Zeyd ibn Sabit (R.A.)
Zeyd, Hz. Osman’ın döneminde de halife vekilliği yapmıştır. Bu dönemde yerine getirdiği en önemli görev, kuşkusuz Kur’ân’ın istinsahı/çoğaltılmasında yürüttüğü komisyon başkanlığıdır.
Ahmet POÇANOĞLU
Emekli Konya İl Müftüsü


Zeyd İbn-i Sâbit (Radıyallahü Anh) İbn-i Dahhâk İbn-i Zeyd İbn-i Levzân İbn-i Amr İbn-i Abdi avf İbn-i Ganm İbni Mâlik İbn-i Neccâr el-Ensârî el-Hazrecî şöyle dedi. Rasulullah (s.a.v) Uhud Gazvesine çıktığı zaman; O’nunla yola çıkanlardan bir kısmı geri döndü. Rasulullah’ın ashabı iki gruba ayrıldı. Bir grup: Biz bu geri dönen münafıklarla harp edelim, diyor; diğer grup da: Biz onlarla harp etmeyelim, diyordu. Bu görüş ayrılığı üzerine şu âyet indi: “Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Halbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir. Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığı kimse için asla yol bulamazsın!” (Nisâ: 88). Rasulullah (s.a.v): “Medine Taybe’dir; ateş gümüşün pisliklerini giderdiği gibi Medine de günahları dışarıya atar” buyurdu.
(Buhari: 4050, Müslim: 2776, 1384)
BU HADİSTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ
Nifak mastarından türemiş bir sıfat olan münafık kelimesi “inanmadığı halde kendisini mümin gösteren” kimse demektir. Kelimenin, “tarla faresinin bir tehlike anında kaçmasını sağlamak üzere yuvası için hazırladığı birden fazla çıkış noktasının birinden girip diğerinden çıkması” biçimindeki نفق kökünden hareketle münafık, “dinin bir kapısından girip diğerinden kaçan çifte şahsiyetli kimse” olarak tanımlanır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, kalbiyle inkâr ettikleri hâlde bunu gizleyerek kendilerini mümin gibi gösteren münafıklardan, kendi isimleriyle anılan süre dışında pek çok yerde bahsedilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafık kelimesi iki farklı tipteki insan için kullanılır. İlki; halis münafıklar olup bunlar, “Aslında inanmadıkları halde Allah’a ve ahiret gününe iman ettik” derler (Bakara: 8). Böylece sadece dünyevi cezadan kurtulurlar.
İkincisi; “zihin karışıklığı, ruh bozukluğu veya irade zayıflığı yüzünden imanla küfür arasında gidip gelen, şüphe içinde bocalayan imandan çok küfre yakın olan” (Nisâ: 137, 143) ve “kalplerinde hastalık bulunan” çifte şahsiyetli insanlardır. “Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz” diyerek İslam’ın ve Rasulullah’ın düşmanlarının dostluklarını kazanmaya çalışan hainlerdir. Allah, müminlere büyük bir başarı takdir ettiğinde o kararsızlar, kendi içlerinde gizlice barındırdıkları düşüncelerden dolayı vicdan azabı duymaya, içlerinde gizlediklerinden dolayı pişman olmaya başlarlar.
Kur’ân-ı Kerîm’de ortaya koyduğu münafık tipi şöyledir: Onlar inanmadıkları hâlde inandıklarını söyleyerek Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışan ancak farkına varmadan kendilerini aldatan iki yüzlü, kalplerinde hastalık bulunan, azgınlıkları içinde bocalayıp duran, Allah’ın kalplerini mühürlediği ve nefislerinin arzularına uyan kimselerdir. Müminlere karşı kalpleri kin ve nefretle dolu olduğu için onların hep sıkıntıya düşmelerini isterler. Yalnızca menfaatleri söz konusu olduğunda Hz. Peygamber’in ve inananların yanında yer alırlar. Kötülüğü emredip iyiliği yasaklar ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı, Allah da onları unutmuştur. Onlar, bozguncuların ta kendileridir.
Rasulullah (s.a.v), Müslümanlar arasında münafıkların yürüttüğü nifak ve fesadın etkilerini kırmak için onlara karşı temkinli hareket etmiştir. Bu sebeple Yahudi ve müşrikler gibi düşmanlıklarını açıkça göstermeyen münafıklar, dünya hayatında Müslümanlar gibi muamele görmüşlerdir. Allah Rasulü (s.a.v) münafıklara karşı müsamahalı bir tavır takınmakla birlikte onlara önemli görevler vermemiş, onların eylemlerini haber vererek ashabını uyarmıştır. Böylece Müslümanlar, münafıkların toplumu parçalayan fitnelerine karşı daha dikkatli davranmışlardır. Hz. Peygamber’in nifak karşısında izlediği yolun bir sonucu olarak münafıkların toplum içerisindeki etkileri azalmıştır. Hz. Peygamber, ehl-i kitap ve müşriklerle daima dirsek temasında olan, nifak cephesiyle mücadele ederken sabrı yol edinmiştir. Bu sabırlı mücadelenin birinci aşamasında, İslam toplumunun parçalanmasına imkân vermemek, ikinci aşamasında münafıkları dönüştürerek zamanla İslam’a kazandırmak hedeflenmiştir. Münafıklarla savaşalım diyenlere her zaman Peygamber Efendimiz, “İnsanlara ‘Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’ dedirtmem” demiştir. Böylece Tevhit mücadelesinin düşmanı olan nifaka karşı, haklılığına rağmen rahmet peygamberi oluşun gereğini yerine getirmiştir. Onların şiddetli düşmanlığına rağmen Allah Resulü öyle bir siyaset takip etmiştir ki, vefatına yakın bir dönemde nifak, bütünüyle tehlike olmaktan çıkmıştır. Öyle ki halifeler döneminde ne bir nifak hareketine ne de bir münafık ismine rastlamak mümkün değildir. Bunu yaparken de hiçbir münafığı öldürmemiş ve sürgüne göndermemiştir. İslam toplumunda ayrı bir grup olmalarının engellemiş, onlara yönelik devlet otoritesini kullanmamış, elebaşlarının kahramanlaşmasına ve onlar da bir mazlumluk algısının oluşmasına müsaade etmemiştir. Bir merkez etrafından örgütlenmelerini engellemek için Mescid-i Dırar’ı yaktırmıştır. Medine’de iman yerleşince, münafıklar herhangi bir olay çıkaracak olsalar bizzat akrabaları tarafından azarlanır, kızılır ve yaptıkları kınanır olmuştur.
“Medine İslam’ın kubbesi, iman ve hicret yurdu, helal ve haramın bildirildiği yerdir”. İman Medine’ye yerleşip kökleşince, Kur’ân-ı Kerîm kalplerin baharı, gönüllerin nuru olmuş, insanlar bu inancın ve ahlakın yemek yiyen, çarşılarda dolaşan, yürüyen gerçekleri olmuşlardır. Bu sebeple “Medine’de kim aslı olmayan bir bidat türetirse/kahinlere baş vurursa Allah’ın, Meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olur”. Yine bu sebeple Taybe (hoş ve güzel) olan Medine, “Ateşin, gümüşün kirini temizlediği gibi günahları, pislikleri, nifakı dışarıya atan körük gibidir”. Medine medeniyetiyle pek çok şehri fetheden, birçok beldeyi ele geçiren hicret yurdudur. Medine’nin buhuruyla Medine’nin ıtrı ile pek çok şehir yeniden kurulmuştur. Medine’nin buhuru, ıtrı boyası ve ahlakı ile kurulan şehirler de Medine gibidir. Günahları, pislikleri, nifakı dışarıya atarlar.
ZEYD İBN-İ SABİT (Radıyallahü Anh)

Zeyd b. Sâbit (r.a) hicretten on bir yıl önce miladi 611 senesinde Medine’de doğmuştur. Babası, Nacaroğlularından Sâbit b. Dahhâk, annesi ise en-Nevvâr bint-i. Mâlik İbn-i Muâviye İbn-i Adî en-Neccâr’dır. Hz. Peygamber Medine’ye geldiği zaman Zeyd b. Sâbit hâlâ küçük sayılabilecek bir yaştadır.
Ebu Saîd olarak künyelenen Zeyd İbn-i Sâbit Ebû Hârice, Ebu Abdurrahmân, Ebu Sa’d ve Ebu Sâbit künyeleri ile de anılmıştır.
Genel kanaat, onun hicretten önce Musab İbn-i Umeyr (r.a) vasıtasıyla Medine’de İslam ile şereflendiğidir. Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’ye geldiğinde, 11 yaşında Efendimize götürülüp “Bu çocuk Allah’ın sana inzal ettiği Kur’ân’dan 16-17 sureyi ezberledi” denilerek arz olunmuştur.
Rasululah (s.a.v), Zeyd b. Sâbit’in güçlü bir hafıza, kıvrak bir zekâ ve hızlı öğrenme yeteneğine sahip olduğunu anlayınca ondan İbranice ve Süryanice öğrenmesini istemiş, O’na “Zeyd, Yahudilerin yazısını öğren. Çünkü ben, Yahudilerin bana yazdıklarına güvenemiyorum.” demiş, Zeyd de on beş günde İbraniceyi öğrenmiştir. Bundan sonra Yahudilerin Rasulullah’a (s.a.v) gönderdikleri mektupları okuyup, onlara verilen cevapları yazmıştır. Zeyd b. Sâbit’in İbranice ve Süryanice dilinden başka Farsça, Rumca, Kıptice ve Habeşçe dillerini de bildiği nakledilmiştir. Farsçayı Kisrâ’nın elçisinden 18 günde öğrendiği, Rumca, Kıptice ve Habeşçe’yi ise Rasulullah’ın hizmetkârlarından öğrendiği nakledilmiştir. Bu sebeple gerek komşu devletlerin hükümdarları, emirleri ve Arap kabile reislerinden gelen mektupların okunması gerekse onlara verilecek cevapların ya da yeni mektupların yazılması işini Zeyd b. Sâbit yürütmüştür. Hz. Peygamber’in Medine’ye ilk geldiği andan itibaren yanından ayrılmayan Zeyd b. Sâbit (r.a) gerek Rasulullah döneminde gerekse sonrasında vahiy kâtipliği, diplomatik ilişkilerde tercümanlık, Kur’ân-ı Kerim’in toplanması ve çoğaltılması, ferâîz ve fıkhî konularda fetvâ vermesi gibi ilmî vazifelerden divan ve danışma kurulu üyeliği ve devlet başkanlığına vekâlet etmesi gibi idari görevlerde hayatı boyunca farklı hizmetlerde bulunmuştur. Zeyd b. Sâbit (r.a) Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde Kur’ân-ı tamamen ezberlemiştir. Rasulullah’ın (s.a.v) irtihalinden hemen önce Kur’ân-ı ona arz etmesi, bu hususta ona bir üstünlük sağlamıştır. Bundan dolayı da Kur’ân-ı Kerim’in cemi ve istinsahı faaliyetlerinde aktif olarak görev almıştır.
Zeyd b. Sâbit, İslam’a sadece ilmiyle değil aynı zamanda kılıcıyla da hizmet etmiş, Rasulullah ile birlikte ilk olarak Hendek Savaşı’na katılmıştır. Hendek Savaşı’ndan sonra Kurayzaoğulları Yahudileri üzerine yapılan seferde, sonra Rıdvan Bey’at’ında bulunmuş ve Hayber kuşatması, Huneyn Savaşı ve Tebük Seferi’ne iştirak etmiştir. Hayber’de Müslümanların sayımı ile Huneyn de ganimetlerin, esirlerin sayım ve taksiminde görevlendirilmiştir. Tebük Seferi’nde, Rasulullah (s.a.v) Neccâroğulları sancağını Kur’ân bilgisinin fazla olması sebebiyle Zeyd (ra)’e teslim etmiştir.
Rasulullah’ın vefatından sonra Medine’yi terk etmemiş, orada yaşamaya devam etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında hilafet problemi meydana gelmişti. Özellikle Ensar, halifenin kendilerinden olması konusunda ısrar ediyordu. Buna karşılık Muhacirler ise bu görevi Kureyşli bir kişinin yapmasının daha uygun olacağını ileri sürüyordu. Bu esnada yirmili yaşlarda genç bir sahabe olan Zeyd b. Sâbit (r.a), kendisi Medineli olmasına rağmen “Rasulullah (s.a.v) muhacirlerdendi. Biz de onun yardımcılarıydık. O’nun yerine seçilecek olanların da yardımcıları olmalıyız.” demek suretiyle, hilafet meselesinin çözülmesine, ardından da Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesine önemli bir katkı sağlamıştır.
Zeyd b. Sâbit’in bu dönemde yerine getirdiği en önemli vazife kuşkusuz Kur’ân’ın iki kapak arasında bir araya getirilmesinde üstlendiği görevdir. Hz. Peygamber zamanında değişik nedenlerle tek bir mushaf halinde toplanamayan Kur’ân bugünkü halinde değildi. Hz. Peygamber döneminde gelen vahiy, vahiy kâtipleri tarafından kâğıt parçalarına, tabaklanmış derilere, yassı beyaz taşlara ve develerin kürek kemiklerinin üzerine yazılıyor ayrıca sahabe tarafından ezberleniyordu. Rasulullah’ın vefatından kısa süre sonra gerçekleşen Yemâme Savaşı’nda çok sayıda hafızın şehit olması üzerine, Kur’ân’ın bir mushafta toplanması ihtiyacı hâsıl oldu. Hz. Ömer’in yönlendirmesi ile Hz. Ebu Bekir (r.a), Kur’ân ayetlerinin bir araya toplanması vazifesini, Zeyd b. Sâbit’e (r.a) vermiştir. O da “büyük bir dağı taşımaktan daha ağır” olan görevi, yapılması gerektiğine inandığı için kabul etti. Kur’ân-ı Kerim’in yazılı olduğu sahifeleri araştırmaya başladı. Bu hususta çok ihtiyatlı davranıyordu. Yazılı olarak bulduğu ayetleri hemen kabul etmiyor; bu ayetin, Rasulullah’ın huzurunda yazıldığına dair iki şahit istiyor, ondan sonra kaydediyordu. Zeyd b. Sâbit, sahabenin de gayretiyle Kur’ân’ın toplanması işini bir sene gibi kısa bir zamanda tamamladı. Daha sonra ashap bir araya geldi. Toplanan mushafı onlara okudu. Müslümanlar okunanları tasdik ettiler. Bu şekilde iki kapak arasında toplatılan Kur’ân sahifeleri, vefatına kadar Hz. Ebu Bekir’in, sonra Hz. Ömer’in (r.a), daha sonra da Hz. Ömer’in kızı ve Rasulullah’ın hanımı Hafsâ’nın (r.anha) yanında kaldı.
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde de kıraat ilminin öğretilmesi ile meşgul olmuştu. Ayrıca ilmi üstünlüğü nedeniyle Hz. Ömer, onu kendi yerine birkaç defa halife vekili olarak bırakmıştır. Yermük Savaşı’na katılmış, savaştan sonra elde edilen ganimetleri sayma ve taksim etme görevini yürütmüştür.
Zeyd, Hz. Osman’ın döneminde de halife vekilliği yapmıştır. Bu dönemde yerine getirdiği en önemli görev, kuşkusuz Kur’ân’ın istinsahı/çoğaltılmasında yürüttüğü komisyon başkanlığıdır. Hz. Osman döneminde devam eden fetih hareketleri sonucunda genişleyen İslam coğrafyası, Kafkasya-Ermenistan sınırlarına ulaşmıştı. Ermenistan seferinde komutan Huzeyfe İbn-i Yemân, karşılaştığı farklı kıraatle okumanın sonucunda ortaya çıkan kargaşayı Hz. Osman’a anlatıp bunun önüne geçmesi gerektiğini söylemişti. Bunun üzerine Hz. Osman, Ensar’dan Zeyd İbn-i Sâbit, Kureyş kabilesinden de Abdullah İbn-i Zübeyir Saîd İbni-i. Âs ve Abdurrahmân İbn-i Hâris, İbn-i Hişâm’dan müteşekkil bir komisyon oluşturup onlara Kur’ân’ın istinsah emrini vermiştir.
Zeyd, Hz. Ali döneminde yapılan savaşlara katılmamış, fitne ortamından uzak durmaya çalışmıştır. Hz. Ali’nin yanında hiçbir savaşa katılmasa da onun faziletini kabul edip, ona olan sevgisini daima izhar etmiştir. Hayatının tamamını Medine’de geçiren bu büyük sahabe, h. 45 senesinde, 56 yaşında Medine’de vefat etmiştir. Hayatının sonuna kadar Rasulullah’ın yanından ayrılmayan ve Medine’de bir ilim meclisine sahip olduğu da anlaşılan Zeyd İbn-i Sâbit (r.a), Kur’ân, ferâîz, fetvâ, kaza ve kıraat konusunda önde gelen sayılı alim sahabeden biridir. Rasulullah’tan tekrarlarıyla 99 hadis rivayet etmiştir. Bu hadislerden 42’si Buhari’nin, 16’sı Müslim’in Sahihlerinde yer almış, 3 hadiste de Buhari ve Müslim ittifak etmişlerdir.
Allah O’ndan razı olsun.