EBU ZER el-GIFÂRÎ (Radıyallahu anh)
Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Peygamberimiz, ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebu Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldığında döner, gelirsin.” buyurdu. Fakat Ebu Zer, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki ben bu hakikati müşriklerin ortasında haykıracağım!” dedi.
Ahmet POÇANOĞLU
Emekli Konya İl Müftüsü

26. HADİS
حديث ابي زرجندب بن جنادة ابن سفيان الغفاري الكناني عن المعرور قال: لَقِيتُ أبَا ذَرٍّ بالرَّبَذَةِ، وعليه حُلَّةٌ، وعلَى غُلَامِهِ حُلَّةٌ، فَسَأَلْتُهُ عن ذلكَ، فَقالَ: إنِّي سَابَبْتُ رَجُلًا فَعَيَّرْتُهُ بأُمِّهِ، فَقالَ لي النبيُّ صَلَّى اللهُ عليه وسلَّمَ: يا أبَا ذَرٍّ أعَيَّرْتَهُ بأُمِّهِ؟ إنَّكَ امْرُؤٌ فِيكَ جَاهِلِيَّةٌ، إخْوَانُكُمْ خَوَلُكُمْ، جَعَلَهُمُ اللَّهُ تَحْتَ أيْدِيكُمْ، فمَن كانَ أخُوهُ تَحْتَ يَدِهِ، فَلْيُطْعِمْهُ ممَّا يَأْكُلُ، ولْيُلْبِسْهُ ممَّا يَلْبَسُ، ولَا تُكَلِّفُوهُمْ ما يَغْلِبُهُمْ، فإنْ كَلَّفْتُمُوهُمْ فأعِينُوهُمْ
Ebu Zer Cündeb İbn-i Cünade El- Ğifari radıyallahü anh hadisidir. Ma’rur’dan rivayet edildiğine göre o şöyle dedi:
“Ebu Zer’ ile Rebeze’de karşılaştık. Kendisinin ve kölesinin üzerinde bir hülle vardı. (Pahalı iki parçadan ibaret olan elbise.) Ona bunun sebebini sorduğumda, “Bir adama sövdüm, onu anasından dolayı ayıpladım. Bunun üzerine Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bana, ‘Ebu Zer’! Onu anasından dolayı ayıplıyor musun? Gerçekten sen kendisinde cahiliye (ahlakı) olan birisin. Kardeşleriniz sizin hizmetçilerinizdir. Allah onları sizin elinizin altına (idarenize) verdi. Kimin elinin altında kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacakları şeyler yüklemeyin. Şayet onlara bir iş yüklerseniz kendilerine yardımcı olunuz.’ dedi.”
BU HADİSTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ
Tabiinden Ma’rûr b. Süveyd, Ebu Zer’i ziyarete gider. Ebu Zer’in üzerindeki giysinin bir parçasını hizmetçisinin giydiğini görünce, “Kumaşın yarısını hizmetçine vermeseydin güzel bir elbisen olurdu, ona da başka bir elbise verirdin…” der. Ziyaretçisinin bu sözü üzerine Ebu Zer, başından geçen şu olayı anlatır:
“Bir gün Bilâl-i Habeşî ile tartıştık. Bilâl’in annesi Habeşli (zenci) bir kadındı. Ve ben ‘Kara kadının oğlu!’ diyerek ona sataştım. Bilâl de gidip Allah Rasulü’ne beni şikâyet etti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v), ‘Ey Ebu Zer! Onu annesinden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hala cahiliye (den izler) bulunan bir kimsesin.’ diye bana çıkıştı ve ardından, ‘(Köle) kardeşleriniz, Allah’ın sizin emrinize verdiği hizmetçilerinizdir. Her kimin kardeşi emri altında bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerini aşan işler yüklemeyin. Eğer ağır işler yüklerseniz onlara yardım edin.’ dedi.
Bu hadis-i şeriften İslam dininin hayatın her alanını kapsayan bir ahlak ve edep dini olduğunu öğreniyoruz. Dinimiz İslam’ın insanlığa sunduğu evrensel değeri; insanlar arasında renk, cinsiyet ve coğrafya farklılığı gibi fiziksel sebeplere bağlı bir hiyerarşisinden söz edilemeyeceği sadece takvaya bağlı olarak insanlar arasında derece farkı olabileceğini öğreniyoruz. Ancak bu türden bir faziletin de sosyal ilişkilerde üstünlük getirmeyeceğini, takvanın mükâfatının ahirette olacağını da anlıyoruz. Bir de insanlar arasındaki soy ve cinsiyet farklılıklarını alay konusu yapmak ve insanları aşağılamanın Allah’ın yaratmadaki hikmetini görmemek manasına geldiğini ve cahiliye kalıntısı olduğunu öğreniyoruz. Öyle ki Allah, ırk ve benzeri fiziki özelliklere bakmaksızın insanları inanç ve davranışlarının değerine göre eşit bir şekilde mükafatlandıracak veya cezalandıracaktır. Irkçılık, insana karşı bizzat onun kendi tercihine dayanmayan bir özelliğinden dolayı, iftira ve apaçık günahtır. Yeryüzünde haksız olarak üstünlük taslayanlar veya diğer insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak isteyenlerin ahiret yurdundan nasipleri yoktur.
Bu hadis-i şeriften; yaşadığımız çağda dünyanın en büyük insani sorunlarından olmaya devam eden dile, dine, renge ve ırka dayalı ayrımcılığa karşı sahip çıkmamız, bütün insanlığa ulaştırmamız ve öğretmemiz gereken sesin, Rasulullah’ın (s.a.v) Arafat Meydanı’nda insanlığa seslendiği, “Ey insanlar! Biliniz ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir” hutbesi olduğunu yeniden öğreniyor ve anlıyoruz.
Müslümanlar, işvereniyle, işçisiyle, işsiziyle, hür ve kölesiyle kardeştirler. “Kardeşleriniz, sizin hizmetçilerinizdir” ifadesi çok anlamlıdır. Allah’ın Resulünün, köleleri ve hizmetçileri sadece ‘insan’ olarak değil, ‘kardeş’ olarak takdim etmesi son derece manidardır. Kardeşler arasında maddi durum, mevki ve makam ne olursa olsun, şefkat ve merhamete dayalı dayanışma ve yardımlaşma esastır. Bu yaklaşımı hayatında ideal biçimde uygulamış olan Allah’ın Rasulü (s.a.v), şöyle buyurur:
“Üç şey vardır ki bunlar kimde bulunursa Allah onu koruması altına alır ve cennete koyar: Güçsüzlere yumuşak davranmak, anne babaya şefkat göstermek ve elinin altında bulunan hizmetlilere iyi muamelede bulunmak.”
Özetle şunu söylemeliyiz ki işverenler işçilere iyi davranacak, onlara şefkat gösterecek, giyimini, iaşesini karşılayacak ve her konuda anlayışlı davranarak yardımcı olacak, onları ‘kardeş’ olarak görerek samimi olacak, haklarına riayet edecek, yaptıkları işlerin karşılığını geciktirmeden verecek,yediğinden yedirecek, giydiğinden giydirecektir. Onlara yapamayacakları ağır yükler yüklemeyecektir. Şayet onlara bir iş yüklerse kendilerine yardımcı olacaktır. Buna karşılık işçi de işverenin ona gösterdiği bu samimi davranışları suistimal etmeyecek, vazifesini en güzel şekilde yerine getirecek, onun malını kendi malı gibi koruyup gözetecektir. Karşılıklı olarak samimi bir şekilde yürüyen bu dayanışma ve iş barışı sonucunda, üretim en üst seviyeye ulaşmış olacak, böylece Müslümanların bugün düşmüş oldukları zillet ve meskenetten kurtuluş için yol almış olacaklardır.
EBU ZER el-GIFÂRÎ (Radıyallahu anh)
Ebu Zer, künyesiyle meşhur olmuştur. Asıl adı, Cündeb İbn-i Cünâde İbn-i Süfyân el-Gıfârîdir. İsminin cündeb olduğuna şu hadis şahitlik eder: Hz. Peygamber beni yüzüstü yatarken ayağıyla dürtüp “Ey Cündeb! Bu ateş ehlinin yatışıdır” (İbn Mâce, Kitabü’l Edeb 25.) dedi.
Babasının adı Cünade, annesi ise Ebu Zer’in gayreti ile Müslüman olan Remle bint Vakıâ’dır (r.anha). Ebu Zer’in kabilesi Gıfâr, cahiliye döneminde yol kesme soygun ve gasp ile meşhur olmuş olan Mekke yakınlarındaki bedevi bir kabile idi. Ebu Zer kavminin bu hayat tarzına ayak uydurmuştu ancak Gıfâr halkı gibi putlara tapmaz, onlardan nefret ederdi. Ebu Zer, Hz. Peygamber’in bir olan Allah’a inanmaya davet ettiğini duyunca Mekke’ye gitti. Mekke’ye vardığında günlerce Kâbe’nin civarında bekledi ve geliş amacıyla ilgili hiç kimseye bir şey söylemedi, peygamber olduğunu iddia eden zatı gözetlemeye başladı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatına devam etmeye başlamıştı. Bir gün Hz. Ali, Kâbe’nin yanından geçerken, Ebu Zer gözüne takıldı. Hâlinden garip ve yabancı olduğunu anladı ve misafir olarak evine davet etti. Geliş amacıyla ilgili ilk iki gün hiçbir şey söylemeyen Ebu Zer, üçüncü gün Hz. Ali’nin sorusu üzerine, “Peygamberlik iddiasında bulunan birisinin haberini aldım ve onu görmek için buraya geldim.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali, kendisini ona götürebileceğini ifade etti. Tebliğin ilk yıllarında davetin gizliliği gereği Hz. Ali onu kimseye görünmeden Hz. Peygamber’in huzuruna getirmeyi başarmıştı. Ebu Zer, Rasulullah’ı (s.a.v) görünce tereddüt etmeden iman etti ve Müslümanların dördüncüsü veya beşincisi oldu.
Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Peygamberimiz, ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebu Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldığında döner, gelirsin.” buyurdu. Fakat Ebu Zer, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki ben bu hakikati müşriklerin ortasında haykıracağım!” dedi.
Kâbe’de Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş cemaati!” dedi, “Beni dinleyin. Biliniz ki ben Ebu Zer, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulü olduğuna kesin olarak şehadet ediyorum” dedi ve meydan okudu. Bunu duyan azgın müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla Ebu Zer’in üzerine saldırdılar. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi. Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas, Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz? Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfar kabilesindendir.” deyince onu bıraktılar.
Ebû Zer bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Hz. Peygamber’in ona tavsiyesi üzerine, kendisinden öğrendiklerini kavmine öğreterek onların hidayetine vesile oldu. Annesi, kardeşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.
Bedir ve Uhud Savaşları’nın bitiminden sonra Hz. Peygamber’e daha yakın olmak için Medine’ye hicret etti. Ashâb-ı Suffe ile Mescid-i Nebevî’de yatıp kalktı. Her an Hz. Peygamber’in yanında ve hizmetinde bulundu. Hatta Ashâb-ı Suffe akşam yemeklerinde zengin sahibelerin evlerine dağıtıldığı zaman bile o hep Resul-i Ekrem’in evine misafir olurdu. Hz. Peygamber’in, ona karşı ilgisinden bahseden Ebü’d-Derdâ (r.a) “Hz. Peygamber hiç kimseye güvenmediği kadar ona güvenir ve hiç kimseye vermediği sırlarını ona verir, onu gördüğünde onunla hemen konuşmaya başlar, onu görmediğinde nerede olduğunu sorardı” demektedir. Ebû Zer (r.a) “Gök kubbenin altında ve yeryüzünde ondan daha doğru sözlü ve daha vefalı kimse yoktur.” şeklindeki Peygamber övgüsüne mazhar olmuştu. Allah Rasulüne yakınlığı sebebiyle bazen ondan “dostum” diye söz ederdi. Hz. Peygamber’den aldığı ve öğrendiği bu ilimle Allah yolunda savaşmayı bir yaşama biçimine dönüştürdü. İnandığı doğruları söylemek ona bedeller ödetse de Hz. Peygamber’in “kınayıcıların kınamalarından korkma” prensibinden asla vazgeçmedi. İslam ordusunun katıldığı en çetin savaşlardan biri olan Tebük’e katılarak samimiyet testini geçmiştir. Tırnakları ayaklarına batmış, sırtının derileri soyulmuş bir binek ile ordudan çok gerilerde kalan Ebu Zer, gençlik yıllarının verdiği tecrübe ile yükünü sırtına almış ve bineğini terk edip yürüyerek orduya yetişmesini bilmiştir. Ebu Zer orduya yetişince Hz. Peygamber onu tarih boyunca tanımlayacak “Allah Ebu Zer’e merhamet etsin, yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşredilir” sözünü söylemiştir. Nitekim yıllar sonra bu sözü vefatını haber alan Abdullah b. Mes’ûd gözyaşları içinde tekrar etmiştir. Ebu Zer Mekke’nin fethinde Hâlid b. Velîd komutasında şehre giren ordunun sağ cenahında yer alan kabilesinin sancağını taşımıştır. Kur’an’ın inzalinden önce çöl hayatı yaşama ve hayvanları yetiştirmekten başka hiçbir şey bilmeyen, hatta bir sayfa bile okumamış olan Ebu Zer, Kur’an’ın inzalinden sonra Resulullah’tan (s.a.v) öğrendiği ilimle mürüvvet sahibi, başkalarına iyilik yapabilmek için hayatını dahi çekinmeden ortaya koyan, Allah için savaşan bir mücahide dönüşmüştür.
Hz. Peygamber vefat ettikten sonra özellikle Hz. Ömer döneminde fetihlerin çoğalması, yeni kültürlerle tanışılması ve elde edilen ganimet mallarının çoğalması Müslümanların saadet devrindeki sade hayattan yavaş yavaş uzaklaşmasını getirmişti. Ebu Zer bu hayat tarzını benimsememiş, yaşanan bu değişime ayak uydurmamış ama Allah’ın dinini yaymak için cihat etmekten bir an dahi geri durmamıştır. Ebu Zer’in, Hz. Ebu Bekir’in vefatından sonra birçok sahabenin yaptığı gibi cihada katılma ve İslam’ı dünyanın dört bir yanına ulaştırma azmiyle Medine’den ayrılarak Şam’a yerleştiği görülmektedir. Ebu Zer, Şam’da kaldığı müddetçe zamanının çoğunu mescitte geçirmiş; ibadetin yanında Hz. Peygamber’den duyduğu hadisleri insanlara anlatmıştır. Bununla birlikte Allah yolunda cihad için sürekli hazır beklemiştir. Hz. Ömer döneminde Kıbrıs ve Mısır’ın fetihlerine katılmış, kendisine verilen maaşın büyük bir bölümüyle savaşta kullanılmak üzere birçok at beslemiş ve bunları dönüşümlü olarak savaşlarda kullanmış, binek sahibi olamayan diğer Müslümanları da faydalandırmıştır.
Suriye’de bulunduğu sıralarda Hz. Muaviye’nin bazı harcamalarını ve Müslümanların ihtiyaç fazlası mallarını Allah yolunda sarf etmeyip biriktirmelerini (kenz) şiddetle eleştirmiştir. Hz. Muaviye’nin oluşturduğu ekonomik sistemin fakir Müslümanları gittikçe içinden çıkılmaz bir duruma soktuğunu düşünen Ebu Zer, halife ile karşı karşıya gelme hatta sürgün edilme pahasına tepkisini dile getirmiştir. Bu nedenle Suriye Valisi Hz. Muaviye ile araları açılmıştır. Bu durumu Hz. Osman’a bildirilince Hz. Osman, Ebu Zer’i Medine’ye çağırmış, görüşlerini açıklamaktan orada da vazgeçmemesi üzerine; Medine’ye 3 mil mesafede, Mekke yolu üzerindeki bir su kenarında bulunan Rebeze’ye gidip orada yaşamasını uygun görmüştür. Ebu Zer’in eleştirisi nasihat niteliğindedir ve içeridendir.
Ebu Zer el-Gıfârî, 32 yılının Zilhicce ayında (Temmuz 653) Rebeze’de vefat etti. Cenaze namazını, bir kafile ile oradan geçmekte olan Abdullah b. Mes’ûd kıldırmıştır. Evinde Ebu Zer’e yetecek kadar kefen bezi bulunmadığı, kafiledeki bir gencin onu kendisine ait bezlerle kefenleyip cenaze namazını kıldırdığı da nakledilir. Bir rivayete göre ise cenaze namazını Cerîr b. Abdullah kıldırmıştır. Diğer bazı sahibiler gibi Ebu Zer’in de İstanbul’da Ayvansaray semtinde bir makam-kabri bulunmaktadır. Ebû Zer (r.a) Rasulullah’tan (s.a.v) tekrarlarıyla 281 hadis rivayet etmiş, bu Hadislerden 14’ü Buhari, 19’u Müslim Sahihlerinde yer almış, 12 hadiste de Buhari ve Müslim ittifak etmişlerdir.
Son söz olarak şunu söylemek gerekir ki İslam tarihinin temel kaynakları, Ebu Zer’in hayatını bir bütün olarak doğru bir şekilde bize aktarmayı uygun görmemişler, modern zamanlarda yazılanların büyük bir kısmı ise tarihi rivayetlerin çelişkilerini görmezlikten gelerek, Ebu Zer’i daha çok İslam sosyalizmine dair söylemlere alet etmişlerdir. Bazıları Ebu Zer’in hayatındaki devrimcilik yönünü öne çıkarırken, bazıları da onu bir zahit olarak takdim etmeye çalışmıştır. Bazıları ise zenginlerden nefret eden, kin ve intikam peşinde koşan bir şahsiyet olarak sunmuştur.
Bütün bunlar, Ebu Zer’in kişiliğinden çok, yazarların kendi düşüncelerini meşrep ve mezhebi görüşlerini yansıtmaktadır. Ebu Zer (r.a) İslam ümmetinin kutup yıldızlarındandır. “Gök kubbenin altında ve yeryüzünde ondan daha doğru sözlü ve daha vefalı kimse yoktur” cümlesiyle Peygamber (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuştur.
Ebu Zer (r.a) konusunda ciddi araştırmalara duyulan ihtiyaç artarak devam etmektedir.
Allah O’ndan razı olsun.