Seyr-i sulûk’ta makamların en yücesi Allah sevgisi’dir der İmam Gazâlî hazretleri. Ruhun dirilişi ancak bu sevgiyle kaimdir. Müminlerin en sevdiklerini kaybettiklerinde de hayata tutunmaları asıl sevgilinin Hayy ve Kayyûm oluşuyla bağlantılıdır.
Mülayim Sadık Kul

Ölüm bize gerçekten neyi hatırlatır ya da haykırır! Bunu her ölümle birlikte kendimize mutlaka sormuşuzdur? Yakın bir akrabanızı ya da dostunuzu kaybettiğiniz de içinizden kopan nedir? Nefesinizi kesen, derinden derine hissettiğiniz ince sızı nedir? Tarif edebilir misiniz? Hele bir de bu ölüm hiç beklemediğiniz bir anda ve barbarlıkta gerçekleşmişse bu acıyı ölçecek hangi vicdan hangi mizan vardır ki? Yaşanılan bir çok duygu gibi bu da şahsidir ve insan bunu kendi içinde farklı farklı yaşar?
İnsicam’ın bu sayısı Doğu Türkistan konulu olunca kafam günlerdir ümmetin acizliğinin yeniden tescillendiği bu coğrafyayla meşguldü? Mustafa Hocam beni arayıp yazını ne yaptın dediğinde de aklımda yine bu soru vardı? Hocam seni konuyla sınırlandırmıyoruz deyince aslında hayatın tümünü kuşatan daha kapsamlı bir mesele zaten zihnimde cirit atıyordu. Ölüm… Varoluşumuzun sırrını bize haber veren yaratılışın diğer yarısı, varlığın diğer kapısı. Ölüm ümmetin her karış toprağında kol geziyordu.
Kudüs gibi bir zamanlar Osmanlı toprağı olan coğrafya gün geçmiyordu ki yeni bir zulümle güne uyanmasın. Yeryüzü, kendilerine emanet edilenler tarafından vazifelerini yapmaktan aciz kalmıştı. Bu acziyete eklenen iki farklı tecrübe şimdilerde bizim de gündemimizdi. Bir tarafta bir aydır yoğun bakımda hayata tutunmak için mücadele veren anam, diğer tarafta bu acının üstüne kabus gibi çöken aklın ve vicdanın dehşete düştüğü insanlığın iflas ettiği bir vahşet.
Sabah namazıyla birlikte gönlümde kurguladığım başlık Ölümün Sessiz Çığlığı’ydı. Ama yoğun bakımdaki anam gözümün önüne gelince Ölümün Soğuk Yüzüne dönüştü. İlk başlığı hatırlatan dün abimle birlikte ikinci defa taziye ziyaretinde bulunduğum Mustafa Kasadar Hocam’ın ve ailesinin maruz kaldığı zor imtihandı. Bugün, her ikisi de Ahmet olan iki dostumla yeniden ziyaret imkânı bulduk. Vahşetin boyutları insan hafsalasına sığmayacak kadar büyüktü. Ama derler ya “Ateş düştüğü yeri yakar”, ben de bu atasözünü bugün iliklerime kadar hissettim. Yarım asrı geçen ömrümde hiçbir taziye ziyaretinde kendimi bu kadar aciz hissetmemiştim. Şu anda bile bu satırları yazarken göz yaşlarıma mani olamıyorum. Hayatta bazı acılar var ki bunların ne tarifi ne telafisi ne de tesellisi kelimelere sığmayacak kadar büyüktür. Hani “Allah düşmanıma bile vermesin!” diye yapılan bir dua vardır ya, bu da işte öyle bir durum. Kasadar abinin ailecek başına gelen de böyle bir imtihan ve böyle tarifsiz bir acı.
İmam Hatip yıllarından beri Mustafa Kasadar abimiz hem kendi yetiştirdiği gençliğin hem de bizim Kasadar abimizdir. Ondan bahsederken adı ve gayreti Kasadar Abi ismiyle markalaşmıştır desek abartı olmaz. O günün efsane isimlerinden birisi de Mülayim abi gibi Kasadar abiydi. Kendisiyle tanışıklığımız gençliğimizin o en güzel günlerine kadar giden bir dostluktu. İmam Hatip sonrası ben hep gurbette olsam da ilişkimiz devam etti. Arapçadan tercüme ettiğim ilk kitap onun teklifiyle gerçekleşti. Her ilim talebesi gibi bizdeki kitap düşkünlüğü yolumuzu bir zamanların İslami kitaplar çarşısı diyebileceğimiz Beyaz Sarayı’na hep düşürdü. Onun Ravza adıyla markalaşan küçük kitabevi de benim mutlaka uğradığım en önemli duraklardan biri oldu. Kitapçılar çarşısı değişti ama bizim dostluğumuz ve ziyaretlerimiz devam etti.
Kasadar abinin başına gelen evlat acısı tüm dostlar gibi beni de gurbet yurdunda vurdu. Çocuklarımla birlikte “Nasıl olur?” sorusu bizi de çaresiz bıraktı. İnsan, gerçek olduğunu bildiği halde inanmak istemez ve sanki hadisenin bir rüya ya da yanlışlık olmasını canı gönülden ister ya, işte öyle çaresiz bir hal-i pür melal. Yine de gücümü toplayarak Mustafa abinin büyük oğlu Ömer Faruk’u aradım. Kader ve takdiri ilahi dedim. Evladımızın şehadetini tebrik etmeye çalıştım. Zaten daha fazla söylenecek söz de yoktu.
Bu gibi durumlarda tek teselli gönüldeki teslimiyet ve imandır. Kasadar abi de içini acıtanın evladının ölümü olmayıp, evladına reva görülen vahşet olduğunu farklı şekillerde ifade etmiştir. Her iki ziyaretimizde de buna tekrar tekrar vurgu yaparak içindeki büyüyen yangını dile getirdi. Kafa derisini yüzmek ne demek? Ölen evladının tanınacak bir yüzünün olmaması nasıl bir imtihan ve acıdır ya Rab!
Bu acıyı hafifletmek için taziyede hangi sözler edilir bilen varsa buyursun… Bu cennete gitmekte acele eden şehit evladımızın değişmez kaderiydi elbette. Kasadar abi ve ailesi de bu kadere boyun eğmekle birlikte içlerinde gün be gün volkanlaşan bu yangına bir teselli ve cevap arıyordu. İşte şimdi sabır zırhını iman köşküne kalkan kılma vaktiydi.
İmtihanın diğer veçhesi de sizin varlık sebebiniz olan sevdiklerinizden birinin ölümünü hissetmek ve hayattan nefes nefes kopuşuna şahitlik etmektir. Bayramdan iki gün önce anne ve babamı da alarak köye gitmek üzere yola çıkacak olan bacımın attığı mesaj hepimizi şok etti. Anacığım yıllardır yaşlılıkla birlikte gelen birçok hastalık yanında bir de Alzheimer denilen imtihanla mücadele ediyordu. Şimdi de beyine pıhtı atması sebebiyle sol tarafı felç olmuş olarak yoğun bakıma alınmıştı. Yaz ve yayla ile ilgili tüm planlar asıl kader planına irca olmuştu.
Gurbette olduğunuzu en çok işte böyle durumlarda hissediyorsunuz. En sevdiklerinizin acısına ortak olamıyorsunuz. Bazen cenazesine bile yetişemiyorsunuz. Anacığım yaylaya gidecekken yoğun bakıma alınmış ve süreç meçhule doğru yelken açmıştı. Doktor abim konuyu anlamadığımız için her gün bir umut diye “Anam nasıl?” sorusuna “Ne bekliyorsunuz? Bu sonucu belli olmayan uzun bir süreç” diye karşılık verdiğinde endişemiz daha da artıyordu. İşte biz bu gelgitlerle Türkiye’ye geleceğimiz günü beklerken Kasadar abinin ailesinin yaşadığı dram bizim de gönlümüze kor bir ateş olarak düşüverdi. Acılar elbette birbiriyle karşılaştırılmaz ama bu acı, hiçbir acıyla kıyas götürmeyecek çaptaydı. Kendi acımızı çoktan unutmuştuk bu acının dehşetiyle.
Biz abilerimizden Bahattin Abi, Mülayim Abi ve Akif Babalı’yı, dostlarımızdan Tekiner’i, Bilal’i kaybettiğimizde her birinde tarifi olmayan bir sızıyla güne uyandık. Artık dünya sürgünü bu dostlar olmadan devam etmek zorundaydı. Ama bu ölümlerden her biri, acı da olsa beklenen ve ölümün şehadet olduğunu ölene ve yakınlarına müjdeleyen bir tarafı vardı. Bu ölümler de zamanla acısı azalsa da her hatırlandığında acısı tazelenen cinstendir. Mülayim abim benim her Türkiye ziyaretimde içimde dolmayan bir boşluktur. Onların kabir ziyaretleri acıyla karışık bir huzur vesilesidir bugün bile.
Bu saydığımız isimler kendi dönemlerine gecenin karanlığında yol gösteren çoban yıldızı gibi ümmetin ve bizim gençliğimizin pusulalarıydı. Hayat, iman ve cihat parolasıyla bir ömür mücadele ettikten sonra ölümleri de bu güzel insanlara ve yaptıklarına en büyük şahitler oldular. Bizler de yakın dostları olarak şahitliğimizi izhar sadedinde ve günümüze de ışık tutmaya devam etsinler diye bu güzel insanların hatıralarını bir araya getirmeye çalıştık. Mülayimce Bir Ömür ve Bahattin abinin dostları eliyle yayınlanan kitap, buna bir örnek teşkil etmesi niyazımızdır.
Mustafa Kasadar abimizi ziyarette bu güzel insanlar da ortak dostlarımız olarak yad edildi. Özellikle Akif Babalı abimizle ilgili söyledikleri mutlaka yazıya geçirilmesi gereken önemde. Bu hatıralar yaşayanlarla birlikte unutulmaya mahkum olmamalı düşüncesindeyiz. Ümmetin ümmete olan bir borcu da bu vazifeyi bihakkın yerine getirmek olmalı.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz “Lezzetleri (bıçak gibi) kesen/bitiren ölümü çok hatırlayın!” (Tirmizî, Zühd, 4) buyuruyor. Hayat, insanı farklı imtihanlarla yüzleştiriyor. Ölümü unutan insanlar mahkem-i kübrayı unutarak hesaplarını zorlaştıracak, yüzlerini karartacak hatalar işleyebiliyor. Gaflet, insanın kendini ve Rabbini unutma halidir. Bu sebeple Allah mahşer günü her şeyi kuşatan rahmetinden mahrum olanları işte bu sebeple mahrum bırakacağını hatırlatıyor. (A’râf 156)
Gafletten uyandıran en güçlü silah ölümdür. Bir yakınını kaybeden insan ölümü, sevgisinin büyüklüğü nispetince gönlünde hisseder. Hayat bir anda anlamını kaybetmiş gibi olur. Sevdikleriniz hayatınıza anlam katan en önemli sebeplerdir. Onların yokluğu hayatla olan bağlarınızın da zayıflaması anlamına gelebilir.
Tüm sevgiler ve aşklar onunla anlamlıdır. O BAKİ OLDUĞUNA GÖRE BİZİ ONA GÖTÜREN VESİLE MESABESİNDEKİ DİĞER SEVGİLİLER ASLINDA ÖLÜNCE DİRİLİRLER.
Rahman ve Rahim olan Allah bu hakikati şöyle dile getirmektedir: “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.” (Bakara 154) Her ne kadar bu ayetin Bedir şehitleri hakkında varit olduğu bazı müfessirler tarafından ifade edilmiş olsa da mananın kıyamete kadar şehit olan herkesi kapsadığı müsellemdir.
Dolayısıyla Mevlana, Allah dostları için ölümü sevgiliye kavuşma manasında Şeb-i Arus olarak vasıflandırmıştır. Ölümün ebedi hayata geçiş olduğu ve dolayısıyla bunun insan hayatındaki ebedi serüvenin tabi bir parçası olduğu bilinmektedir.
Bugünlerde okumakta olduğum Sezai Karakoç’un Mehmet Akif kitabında ölümle ilgili tespiti çok manidar. O çekilen çilenin aslında bir ömür boyu süren doğum sancısı olduğu kanaatindedir. Söz konusu olan Mehmet Akif olsa da bu genel manada her mümin için anlaşılabilecek bir tespittir. “Çektikleri çile bir ömür süren bir doğum sancısıdır. Ne zaman ki ölürler, işte o zaman tam doğmuş olurlar.” (Mehmet Âkif, s. 56)
Çilelerin en sevgiliye götüren en kestirme yol olduğunu, şefaat uzmanın sahibi En Sevgili bizlere müjdelemektedir. Kendisiyle beraber olmak istediğini beyan eden bir sahabeye, “Öyleyse çileye/sınanmaya hazır ol!” dediği bilinmektedir. Dolayısıyla da gerek anamın şu anda çektikleri ve gerekse Kasadar Hocamızın maruz kaldığı bu zorlu imtihan, böyle bir müjdeyi de kendi içerisinde barındırmaktadır.
Anamın yanına her gün sadece bir kişi ve o da ancak 10-15 dakika girebilmektedir. Geldiğimden beri ben de diğer kardeşlerden fırsat buldukça iki defa girebildim. Anamın konuşmaya takatsiz hali ve kendine geldiğinde çektiği acıyı hissettiren yüz ifadesi hem kendi çaresizliğini hem de bizim çaresizliğimizin açık ispatıydı. Arada bir dudaklarından dökülen “Allah” zikrullahı ve “Kurtar beni Rabbim!” yakarışı insanın tüm acziyetini ifade etmekteydi. Arada bir kardeşlerime “Beni çıkarın” dediği gibi bazen de kaderine razı olmuş boyun büküşü, insanın her hatırlayışında hüzünlendiği çaresizlik anlarımız. Dile kolay sekiz çocuğu birçok Anadolu insanı gibi İstanbul keşmekeşinde kimseye muhtaç etmeden büyütebilmek. En büyük başarıları da bu çocukların her birinin ehl-i kıble olmalarıdır. Onların az bilgileriyle başarabildiklerini aldıkları esaslı eğitime rağmen başaramayan bizim nesil “Analarımız bunu tüm imkansızlıklara rağmen nasıl başardı?” muammasıyla karşı karşıyadır. Onlarda olup da biz de eksik olan nedir? sorusu pek çok arkadaş gibi bu fakirin de tam cevaplayamadığı bir meseledir.
Anam seksen yıllık ömrün sonbaharında, son sınavını Rabbimin lütuf ve keremiyle başarıyla atlatacaktır. Duamız ve ümidimiz budur. Her şeyi rahmetiyle kuşattığını müjdeleyen Rabbim, elbette ömrü İslam davasına hizmetle geçmiş ve bunun için evlatlarının salah ve istikametinden başka hiçbir derdi ve beklentisi olmamış anamı da içine alacaktır. Dostlarımdan da istirhamım anamın ebedi saadeti için dualarını esirgememeleridir. Hani dile söylemek zor gelse de “İki hayırdan biri” niyaz makamındayız. Elbette gönül kendine geldiğinde “Haydi beni yaylaya köye götürün!” diyen anama inşallah deyip dua etsek de durum her şeye hazırlıklı olma zamanıdır.
Türkiye’ye gelir gelmez elbette ilk işimiz anamın yanına koşmak oldu. Bir zamanlar hayattayken kıymetini bilemediğimiz görüşme zamanı dakikalarla sınırlandırılmıştı. Anam ben evden her çıkışımda, “tabi seni ben doğurmadım, arkadaşların doğurdu, hemen git onların yanına!” siteminde bulunurdu. Son zamanlarda anamın sağlığının iyice bozulduğunu dikkate alarak daha çok anam babamla vakit geçirmeye çalışsam da şimdiki yoğun bakım durumu hepsinden çok farklıydı. Onun melül bakışları ve yalnızlığı her hatırladığımda kanıma dokunuyor, çaresiz sadece dua edebilmek de teselli etmiyor. İşin doğrusu bu izolasyon halini anlamaya çalışsam da hasta için ne kadar anlamlı diye sorgulamaktan da kendimi alamıyorum.
Bu tedirginlikler içerisinde uzun süredir hasta olan kayınpederini kaybeden kardeşim hafız Metin’e taziye ziyaretine gittiğimizde ikindi namazını Eyüp Sultan’da eda etmek nasip oldu. Ezanı beklemek için safa girip oturduğumuzda eskimez dost mahalledaşım Fesih kardeşimin de aynı safta olduğunu görüp mutlu oldum. Namaz çıkışında Kasadar abimiz söz konusu olduğunda M. Abi’nin de Hasan kardeşimle birlikte taziyeye gittiği bilgisini verdi. Aslında Kasadar abiye, abimle birlikte taziye ziyaretine gitmeyi planlamıştık. Ama bu fırsatta kaçmaz diyerek babamla birlikte hep beraber ilk ziyaretimizi gerçekleştirdik. Daha önce de ifade ettiğim gibi hayatımın en zor taziye ziyaretiydi. Söylenecek her söz, sanki malumun ilamı ve bilinenin zoraki tekrarı gibiydi. Buna rağmen kısa da olsa bir Fatiha okuyarak ziyaretimizi gerçekleştirdik. Cuma’nın bereketine bereket katmıştı bu kısa ziyaret.
Dün itibariyle de abimle planladığımız ikinci ziyareti gerçekleştirdik. Abim Bakırköy İmam Hatip’in ilk mezunlarındandı. Kasadar abi de üçüncü dönem mezunuydu. Dolayısıyla onların tanışıklıkları aslında daha da kadimdi, her ne kadar benim hukukum kadar ilerlemiş bir hukukları ve dostlukları olmasa da.
Dükkâna yaklaştığımızda Mustafa Abi de bir Hocaefendi’yi yolcu etmekle meşguldü. Selamlaştık ve Ravza’ya girdik. İçerde Cemal Balıbey abinin de olduğunu görmek bizi mutlu etmişti. Dolayısıyla söze başlama zorluğumuzu, Cemal abinin varlığı kolaylaştırmıştı. İlk ziyaretimiz gibi bu taziye de zordu. Bazen içeriyi tam bir sessizlik kaplıyordu. Herkes sözünü kendi içinde söyleyip, duygular dudaklar vasıtasıyla kelime kalıplarına dökülmeksizin gönüller birbiriyle halleşiyordu.
Derken iki dostla birlikte önce İMH’de Mehmet abi ve Mustafa Özel hocamı ziyaretten sonra yeniden Kasadar abinin yanındaydık. Gizli bir güç beni onun yanına çekip duruyor gibiydi. Sanki her gidişimde kalbimin biraz da olsa teselli olduğunu hissediyordum. Son ziyarette o da öncekilere nispetle daha fazla gönlünü açtı. Bundan cesaret alarak ben de “Abi, evladının şehadeti sonrasında içini acıtan, olsaydı da şunu da yapsaydık dediğin bir şey var mı? Bize ne tavsiye edersin?” diye sorduğumda, kendine has bakışıyla gözlerime bakıp “Hasret!” dedi ve ağlamaya başladı… “Çocuklarım içinde bana itiraz etmeyen, şimdiye kadar beni hesaba çekip sorgulamayan çok efendi bir çocuktu. Birbirimize doyamadan gitti… O küçükken Sultançiftliği’nde oturuyorduk ve ben eve çok geç gidiyordum. Gençliğinde de yedi yıl İhramcızade Kur’an Kursu’nda okudu, yine birbirimizden uzak kaldık. Şimdi artık evde derken ayrılık vakti umduğumuzdan çok erken geldi, birbirimize doyamamanın hasreti içimde…”
Gönlündeki yarayı yeniden kanatmış olmakla birlikte, hep birlikte hem şehidimize ve hem de tüm geçmişlerimize Fatihalar gönderdik. Pakistan’da kardeşimiz adına açılacak kuyu müjdesiyle de ziyaretimizi bitirip Sümbül Efendi Kursu’na doğru yola çıktık. Bir ömür Kur’an hizmeti vermiş ve yakında kaybettiğimiz Kurra Hafız Mustafa Yılmaz Hocaefendi ve Sümbül Efendi’yi ziyaret ederek ruhumuzun paslarından biraz daha arınmaya çalıştık.
Doğu Türkistan ve tüm mazlum coğrafyaların kurtuluşu niyazıyla! Güzel bir ömür ve hüsnü hatime duasıyla Allah’la olun, Allah’a emanet olun!