Mevlid gerçekten dikkatle bakılırsa sehl-i mümteni mısralardan, beyitlerden örülmüş bir şiirdir, uzun şiirdir ve o sehl-i mümteni olan, yani kolayca söylenivermiş gibi görünen mısraların aslında hiç de kolay ifade edilecek şeyler olmadığını biliyoruz. Sehl-i mümteni bir bakıma konuşur gibi yazmaktır, söyleyivermektir. Yani Süleyman Çelebi onu konuşur gibi yazmıştır ama bu büyük bir ustalık gerektirmektedir.
D. Mehmet DOĞAN

Vesîletü’n-Necât yani halkın bildiği ismiyle Mevlid, Süleyman Çelebi’nin eseri. 1400’lü yıllarda yazılmış veya söylenmiş olan bu şiir, yüzyıllardır okunmaya devam ediyor. Onu her devirde çok sayıda ezberden okuyanlar bulunuyor. Ve bu metnin şöyle bir vasfı var: Döneminin dil özelliklerini de yaşatıyor. Bugün onu ister mevlid cemiyetlerinde ister camide ister başka mekânlarda olsun okuyan hafızlar, hocalar o zamanın dil özelliklerini de yansıtacak biçimde okumaya devam ediyorlar. Bu 15. asrın Osmanlı Türkçesi fakat anlaşılmayacak fazla bir tarafı yok. Yani bilinmeyen kelime çok fazla değil. O az miktarda kelime de din diline mal olduğu için dinî kavramlara yakınlığı olanlar tarafından kolaylıkla anlaşılabiliyor.
Türkçenin gelişme seyrine bakarsak, Anadolu’da Türkçe ancak 13. yüzyıl ortalarından itibaren yazı dili haline gelmiştir. Mevlâna’nın bazı Türkçe mısralar, beyitler söylediğini biliyoruz, ama asıl eseri Farsçadır. Oğlu Sultan Veled daha fazla Türkçe yazmıştır. Bu yüzden Anadolu’da Türkçe edebiyatın bir dönem meselesi olduğunu söyleyebiliriz.
O dönemde yine eserleri günümüze ulaşmış olan bazı Türkçe yazan şairlerimiz vardır, ama burada asıl büyük çıkışı yapan Yûnus Emre’dir. Yûnus Emre, 13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyılın başında yaşamış, bilindiği kadarıyla da 1320 yılında vefat etmiş bir şairimizdir. Aslında Yunus Emre, tekkede yetişmiş, tekkenin daha doğrusu dinin tasavvufî mesajlarını yaymak için şiir söylemiş bir şahsiyettir. Ve bu şiirler hem devrinde büyük ilgi görmüş hem de Yunus Emre’den sonra da tekke edebiyatının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Türkçe edebiyatımızın temeli, diyebiliriz ki Yunus Emre tarafından atılmıştır.
Oğuz Türkçesi, Batı Türkçesi, Yunus Emre gibi büyük bir şairle başlangıç yapmıştır. Bundan sonra da bir asır içinde bazı önemli şairler gelip geçmiş, eser vermiş olmakla birlikte bunlar içinde Süleyman Çelebi’nin Mevlidi kadar halka mal olmuş, yaygınlaşmış, benimsenmiş olanı yoktur. Ondan sonraki yüzyıllarda da Mevlid değerini, ehemmiyetini halk nezdinde korumuştur. Yunus Emre’den sonra biz eğer çok yaygın ismi olan bir şairden söz etmek istersek bu Süleyman Çelebi’dir. Süleyman Çelebi Yunus Emre’den miras aldığı şiir dilini sürdürmüştür, dolayısıyla 15. yüzyılda yani 1400’lü yıllarda Süleyman Çelebi’nin eseri bu bakımdan büyük bir önem taşımaktadır.
Mevlid geleneğinin Süleyman Çelebi’yle başlamadığını burada hatırlamamız gerekiyor. Mesela Erzurumlu Darir var, onun meşhur Siyer‘i Mısır’da kaleme alınmıştır ki Mevlid’den 20-30 yıl öncesine ait bir eserdir bu. Darir’in eserindeki bazı mısraların, beyitlerin adeta Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde yeniden daha şairane bir şekilde ifade edildiğini görüyoruz.
Darir devrin Memlûk hükümdarının arzusu üzerine Ebü’l-Hasan el-Bekrî el-Kasasî’nin Siyer’ini nazım-nesir tercüme ederek H.790’da (M.1388) tamamlıyor. Malûm olduğu üzere Mısır’da Memluk/Kölemen devleti var, askerlik maksadıyla köle olarak devşirilen Kıpçak Türkleri ve Çerkezlerden seçilen hükümdarlar yönetiyor ülkeyi. Çerkez de olsalar, Kıpçak Türkçesi ile yetiştiriliyorlar. Eser Memlük sahasında yazılmasına rağmen, eski Anadolu Türkçesi özellikleri taşıyor. Darîr’in Memlûk Türkçesinin oğuzcalaşmasında etkili olduğu güçlü bir iddia. Darir’in bu eserinin Anadolu’ya erken dönemde ulaştığı ve rağbet gördüğü tahmin edilebilir. Eğer öyle ise Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı Mevlid’de Darir’in tesirini görmek mümkündür.
Darir’den okuyalım:
Rebiülevvel ayı kutlu olsın
Hemişe dil ü din kuvvetli olsın
Resulin mevlidi bu ay içinde
Cihanda mâruf ü meşhur oldı
Nebinün anası Âmine hatun
Habar verdi bu söz mestur oldı
K’ayın on ikisi isneyn gicesi
Harab olmuş evim mâmur oldı
Evimden göklere bir nûr çıktı
Ki dünya toptolu nûr oldı
Döşendi bir bisat-ı üns-i sündüs
Havada ille kim mestur oldı
Dikildi üç alem şarka vü garbe
Birisi Kâbe’de menşur oldı
Yakîn oldu bana kim Mustafanun
Vücuda gelmegi destur oldı…
Şimdi Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini hatırlayalım:
Ol Rebiülevvel âyın nîcesi
On ikinci gece isneyn gicesi
Ol gice kim doğdu ol Hayrül-beşer
Ânesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol Habîbin ânesi
Bir acep nûr kim, güneş pervânesi
Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihân
Gökler âçıldı ve feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç alem
Biri maşrık biri mağribde ânın
Biri dâmında dikildi Kâbe’nin…
Darir’in Siret tercümesi güzel, fakat Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i daha yüksek şiir, daha müessir… Süleyman Çelebi aynı unsurları güzel bir üslûpla, akıcı tarzda güçlü bir lirizmle (ve yakıcı bir dille) ifade etmese idi, yani onun Mevlid’inden mahrum olsa idik, yerine Darir’in şiirini yüzlerce yıl sonra makamla okumaya devam eder miydik?
Mevlid geleneği her ne kadar Süleyman Çelebi’den öncesine ait olsa da bugün Mevlid denildiği zaman Süleyman Çelebi’nin eseri anlaşılır. Bu da onun halk tarafından geniş bir kabule mazhar olmasıyla ilgilidir. Süleyman Çelebi-Mevlid ikisi bir arada anılır ve mevlid yazma geleneği ondan sonra da devam etmiş olmasına rağmen, bunlar nazire şeklinde olsun veyahut nazire olmasın Süleyman Çelebi’nin Mevlidi kadar tesir icra edememiştir. Bir de Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin Osmanlı sahasındaki neredeyse bütün dillere çevrildiğini zaman zaman Türkçesiyle birlikte, o çevrilen dillerle de okunduğunu biliyoruz.
Mevlid metnini bugün dikkatle okuduğumuz zaman o ilginin neden kaynaklandığını, yani bu şiire olan alakanın neden yüksek seviyede olduğunu da kolaylıkla anlayabiliriz. Bu şiir esasen Peygamber Efendimizin doğumunu anlatıyor, ama biliyoruz ki Mevlid’in birçok bahri (bölümü) var. Peygamber Efendimizin vefatını anlattığı bir bahir de var tabiî. Dolayısıyla bir manzum siyer, Vesîletü’n-Necât. Kur’an-ı Kerim Peygamberimizle hayat kitabı olur, o yüzden onun hayatı, siyer, bilhassa mühimdir. Bu eserdeki hem Türkçe ifade tarzı hem üslup halkın ilgisine yüksek derecede mazhar olmuştur. Bu yaygınlığın sebepleri arasında zengin bir dinî kültürün yansımalarını görürüz
Mevlid’in doğum bölümü, en çok okunan bölümdür, bu bölüm gerçekten çok etkileyicidir. Ve her ne kadar Peygamber Efendimizin doğumu anlatılıyorsa da tabiî olarak bu bölümün kahramanı O’nun annesidir, Âmine Hatun’dur. Doğum safhaları ve sahnesi efsanevi-destanî bir tarzda ifade edilmiştir. Bu olağanüstü bir hadisedir, fevkalade bir doğumdur; yani sıradan bir doğum, sıradan bir hadise değildir, o yüzden de şairi bu mevlid sahnelerini olağanüstü şekilde ifade etmiştir. Efsane diyebileceğimiz, masal diyebileceğimiz, destan diyebileceğimiz sıradan gerçekliğin üstüne çıkan bir dille ifade etmiştir, bu da halk tarafından çok sevilmiş ve benimsenmiştir.
Tabiî Mevlid’e hanımların yüksek alâkası da dikkat çekicidir. Doğum faslı, Mevlid bahri Peygamberimizin annesinin kahraman olduğu bir fasıl olduğu için kadınları daha fazla ilgilendirmekte, adeta cezbetmektedir. Bu fasılda din tarihinden başka büyük kadınların isimleri de geçer ve doğum sahnesi fevkalade etkileyici bir şekilde ifade edilir. Ve bunu tabiî ki Mevlid’i dinleyen hanımların da işte o heyecanlı sahneleri hem büyük bir ilgiyle hem dikkatle takip ettikleri görülür. Doğum sahnesi tamamlanınca kadınların birbirlerini kucaklayarak, sırtlarını sıvazlayarak tebrikleştikleri görülür. Bu aslında bir eserin ulaşabileceği en son noktadır, zirvedir âdeta. Yani hiçbir benzer metin veya başka türlü eser bu kadar müessir olmamıştır Türk edebiyatında.
Mehmed Âkif, Safahat’ın 6. Kitabı Âsım’da boşuna “Süleyman Dede yükseklerde” demez. Mehmed Âkif ile Köse İmam arasında şairlik mevzuu açılmıştır. Köse İmam, Mehmed Âkif’in şiirlerini beğenmez, hatta onu şair saymaz. Çünkü o klasik yoldan ayrılmıştır, yeni tarz şiirler yazmaktadır ve Köse İmam onun şiirlerini beğenmediği için de sık sık tarizde bulunur. Yani “seninki de şiir mi?” gibilerden. Bu arada “mevlitçilik” bahsi geçer yani işte “sana mevlitçi diyorlar” filan der. Âkif onun üzerine böyle bir cevap verir. Süleyman Çelebi o kadar yüksek bir mevkidedir ki Mevlid’iyle, Mehmed Âkif’e göre “nerde bizde o şiir kudreti. Süleyman Çelebi yükseklerde” der.
Modern dönemde, Mehmed Âkif kadar şiiri halka mal olmuş başka bir şair yoktur. Başta İstiklâl Marşı olmak üzere Âsım’ın Çanakkale Şehidlerine ve Zulmü Alkışlayamam bölümleri edebiyatımızın en çok okunan, ezberlenen metinleridir. Belki de edebiyatımızda Mevlid’den sonra en çok ezberlenen şiirler ona aittir.
Tabiî Mehmed Âkif’in şiiri tarzı itibarıyla moderndir. Süleyman Çelebi ise o devrin şiir tarzında yazmıştır. Ama işte o yazdığı şiir 20. asra ulaşmış ve bu devirde de esere halkın alâkası kesilmemiştir. Süleyman Çelebi’nin başka bir önemli eserini bilmiyoruz, biz sadece Mevlid’inden haberdarız. Onun da Yunus Emre gibi şiir yazmak gibi bir derdi olmayabilir. Söylenmesi gerekenleri şiirle söylemek geleneğinin güçlü olduğu bir devirde yaşadıkları için böyle yapmışlardır. Her ikisi için de şiir bir heyecan ve coşkunluk, hatta cezbe işi olmalıdır. Bir coşkunluk anında şiirlerinin dillerinden döküldüğünü tahmin edebiliriz. Devrinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid yazma heyecanını besleyen hadiseler, vesileler olmalıdır. O heyecan işte Mevlid’e vücut vermiştir. Yoksa onun şair olarak şöhreti yoktur ve bildiğimiz kadarıyla başka eseri de mevcut değildir.
Her ne kadar Mehmed Âkif, 20. yüzyılın teknik imkânlarına sahip olarak eserlerini bastırabiliyor, çoğaltabiliyor, dergilerde yayınlayabiliyor ve dolayısıyla geniş kitlelere ulaştırabiliyor olsa da tabiî ki Süleyman Çelebi kadar yaygın bir kitleye ulaşması mümkün değildir, başka bir şair için de aynı şey söz konusudur, Âkif burada onu kastediyor. Bir taraftan da Süleyman Çelebi’nin o halkın benimsediği şiir tarzını, üslubunu bugün kullanarak bir şiir yazmanın mümkün olamayacağını ifade ediyor Âkif bu sözleriyle.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Yûnus şiirleri, tekkede doğmuştur, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i ise camide teşekkül etmiştir. Onu yazan ve hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan şahsiyet, Bursa Ulu Camii’nde imamlık yapmıştır.
Mevlid gerçekten dikkatle bakılırsa sehl-i mümteni mısralardan, beyitlerden örülmüş bir şiirdir, uzun şiirdir ve o sehl-i mümteni olan, yani kolayca söylenivermiş gibi görünen mısraların aslında hiç de kolay ifade edilecek şeyler olmadığını biliyoruz. Sehl-i mümteni bir bakıma konuşur gibi yazmaktır, söyleyivermektir. Yani Süleyman Çelebi onu konuşur gibi yazmıştır ama bu büyük bir ustalık gerektirmektedir.
Sehl-i mümteni konusu Mehmed Âkif için de söz konusu edilmiştir. Mehmed Âkif’in de mesela Çanakkale Şehitlerine şiiri, İstiklâl Marşı ve başka şiirleri de var, çokça sehl-i mümteni olarak nitelendirilmiştir ve hatta o devrin mühim edebiyatçılarından birisi olan Cenab Şehabettin, Mehmed Âkif için “onun işi sehl-i mümteni yazmak fakat sehl-i mümteni olduğunu da kimseye farkettirmemek” diyor.
Aslında şiir ben şuyum diye kendini ilan etmez, yani onu okuyan ondan hissesini kapar. İddialı olmak, şiiri etkisizleştirir. Öyle sanıyoruz ki Süleyman Çelebi de bu anlamda iddialı değildi ama o hem engin bir dil zevkine sahipti, kelime kadrosuna malikti, hem de şiir kabiliyeti yüksek bir şahsiyetti ve dolayısıyla bu şiiri konuşur gibi söylemiştir diye düşünüyoruz; söylemiştir sonra yazıya geçirilmiştir, tahminimiz budur, bu sehl-i mümteniye daha uygundur.
Bugünün şairi ne yapıyor: Oturuyor, kâğıdı önüne koyuyor, kalemi eline alıyor, düşünüyor, zihninden geçenleri kâğıda aktarmaya çalışıyor. İşte bu aslında şiir açısından çok da güzel bir şey değildir, şiirin o kendiliğindenliğini, tabiîliğini, dil olarak tabiîliğini, ifade olarak tabiîliğini böyle düşünerek taşınarak her zaman elde etmek mümkün değildir. Şiirin arka planında zaman zaman ilham dediğimiz, işte esinti dediğimiz ne dersek diyelim şairin zihninden gelip geçiveren şimşek gibi, yıldırım gibi bazı hislerin onlarda uyandırdığı tesir işte bu sehl-i mümteniyi meydana getiriyor ve bu çok zengin şekilde Süleyman Çelebi’de de bulunuyor.
Sözün kısası, Süleyman Çelebi’nin şiirimizin Anadolu’daki gelişme macerası içinde önemli bir yeri var. Yani Yunus Emre ile büyük bir başlangıç yaptı şiirimiz, Yunus tarzı şiirler Yunus Emre’den sonra da devam etti, bu şiirlerin bir kısmı başka şairler tarafından yazılmış olsa da Yunus Emre’ye mal edildi. Sonra işte Âşık Yunus gibi işte Emrem Yunus gibi bir takım başka sıfatlarla başka Yunus’lar da gelip geçti. Dolayısıyla Yunus Emre tarzı şiir işte 14. ve 15. yüzyılda güçlü olarak devam ediyordu, mesela Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’nin şiiri böyle bir şiir. Yunus’un lirik şiirleriyle Hacı Bayram-ı Veli’nin şiirleri çok benzeşiyor. Süleyman Çelebi de işte Yunus Emre şiirinin lirik tarafını devam ettirenlerden birisi. Tabiî Mevlid mesnevi tarzında, yani Yunus Emre’ninkiler gibi ilahi, nefes tarzında değil de daha uzun bir şiir şeklinde söylenmiştir. Buna rağmen Süleyman Çelebi’nin bu dili, 15. yüzyılda güçlü şekilde ifade eden en önemli şair olduğunu söyleyebiliriz. Şiirimizin bu dönemde bir tarafta işte Hacı Bayram-ı Veli gibi başka tekkede yetişen şairlerimiz gibi devam eden tarafı vardır, bir taraftan da divan edebiyatının teşekkül döneminde olduğumuz için biraz daha böyle hesaplı, kitaplı şekilde devam eden tarafı vardır. İşte Süleyman Çelebi biraz önce söylediğimiz Yunus Emre’nin lirik tarafını Hacı Bayram-ı Veli gibi lirik tarafını temsil eden bir şair olarak döneminde büyük ilgi gördüğü gibi sonraki yüzyıllarda da aynı şekillerde ilgi görmüştür. Bu ilginin sebebi biraz da işte milletin dinî hissiyatını güçlendirme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Tabiî ki insanlar Kur’an-ı Kerim okurlar, bunu açıklarlar, bundan bir lezzet, tat alırlar ama asıl hissiyata hitap eden dinî metin Süleyman Çelebi’nin şiiridir. Yani biz Kur’an-ı Kerim’i başımızın üstünde tutarız, onun sözüne, hem de özüne ehemmiyet veririz, okunmasından da haz hissederiz. Fakat işte Mevlid okunduğu zaman o Kur’an-ı Kerim’in belki tercümesiyle, tefsiriyle halka ulaşmayan bazı hakikatler farklı bir edebî üslupla halka ulaştırılmaktadır ve halk bundan lezzet almakta, heyecan duymaktadır. Mevlid meclisleri işte taa o zamanlardan bugüne kadar devam etmiştir bundan sonra da şüphesiz devam edecektir.