Sezai Karakoç’a göre Âkif’in fikir kaynağı, bizzat toplum ve toplumda yaşayan düşüncedir. Başka bir yerde ise bunu biraz daha açarak onun fikirlerini sokaktan, aileden, klasik kültürden, toplumdan, devletin sarsıntılı halinden ve nihayet kendisinden aldığına dikkat çeker.
Mustafa ÖZEL
Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Milleti millet yapan, değerlerdir. Milletin millet olarak kalmasını sağlayanlar ise şahsiyetlerdir. O değerleri yaşatanlar, millet var oldukça, yaşadıkça yaşarlar. Yakın tarihimizin ön alıcı, yön verici, yol gösterici, kurucu, yapıcı şahsiyetlerinin önde gelenlerinden biri, hiç şüphesiz İslam şairi merhûm Mehmed Âkif’tir. Büyük Devletimizin yıkılışının acılarını, yeni devletin kuruluşunun sancılarını çeken ruh ve gönül mimarımız İstiklâl Marşı’mızın şairi Âkif (d. 20 Aralık 1873), 27 Aralık 1936’da, 63 yaşında ebedî âleme göçtü. Çok yaşamadı ama çok yoğun yaşadı, dolu dolu bir hayat sürdü. Tarihimizin en acılı günlerine şahitlik etti; Balkan Savaşları’nı, Birinci Cihan Harbi’ni, Milli Mücadele’yi ve Kurtuluş Savaşı’nı en yakından, en içeriden, en derinden gördü. Görmekle kalmadı, bir de anlattı bunları; bütün varlığıyla, bütün içtenliğiyle anlattı, anlatırken bir kez daha yaşadı.
Şair: Hisli Bir Yürek
Merhûmu anlatmak için söylenecek tek bir kelime varsa, o kelime “dava”dır. O, bir dava adamıdır. Şairliği, yazarlığı, mütercimliği, dergiciliği, öğretmenliği, müfettişliği, mütefekkirliği velhasıl hayatında her ne yaptıysa hep dava adamlığından izler taşır. Evet o bir şair olarak temayüz etmiştir. Ama onun şairliği ve sanatçılığı, toplumsal bir şairlik ve sanatçılıktır. Şiirleri insanımızın, milletimizin, vatanımızın şiirleridir. Daha üst bir ifadeyle İslam’ın ve Ümmet-i Muhammed’in şiirleridir. Yaşadıkları, gördükleri, tanık oldukları onu alev alev yakmış, yanan bu yürekten o şiirler doğmuştur.
Onun yayımladığı ilk şiirler, 28 Aralık 1893 ve 18 Ekim 1894 Hazîne-i Fünûn dergisinde çıkan iki gazelidir. Her ne kadar ilk şiiri yayınlandığında, şair yirmi yaşında olsa da, şiir çalışmalarının daha eskiye dayanması, ihtimal dâhilindedir. Mekteb mecmuasında yayınlanan “Kur’ân’a Hitâb” başlıklı üçüncü basılı şiiri ise, 14 Mart 1895 tarihlidir. Buna göre her yıl birer şiir yayımlamış olmaktadır.
Âlim Kahraman onun ilk gençlik yıllarında, Halkalı Baytar Mektebi’ndeki yıllarında dört kelimeye dikkat çekmektedir: Şair, âşık, mecnun ve meczup. Ona göre bu, bir şairlik tablosudur. Ancak bu tablo, gelecekte birçok okuyucunun zihnindeki Âkif tablosuyla örtüşmeyecektir. Ancak Âkif’in şairliğinin coşku kaynaklı lirik arka planını ortaya koyması bakımından gözden kaçırılmaması gereken bir boyuttur söz konusu tablo. Kahraman’ın şu değerlendirmesini, olduğu gibi alalım: “Eğer hayatının bu aşaması yeterince görünür kılınmazsa sonradan kendisinin de işaret edeceği, şiirini toplumun ve milletin hizmetine adaması misyonu da hakkıyla kavranamaz.”[1]
Seyyah
Âkif, Baytar Mektebi mezuniyeti sonrasında, Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytâriyye ve Islâh-ı Hayvânât umum müfettiş muavini olarak memurluğa başladı. Görev yeri İstanbul olmakla birlikte önce Edirne’de, daha sonra da Anadolu ve Rumeli’de çeşitli şehirlerde bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Bir ara ordunun ihtiyacını karşılamak üzere gerekli alımlar yapmak için Şam ve civarında dolaştı. Bu geziler ona Osmanlı köylüsünü tanıma imkânı verdi, halkın dert ve sorunları hakkında ilk elden bilgi sahibi olmasını sağladı. Bütün bunlar onun şiirine, şiir anlayışına doğrudan yansımıştır.
O, o günkü Osmanlı coğrafyasının dışına da seyahatler yapmıştır. Bu bağlamda Berlin, Kahire, el-Uksur’u sayabiliriz. Şair 1914 yılının Ocak-Mart aylarında Mısır’a gitmiştir. Buraya gidiş amacı, Peygamber Efendimiz’in Veda Haccı’nı şiirleştirmektir. Niyetini Abbas Halim Paşa’ya açmış ve “Peygamberimizin Veda haccını hikâye etmek ve onun son hutbesinde Müslümanlara söylediklerini yazmak istiyorum” demiştir. Paşa, “Niye bunu bir an önce yazmıyorsun?” diye sorduğunda; “Ben, hiç olmazsa Medine’yi ve Mekke’yi görmeliyim ki bunu yazabileyim.” cevabını vermiştir.
Onun, şiirini yazarken yazmak istediği yeri görmesi konusundaki bu anlayışını, Fâtih Kürsüsünde’ki şu mısralarda[2] görmekteyiz:
“- Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim…
İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!”
Şair Veda Haccı’nın şiirini yazmak için 1914 yılının Ocak ayında yola çıkmıştır. Güzergâh, İstanbul, Beyrut, Kahire, el-Uksur; el-Uksur, Kahire, Medine, Şam, İstanbul şeklinde belirlenmiştir. Aynı yılın Mart ayının ilk haftalarında sona eren bu seyahat sonucunda, Veda Haccı şiiri yerine Safahat’ın beşinci kitabı Hâtıralar’da yer alan “el-Uksur’da”[3] şiiri çıkmıştır.
Âkif’in yaklaşık bir yıl sonra Berlin’e gittiğini görüyoruz. Osmanlı Devleti (Teşkilât-ı Mahsûsa) adına görevli olarak gittiği bu seyahat, Aralık 1914 ile Mart 1915 tarihleri arasındaki olup yaklaşık üç ay sürmüştür. Şairin aynı kitaptaki “Berlin Hâtıraları”[4] başlıklı eseri, bu seyahatin ürünüdür.
Mehmed Âkif’in Teşkilât-ı Mahsûsa adına gittiği diğer bir yer, Necid’dir. Bu seyahat, 1915’in Mayıs’ı ile Ekim’i arasında gerçekleşmiştir. Yine Hâtıralar’da yer alan “Necid Çöllerinden Medîne’ye”[5] başlıklı şiir, bu gezinin sonucudur.
Zikrettiğimiz üç şiir dikkatlice okunduğunda, bu gezilerin merhûmun duygu ve düşünce dünyasını nasıl etkilediğini açıkça görebiliriz.

Mütefekkir
Karakoç, Mehmed Âkif’in 1908-1918 yıllarını, “Mütefekkir Âkif” dönemi olarak adlandırır.[6] Yine ona göre Âkif’in eserlerini tercüme ettiği Ferîd Vecdî, Muhammed Abduh gibi Mısırlı yazarların etkisi altında kalması abartılmıştır. O, şairin bu düşünce adamlarının ortaya attığı fikirlerin Türkiye’deki savunucusu, o ekollerin şairi gibi gösterilmesini doğru bulmaz. Çünkü Türkiye’de yeni İslam düşüncesinin doğuşuyla öbür İslam ülkelerindeki doğuşu apayrı şartlara bağlı olmuştur. Karakoç, bu bağlamdaki sözünü şöyle sürdürür: “Türkiye’de, esas İslam devleti kurulu bulunduğundan, İslam, düşünce sistemi olmaktan çok, davranışlarda ve kuruluşlarda yaşıyordu. Ancak, Devletin yıkılma tehlikesiydi ki, yeni yeni, düşünce planında da, bir sistem yapmaya yöneltiyordu.”[7] Bundan dolayı Türkiyeli İslamcıların çekirdekten İslamcı oldukları söylenebilir. Diğerlerinde ise bir sistem ve düşünce İslamlığı gelişmişti. Sezai Karakoç her iki anlayış ve düşünce arasında en büyük farkın, Âkif’in İslam ruhunu canlandırmak istemesine karşın Mısırlı bilginlerin İslam’ın genel sistemine yeni bir yorum getirmeye çalışmaları olduğunu ifade eder.
Sezai Karakoç’a göre Âkif’in fikir kaynağı, bizzat toplum ve toplumda yaşayan düşüncedir. [8] Başka bir yerde ise bunu biraz daha açarak onun fikirlerini sokaktan, aileden, klasik kültürden, toplumdan, devletin sarsıntılı halinden ve nihayet kendisinden aldığına dikkat çeker. [9]
Müfessir
Mehmed Âkif, İslam davasının bir neferi olması hasebiyle Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflere vukufiyeti üst düzeyde olan biriydi. Bunu Safahât’taki şiirlerde, Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd’da yazdığı yazılarda ve yaptığı vaazlarda açık ve net olarak görmek mümkündür.[10]
Şairin, Süleymâniye Kürsüsünde’ki şu mısraları[11], onun Kur’an’ın anlaşılmasına nasıl baktığını çok iyi göstermektedir:
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”
Burada onun aşağıdaki iki mısraı[12] da hatırlamak lazım:
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
Mehmed Âkif’in dergide tefsir yazılarına başlamasıyla ilgili şu hadiseyi aktarmak isterim. Sırât-ı Müstakîm, Sebîlürreşâd adıyla çıkmak üzeredir. Dergiyi çıkaranlar, kendi aralarında yeni bir iş bölümünü konuşmaktadır. Sıra tefsir yazılarına gelince Halim Sabit, şöyle der: “Ben bu kısmın Mehmet Akif Bey tarafından yazılmasını çok münasip görürüm.” Mehmet Akif, ‘Bu, benim işim değil. Bu ağır yükü bana yüklemeyin. Onun kural ve yöntemleriyle meşguliyetim yok!’ diyerek karşı çıkar. Halim Sabit, hemen şu cevabı verir: Daha iyi ya! Biz de öyle istiyoruz. Kavâid ve nakillerden ziyâde, doğrudan doğruya Kur’ân’dan anladığınızı, duyduğunuzu yazınız. Ayetlerin size ilhamları bizce en mükemmel tefsirdir.” Akif, ‘Bilmem ki, becerebilecek miyim? Yapmaya çalışayım.’ diyerek teklifi kabul eder.[13]
Bu bağlamda TBMM’nin tefsir, meal ve hadis tercümesi yazdırma kararını da hatırlamalıyız. Diyanet İşleri Başkanlığı’na tevdi edilen işin meal kısmı, Mehmed Âkif’e verilmiştir. Çünkü onun bu konudaki birikim ve yetkinliğine herkesin güveni tamdı.
Âkif’in tefsire olan ilgi ve alakasını gösteren şu hatırayı da analım. Malum tefsir eserlerinin en rağbet edilenlerinden biri, Celâleyn’dir. Fatih Câmii imamlarından Hafız Ömer Efendi anlatmaktadır: “Kastamonu’da Nasrullah Câmii’nde, Sevr Anlaşması aleyhinde meşhur va’azını yaptığı Cuma günü sabahı merhum Akif’in mektep arkadaşı Kastamonu maden müdürü Hasan Basri Bey’in evinde sabah kahvaltısına davetli idik. Orada bir kitap gördüm. Ne olduğunu sordum. Tefsîr-i Celâleyn olduğunu söyledi ve ilave etti: Bunu daima yanımda taşır, kelâm-ı kadim gibi okurum. Şimdiye kadar on sekiz defa hatmettim. Şimdi on dokuzuncu hatme devam etmedeyim.”[14]
Kur’an-ı Kerim’e ilgisini göstermesi bakımından onun hafızlığına da işaret etmek lazımdır. Çocukken başladığı Allah Kelâmı’nı ezberleme işine bir süre ara vermiş, yirmi yaşındayken kendi kendine tamamlamıştır.
Sürgün
Resmî bir sürgün değildi Âkif’inkisi. Ama öyle bir duruma itilmiş, öyle şartlar oluşturulmuştu ki, ölümüne gayret ve mücadele ettiği topraklarda hayatiyetini sürdürme imkânı kalmamıştı. Nefes alacak, umudunu sürdürecek bir yer arıyordu. 28 Haziran 1923’te yapılan Büyük Millet Meclisi’nin ikinci dönemi seçimlerine, 2. grup olarak katılmamışlardı. Seçim öncesinde Meclis içinde ve dışında yaşananlar, umut vermiyordu. Tan gazetesi sahibi Trabzon Mebusu ve Meclis’teki muhaliflerin önemli ismi Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923 günü aniden ortadan kaybolmuş, 2 Nisan 1923’te ise cesedi bulunmuştu. Bu, bir cinayet ve aynı zamanda muhaliflere sert bir uyarı ve ayaklarını denk almaları için güçlü bir mesajdı. Gerçi her şeye rağmen seçime katılmak isteseler, buna müsaade edilmeyeceği de açıktı.
İşte bu şartlarda İslam şairi, Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Ekim 1923’te Mısır’a gitti. Onun bu gidişinde “kazanılan Millî Mücadele’den sonra ümit ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye’nin önemli rol oynaması idealinin gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur.”[15] İlk iki yıl, kışları Mısır’da geçirip yazları Türkiye’ye döndü. 1925’in sonunda ailesini de alarak Mısır’a gitti. Onun memleketi terk edişinde, kendisinin yaşadığı sosyal, siyasal, ekonomik sıkıntılar ve baskılar elbette göz ardı edilemez. Burada şu anekdota yer vermek isterim. Şairin yakın dostlarından ve Milli Mücadele günlerinde kendisini oğlu Emin ile birlikte Eskişehir’de bakteriyolojihanesinde misafir eden, Pendik Bakteriyolojihanesi eski müdürü Şefik Kolaylı anlatmaktadır: “Bir Cumartesi günü idi, yanında Prf. Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır’a gideceğini ve arzı veda geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek kararından vaz geçmesinde ısrar ettik. Âkif, büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki: “Arkamda Polis Hafiyyesi gezdiriyorlar. Ben, Vatanını satmış ve memlekete ihânet etmiş adamlar gibi muamele görmeğe tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” Sebilürreşad’da bunu anlatan Fahri Kutluay, yazısını şöyle sürdürmektedir: “Şefik Kolaylı bu hâtırayı anlatırken çok büyük bir heyecan ve teessür içindeydi, sanki o günü aynen yaşıyordu. İlâve etti: Arkadaşlar, Âkif’e yobaz dediler, softa dediler, geri kafalı dediler, şapka giymemek için Mısır’a gitti dediler, inkılâbı hazmedemedi dediler. Hayır arkadaşlar hayır, Âkif, Cumhuriyete inanmıştır. Âkif bu Vatanın selâmetini ve bu memleketin yükselmesini herkesten çok istemiştir. Âkif, Vatan sevgisini, aile sevgisinin üstünde tutmuştur. Bir Vatan haini gibi arkasında Polis Hafiyesi gezdirilmesine ve adım adım takib edilmesine tahammül edemediği için öz vatanını terketmek ve Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır.”[16]
Yazımızı, Üstad Sezai Karakoç’un şair hakkında kaleme aldığı eserin “Hayatı, İnanç ve Düşünce Oluşumu, Savaşı” başlıklı ilk bölümü bitirirken kullandığı şu kelimelerle[17] noktalayalım: “Âkif, Milletin malı olmuş, Millet Ruhuna kök salmıştır. Âkif’in ruhu dirilmiş ve genç nesle sinmiştir, görüyoruz ve Âkif, toprağa verilirken henüz duvarlara tutuna tutuna gezen çocuklar olan bizler bugün, bu yeni Âkifler ordusu içinde O’na sesleniyor ve diyoruz ki: “Boşuna yaşamadın, boşuna savaşmadın ve boşuna ölmedin.”
[1] Âlim Kahraman, Mehmet Âkif, -Tutuşmuş Bir Yürek, Adanmış Bir Hayat-, Kasım 2020, syf. 35.
[2] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, (Haz.: M. Ertuğrul Düzdağ), Ankara 2017, syf. 204.
[3] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, syf. 277-281.
[4] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, syf. 283-306.
[5] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, syf. 307-313.
[6] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, 2. Baskı İstanbul 1974, syf. 21.
[7] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, syf. 20.
[8] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, syf. 21.
[9] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, syf. 20.
[10] Mehmed Âkif’in bu konudaki yazıları, şu eserlerde bir araya getirilmiştir: Mehmed Âkif Ersoy, Kur’ân-ı Kerîm’den Âyetler (Meâl-Tefsir), (Der. Suat Zühtü Özalp), Ankara, Sevinç Matbaası, 1968; Mehmed Âkif’in Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri, Mev’ıza ve Hutbeleri, (Haz.: Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Nuran Abdulkadiroğlu), Ankara 1992; Mehmed Akif Ersoy, Düzyazılar -Makaleler, Tefsirler, Vaazlar-, (Haz.: A. Vahap Akbaş), İstanbul 2010.
[11] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, syf. 153.
[12] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, syf. 378.
[13] Edip, Eşref, Mehmet Akif, Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, Asar-ı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı 1357-1938, s. 27.
[14] Edip, Eşref, Mehmet Akif, Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, s. 674.
[15] Orhan Akay, “Mehmed Âkif Ersoy”, DİA. https://islamansiklopedisi.org.tr/mehmed-akif-ersoy . Erişim tarihi: 29.11.2022.
[16] Fahri Kutluay, “Aydınlatılan İki Mühim Sır”, Sebilürreşad, sayı: 99, Nisan 1951, syf. 374-375.
[17] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, syf. 30.