gerektir. Peygamber aşkı. Yaşanan olumsuz, can sıkıcı hadiselerin olumlu sonuçları da olur, Vesîletü’n-Necât örneğinde olduğu gibi. Tarihî rivayetlerde görüldüğü üzere, camideki vaiz eğer Son Kutlu Elçi Efendimiz (s.a.v.) hakkında o yakışıksız, nahoş, cahilâne sözleri sarf etmeseydi, bu gün o muhalled eserden mahrum kalmış olacaktık. Olanda hayır vardır.
*
Eser. İnsanlık tarihi, eserlerle doludur; edebî eserlerle, mimarî ve sanat eserleriyle. Bunlar içinde günümüze ulaşanlar, genellikle dinî eserlerdir. Din, mensuplarını hayatın her sahasında harekete geçirmiş, varlığını, mensuplarının ürettiği eserlerle kalıcı kılmıştır. Dine dayalı olarak üretilen her eser, nitelikli değildir. Ancak nitelikli eserler, çoğunlukla dinî saiklerle ortaya konan ürünlerdir. İnsanlık tarihindeki bu ortak özellik, pozitivizmin, yani din karşıtlığının ortaya çıktığı 19. yüzyıla kadar böyleydi. Şu an tüm dünyada yaşanmakta olan, ârızî bir durumdur. Unutmayalım: “Her şey aslına döner.” Peki bu yargımızın dayandığı esas, temel nedir? Samimiyettir bu, içtenliktir; İslamî terminolojiyle söyleyecek olursak, ihlâstır. Süleyman Çelebi’yi ve mevlidi Vesîletü’n-Necât’ı, o kadar eser, o kadar şair arasında zirveye yerleştiren, ihlâstan başka ne olabilir ki! Kalıcı olan, hâlisâne olandır.
*
Şiir. Bizim kültürümüz, şiir kültürüdür. Şiir her nesneye, her insana işlemiştir. Anadolu’da mektep medrese yüzü görmemiş insanlar, hem şiir söylerler (kendi şiirlerini söylerler) hem de şiir okurlar (çevrelerinden öğrendikleri şiirleri okurlar). Şiirimiz, irfan ve tefekkür yüklüdür. Sevincimizi acımızı, neşemizi hüznümüzü, doğumumuzu ölümümüzü hep şiirle dile getirmişizdir. Tarihte birçok konuyu, birçok bilgiyi nazmen, şiirle anlatmışızdır. Vesîletü’n-Necât, bir şiirdir, edebî bir metindir, biçim olarak mesnevidir. Ancak bir şiirden çok fazlasıdır. İçinde Kur’an-ı Kerim’i, hadis-i şerifleri, tarihi, siyeri, akaidi, kelâmı vb. çeşitli ilimleri barındırır. Asıl önemli yönü, onun bir ahenkle, bir makamla yani mûsîkîyle icra edilmesidir. Bu icra, onun hissedilmesinin en mühim sebebidir. Ona yöneltilen tenkitlerden biri, bırakın dinleyenleri okuyanların bile onu anlamadığıdır. Hissin karşısına dikilen anlama yüklenen aşırı değer, hissizliğe tavan yaptırmış, her yeri duygusuz insanlar kaplamıştır. Oysa insan, neredeyse histen ibarettir.
*
Mevlidhân. Geleneğimiz sesli kültürü, mûsîkîyi icra eden her kişiye, okuduğu türe göre isim vermiştir. Bilindiği üzere bileşik kelimelerin bazıları, Arapça+Farsça olabilmektedir. Kütüphane, dershane gibi. Bu türden, sonuna, “okuyan” manasına gelen “hân” kelimesi getirilerek türetilen isimler vardır. Mûsîkî icrası, iki tür sanatçı tarafından gerçekleştirilir: Sâzendeler ve hânendeler. Sâzendeler, mûsîkî aletlerini çalanlar yani saz sanatçılarıdır, hânendeler ise eseri okuyanlar yani ses sanatçılarıdır. Mevlid okuyan kişiye mevlidhân (mevlid okuyan, okuyucusu) denir. İmam Buhârî’nin hadis kitabı el-Câmiu’s-Sahîh’i okuyana Buhârîhân, Peygamber Efendimize övgü şiirleri olan na’tleri okuyana Na’thân, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okuyana Mesnevîhân, dua edene Duahân, camide cüz okumakla görevli olana Cüzhân, gazel okuyana Gazelhân adı verilmiştir. Said Paşa İmamı Hasan Rızâ Efendi (ö. 1890), Enderunlu Hâfız Hüsnü (1858-1919), Aksaraylı Cemal Efendi (ö. 1946), Hâfız Mecid Sesigür (1903-1962), Ali Rıza Sağman (1889-1964), Sebilci Hüseyin (1894-1975), Tahir Karagöz (1921-1994), Kâni Karaca (1930- 29 Mayıs 2004), Halil İbrahim Çanakkaleli (1923-01 Ocak 2014), Aziz Bahriyeli (13 Kasım 1931- 12 Şubat 2015), İsmail Coşar (1950-2 Mart 2020), son dönemde meşhur olan mevlidhânlardandır.
*
Özür. Gençlik yıllarımızda serttik, muhaliftik; öyle böyle değil geleneğe, kültüre ait ne varsa “İslamî değil!” diye reddettik, din dışı ilan ettik. “Kurtuluşun Vesilesi” anlamına gelen Süleyman Çelebi Hazretleri’nin mevlidi Vesîletü’n-Necât da bundan nasibini aldı. Şiir diye küçümsedik onu. Anlamadığımız, anlamaya yanaşmadığımız metni yadsıdık, ondan kendimizi mahrum bıraktık. Kaybeden, elbette biz olduk. Hem yazara hem esere hem topluma hem kendimize ayıp ettik. Kendi adıma herkesten özür dilerim. Peygamber Efendimizin sevgisiyle, aşkıyla coşan, çağlayan, haykıran bir şair-i peygamberîye haksızlık ettik. Ettim.
*
Vesile. Bir amaca ulaşmak için değişik vesileler vardır. Vesile olmadan olmaz. Bazı şeyleri, bazı insanları vesile ediniriz. Buradaki vesile sözcüğünün, kullanma anlamında olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Bir Müslümanın gerçekte elde etmek isteyeceği tek şey, ahiret hayatıdır. Bunu başarabilmek için meşhur ihlâs hadisinde (yola çıkıp geceleyin mağarada mahpus kalan üç kişiyi anlatan hadis) gördüğümüz üzere, insanı en zor durumdan kurtaracak gönülden, içten, ihlâsla, samimiyetle yaptığı bir ameli olmalıdır. Süleyman Çelebi Hazretleri’nin bu eseri, adı gibi onun kurtuluşuna, aşığı olduğu Peygamber Efendimize komşu olmasını sağlar diye düşünüyorum. O aşığı takip edenlere, o aşığın eserini okuyanlara da o kurtuluştan bir parça düşer inşallah.
*
Yine vesile. Az önce vesileden bahsettik. Buna devam edelim. Bendenizin son yıllardaki düşüncesi, toplumu İslam ile bağlayan her ne varsa onun güçlendirilmesinden yanadır. İnsanımızın diniyle bir biçimde kurduğu ilişki, her daim önemsenmelidir. Mühim olan, bu ilişkinin varlığıdır. Söz konusu ilişkinin niteliği, keyfiyeti, mahiyeti daha sonra gelir, gelmelidir. Herkesin bir eksiği, kusuru, zaafı, günahı vardır. İnsanın sahip olmadığı güzellikleri ve değerleri öne sürerek ondan uzaklaşmak, kendimize de muhataplarımıza da yazık etmek olur. Mevlidi, mevlid merasimlerini vesile ederek, İslam’ı tebliğ etmek, katılanlara bir şeyler öğretmek mümkündür. En azından insanlar dinî konularda hassasiyete davet edilebilir. Bu, o merasimi icra edenlerin kapasitelerine, gayretlerine kalmış bir durumdur. Vesile her zaman ele geçmez.
*
Dinî değer. Yukarıda sözünü ettiğim mevlide karşı oluşun temel gerekçelerinden biri, eserin “dinî kıymet” taşımadığı yargısıydı. Bu yargı, dar manada fıkha dayalı bir yargıdan ibaretti. Aynı zamanda İslam’a çok dar ve sathî bir bakışın sonucuydu. “Mevlid” ilahî bir metin miydi ki ona buna kadar değer veriliyor, olur olmaz her yerde okunuyordu? Soru yanlış olunca cevap da yanlış oluyordu tabii olarak. Süleyman Çelebi’nin mevlidi, elbette ilahî bir metin değildi. Okuyan kimse de onu Sevgili Peygamberimize indirilen Kerim Kitap Kur’an’ın yerine koyarak okumuyordu, dinleyen de öyle dinlemiyordu. Bilindiği üzere mevlid merasimlerinde sadece Vesîletü’n-Necât’ın bazı bölümleri, bahirler okunmaz. Bir mevlid merasimi genellikle Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başlar. Arada İslamî mevzuları içeren kasideler okunur, tehlîller, tekbîrler, salât ü selamlar getirilir. Bir mevlid merasiminde sadece mezkûr kitabın, bazı bahirlerinin okunduğu vaki değildir. Mevlid merasimi, içinde birçok unsuru barındıran manevî, İslamî bir ihtifaldir. Muhabbetin, aşkın, huzurun, uhuvvetin birbirine mezc olduğu kalbî, ruhî bir atmosferdir.
* Süleyman Çelebi, Mevlid (Vesîlet-ün-Necât), Haz.: Faruk K. Timurtaş, İstanbul 1990, syf. 5.