Vatanseverlikle milletseverlik aynı şey midir? “Nation”dan gelen “nationalism” kavramı da daha çok etnik varlığa değil, vatandaşlığa yakın duruyor. Yakın tarihimizde tüm siyasi oluşumlar kendini bu ikisinin bizdeki karşılığı olarak kullanılan milliyetçiliğe dayandırma gereği duymuştur. Siyasi grupların birbirlerine kıyasıya karşı olduklarına bakılırsa belli ki herkes bu kavramdan farklı şeyler anlıyor.
Kemal KAHRAMAN
Dr., Tarihçi

Bir zamanlar Almanya’daki ırkçılardan, neo-nazi gruplardan şikâyet ediyorduk. Berlin duvarlarına Turken Raus! (Türkler Dışarı) diye sloganlar yazan, Türk nüfusa saldıran “aşırı” gruplar artık işi büyüterek oldukça yüksek oylara ulaşan siyasi partiler kurdu. Göçmen karşıtlığı genel bir eğilim haline geldi. Yabancıları istemediklerini söyleyen gruplar kendilerini milliyetçi olarak tanımlıyor. Son yıllarda yabancı düşmanlığı bir adım öteye giderek İslam düşmanlığına dönüştü. Yabancıları özenle ayrıma tabi tutuyorlar.
Ülkemizde ne yazık ki Batı’yı her durumda izleme modası devam ediyor. Milyonlarcasını misafir etmekle övündüğümüz Suriyeli göçmenler hakkında bizde de bir kamuoyu tepkisi gelişiyor. Yaşanan ekonomik kriz, Suriyeli göçmenlerin daha da ötekileştirilmelerine yol açıyor. Önceleri muhalefet gruplarının dillendirdiği bu durum artık “muhafazakâr” çevrelerde de kendine zemin bulmaya başladı. Buna “milliyetçiliğin uyanışı” diyebilir miyiz?
İlginç olan, tıpkı batı ülkelerinde olduğu gibi bizde de göçmenler arasında ayrımcılık yapılması. Mesela Ukrayna’dan gelen göçmenler o kadar göze batmıyor. Biz de Almanları örnek alarak “Syrian Raus!” (Suriyeliler dışarı) demeye başladık. Seçimlerde bizde de milliyetçi eğilim prim yapıyor. Sokaklarımızda Osmanlı torunlarına yakışmayan manzaralar yaşanıyor. Herhangi bir AVM’de Türkçe tabela nerdeyse bulunmazken, İzmir Belediyesi’nin Suriyeli işyerlerindeki Arapça- Türkçe tabelaları indirdiğine şahit olduk. Belli ki göçmenler iç siyasetin bir tarafı olarak görülüyor. Suriyeliler “bizim de dedelerimiz Çanakkale tabyalarında yatıyor” diye kendilerini savunmak zorunda kalıyor. Ne yazık ki yabancıların ötekileştirilmesi olgusu, modern dünyanın önemli bir sorunudur. Formül çok açık; ekonomik bir kriz çıktığında “önceden gelenler en son gelenleri” fazla olarak görüyor.
Bu hengamede milliyetçilik üzerine biraz geriye dönerek düşünmekte fayda olduğu kanaatindeyiz. Her dönemin kendine özgü koşulları, muhtevası, kavramsal dünyası oluyor. Son yıllardaki moda deyimiyle “konjonktür” hazretleri kelimelere yüklenecek anlamlara karar veriyor. Milliyetçilik dendiği zaman anlamamız gereken şey de zamana, zemine, kişilere göre değişiyor. Genelde vatanseverlikle eş anlamlı olarak kullanılıyor. Bu daha çok Amerikan kültüründeki “patriot” kavramını çağrıştırıyor. Vatanseverlikle milletseverlik aynı şey midir? “Nation”dan gelen “nationalism” kavramı da daha çok etnik varlığa değil, vatandaşlığa yakın duruyor. Yakın tarihimizde tüm siyasi oluşumlar kendini bu ikisinin bizdeki karşılığı olarak kullanılan milliyetçiliğe dayandırma gereği duymuştur. Siyasi grupların birbirlerine kıyasıya karşı olduklarına bakılırsa belli ki herkes bu kavramdan farklı şeyler anlıyor.
Cumhuriyet devrimizin kurucu partisi, altı temel prensip anlamına gelen altı oktan birisini ona tahsis etti. Bununla kalmadı millet kavramını etnik kimliğe indirgeyerek Orta Asya göçleri, “Güneş Dil Teorisi” gibi konuları öne çıkardı. Bizde Ergenekon efsanesi parlatılırken Almanya’da kendini “nasyonal sosyalist” olarak tanımlayan, fakat “ırkçılık” olarak nitelenen milliyetçilik tırmanıştaydı. Galiba bizim kurucu ittihatçı kadroların “Alamancı” damarı tutmuştu. Bir yandan Almanya’daki Nazi zulmünden kaçan Yahudi akademisyenlere kucak açarken, öte yandan (1931) Balkan oyunlarında Türk sporcuların tribünlere Nazi selamı verdiği görüldü. Türkçülük çalışmalarına ekalliyet denilen azınlık aydınlarından büyük bir katkı geldi. Türkçülüğün öncülerinden Moiz Kohen, damardan girerek öz be öz bir Türk soyadı alıyordu; Tekin- Alp. TDK başuzmanı Agop Dilaçar, Orhun yazıtları ve Kutadgu Bilig üzerine önemli çalışmalar yaparken dilde Türkçeleşme çalışmalarının öncüsü oldu. Latince alfabeye geçilmesinde önemli katkı sağladığı gibi, Atatürk’e bu soyadının verilmesini TBMM’ye teklif eden odur. Milli devlet formülünün en büyük teorisyeni olarak kabul edilen ve kurucu liderliğin fikir dünyasına büyük katkılar sağlayan Ziya Gökalp’in de esasen etnik anlamda Türk kökenli olmadığı bilinmektedir.
Yani önemli olan, bu düşünceyi şekillendiren şahsiyetlerin etnik arka planı değildir. Onları bu fikre sevk eden zamana bağlı nedenler vardı. Bunlardan ilki Fransız ihtilaliydi. Avrupa’da klasik derebeylik sisteminden modern çağa geçerken aynı dili konuşan kültür havzalarındaki yerel feodal yapılar bütünleşme sürecine girmişti. Böylece modern Avrupa’nın sınırları oluşmaya başladı. Klasik imparatorluk sistemleri çeşitli etnik yapıları içinde barındırıyordu. Fransız İhtilali’nin domino etkisiyle farklı egemenlik bölgelerinde kalan etnik gruplar, isyan etmeye başladı. Devlet yapıları yeniden dizayn ediliyordu. Bu kargaşadan büyük savaşlar, liderler, düşünürler ve sanatçılar ortaya çıktı; burada sıralaması mümkün olmayan, modern dünyanın temellerini atan birçok ünlü isim. Büyük filozoflar, ortaya attıkları devlet ve toplum teorileriyle siyasi ve askeri iradeye yön verdi.
Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişi dediğimizde bütün bu olguları bir arada düşünmek zorundayız. İstenen şey, özetle “İttihat” ve “Terakki”dir. İttihat milliyetçiliğe, terakki pozitivizme yol açıyor. Çözülme halindeki toplumda “birlik” sağlanması bir yanda, iktisadi, bilimsel, endüstriyel “gelişme” sağlanması öbür yanda. Osmanlı’da “millet” kavramı tamamen İslami geleneğe dayanıyordu. Esas olan etnik kimlik değil, inanç ve kültürdü. Avrupa’daki “nation”un karşılığı olan vatandaşlık anlamında birleştirici kavram “Osmanlılık” idi. Bugünlerden baktığımızda bize naiflik, saflık gibi görünen Osmanlı sistemindeki zaaflar, esasen işte bu sistemin içinde bir anlam kazanabilmektedir. En kritik noktalarda, dış işlerinde, ticarette, tıp hatta hukuk gibi alanlarda azınlıkların giderek güçlenmesi modernleşme sürecinin doğal bir sonucu olmuştur. Fakat yasal çerçevede Osmanlı idari sisteminin yapacak bir şeyi yoktur. Anlamayı kolaylaştırmak için bugünkü ABD ile karşılaştırılabilir ki zaten ABD’nin kuruluş sürecinde Osmanlı sistemini yakından incelediği bilinmektedir.
Cumhuriyet devrindeki kurucu kadroların hareket noktalarından bahsederken birincisinin Fransız İhtilali olduğunu söylemiştik. Türkçülüğün babası Ziya Gökalp’e ilham veren Orhun Kitabeleri değil, Fransız düşünür Durkheim’di. Söz konusu kitabeleri çözenler Batılı bilim adamlarıydı. Şimdi burada sosyoloji, tarih, felsefe gibi derslerde öğrencilere kök söktüren, yazılması oldukça zor isimleri sıralamak istemiyorum. Ne olduysa olmuş, bizimkiler modernleşme deyince daha çok Fransız tarzı yaşam biçimini anlamışlar. Bilimsel, teknolojik, hatta ekonomik “terakki” konusunda ya kanmışlar ya da kandırılmışlar. Milliyetçilik kavramıyla birlikte bonus olarak jakobenliği de almayı ihmal etmemişler.
Başlangıçta yapılması gereken önemli bir iş vardır. O da Osmanlı “millet” anlayışını ortadan kaldırmaktır. İşte ikinci hareket noktası burada ortaya çıkıyor. Orta Asya ve göçlere dayandırılan, Güneş Dil teorisi gibi idealize edilen mevzunun temelinde, İslam geleneğindeki millet anlayışını (ümmet) unutturmak yatmaktadır. Özellikle İngiltere’yi çok rahatsız eden hilafet otoritesi ve evrensel inanç birliği ortadan kaldırılacaktır. Siyasi anlamda geçerliği zaten kalmamıştır. Artık meşruiyetini elde kalan Anadolu topraklarına dayandıran etnik anlamda “milli” bir varlık söz konusudur. Bunu destekler görünen örnekler de yaşanmıştır, “Araplar cihan harbinde bizi arkadan vurmuştur”. Elbette tıpkı Ermeni olaylarında olduğu gibi bunun da değerlendirmesini siyasiler değil arşivlere dayanan tarihçiler yapmalıdır. Sonuçta elde kalan, Anadolu’da çoğunluğu etnik olarak Türklerden oluşan bir nüfus vardır. Wilson prensiplerinde meşru bir temele oturuyor gibi görünen “ulusal” sınırlar aynı zamanda Misak-ı Milli’de belirlenen sınırlardır. Fakat Batı dünyası gücünün yettiği yere kadar “Türkleri” geri itmeye kararlıdır.
Son bir girişim olarak Yunanlılar gaza getirilmiş ve müttefik gemileriyle Batı Anadolu’ya sevk edilmiştir. Osmanlı’dan kalan son birikim direnmiş, bu işgale izin vermemiştir. Milli Mücadele kıtalarında Alman mavzerleri kullanılmıştır. Tabi yeni kurulan Sovyetlerin yardımlarını da unutmamak lazım. Kurucu kadrolar, Lenin liderliğindeki Sovyetler’den büyük destek gördü. Doğu cephesindeki silahların Batıya sevki, Hindistan Müslümanlarının yardımlarının Rusya üzerinden gelmesi, kuruluş devrindeki büyük sanayi hamlesi, vs. Sovyetlerin iki önemli etkisi; Monarşi adı verilen hanedan sistemiyle birlikte geleneksel din kurumunun tasfiyesidir. Bunu yaparken gerek Rus gerekse Türk liderler ilhamını Fransız İhtilali’nden almıştır. Sanayi devriminin daha ileri aşamasında bulunan Rusya’da aydınlar Paris komünü üzerinden Marksist teorilere yelken açarken bizimkiler Osmanlı geleneğine uyarak devlet eliyle Modernleşme sürecini tercih etmiştir.
Başlangıçta Rusya ile olan yakın ilişkiler, Batıcı diyebileceğimiz aydın kesiminde sert bir düalizmin ortaya çıkmasına yol açmış görünüyor. Kuruluş devri kendini tamamen Osmanlı kültürünü tasfiyeye adadığından, kökleri bütün bir İslam coğrafyasına uzanan çınar ağacı budanmaya devam ediyordu. Bu nedenle sadece Batıyı referans alan aydınlar kendilerine meşru bir zemin bulabiliyordu. Onlar arasında da zamanla büyük bir uçurum ortaya çıktı. Rusya ile olan yakın ilişkilere rağmen yeni oluşan iki kutuplu dünyada bir tercih yapmak gerektiğinde kurucu kadroların yerleri belliydi. Çoğu Fransızcayı akıcı bir şekilde konuşan, bunun yanında Almanca veya İngilizce bilen kurucu subaylara “Batıcı” yerine “Batılı” demek belki daha doğru olacaktır. Onlar Avrupa ortalarına uzanan bir coğrafya vizyonunun çocuklarıdır. Sultan Abdülhamid devri harp okullarında yetişen bu subaylar, bütün o Namık Kemal tarzı vatan müdafaası söylemlerine rağmen, Batı ittifakında yer almak üzere motive olmuşlardır. İdeallerindeki güçlü ve müreffeh devlet İngiltere, modern hayatın merkezi ise Paris’tir. Esasen bu 19. yüzyıl Avrupa kültürünün bir formülasyonudur. İngilizin politikası, sanayisi, ticareti; Fransızın hayat tarzı, sanatı, mutfağı. Modern dünya Westminster ile Şanzelize arasında gerilmiştir.
Peki bizdeki kurucu kadrolar Güneş Dil teorisi hengamesinde Sovyetlerle ilişkileri nasıl yürüttü? Önemli bir Türk nüfusu idare eden Kremlin hiç rahatsız olmadı mı? Bu kadrolar sütten ağzı yanmış, çetin zamanlar yaşamıştır. Evrensel İslam anlayışını terk ettikleri gibi Anadolu dışındaki Türk Dünyasına da pek ilgileri yoktur. Yani Turancı değillerdir. Teorik olarak Türk kültürü ve milli kimlik öne çıkarılırken siyasi olarak Misak-ı Milli sınırlarında kalınmıştır. Türkçülüğü, ırkçılık değil de kültürel bir varlık olarak ve Osmanlıcılığa karşı bir vatandaşlık ortak paydası olarak formüle etmek istemişlerdir.
Bununla beraber devletin oluşturduğu meşruiyet alanlarında kesif bir milliyetçilik tartışması ortaya çıktığı anlaşılıyor. Sovyetlerle ilk dönemdeki yakınlaşmadan cesaret alan “sosyalist” aydınlar zamanla kendilerini gayet zor bir pozisyonda, açıkçası ofsaytta buluyor. Hiçbir dini referansları olmasa da bir tercih yapmaya doğru giden Türkiye’de “suçlu” pozisyona düşüyor. Din kurumu ve öncü şahsiyetlerin tasfiye süreci tamamlanırken, yavaş yavaş sıra bu süreçten faydalanan “sosyalist” aydınlara geliyor. Tırnak içine alıyorum çünkü bu yazar ve aydınlar genellikle kendilerinin “komünist” veya “sosyalist” olarak nitelenmelerinden şikâyet ediyor. Toplumcu, gerçekçi, kapitalizm karşıtı düşünceleri dolayısıyla devletin suç olarak algıladığı bu kavramlara atfedildiklerini söylüyorlar. Her kim olursa olsunlar bir dönem siyasi nedenlerle “mahpushaneleri” dolduruyorlar.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Batı ittifakında yer alması kesinleşen Türkiye’deki tek parti iktidarı, Amerikan yardımlarıyla beraber bu kültürün fobilerini de ithal etmiştir. Bunun başında yeni doğan iki kutuplu dünyada, Batı alemindeki en genel geçer suçlama olan sosyalistlik gelmektedir. Gerçekten siyasi ve fikri bir atılım halindeki sosyalizm, o zaman savaş sırasında büyük yıkım yaşamış olan Batı dünyasındaki sefil yığınlar için bir kurtuluş gibi görünmüş, birçok Batı ülkesinde sendikal hareketler güçlendiği gibi, sol partilerin iktidara gelmesinin yanında, sol terör örgütleri kurulmuştur. Bunların etkisiyle Batı ülkeleri yakın zamanlara kadar sosyal devlet politikası gütmüş, yani oldukça fazla sosyal sorumluluk yüklenmiş, bu şekilde refah paylaşımı sağlamaya çalışmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan statüko, genel hatlarıyla günümüze kadar devam edip gelmiştir. Fakat başlangıçtaki ayrışma kolay olmamıştır. Tercih süreçlerinin ceremesini çekenler fikirlerini beyan etme cesaretini gösteren aydınlar, yazarlar, şairler olmuştur. Osmanlı millet sistemine karşı etnik milliyetçilik politikası ortalığı kasıp kavururken o zamanın “sosyalist” aydınları neredeydi? Cevabını belki bugünde bulabiliriz; En büyük zulmü tek parti devrinde gören sol düşünce geleneği bugün nasıl tek parti devrini savunacak hale gelmiştir? İşte konjonktür hazretleri buralarda devreye giriyor. Kelimelere anlamları yükleyen, zaman ve zemin oluyor.
Bugün kapitalizmin merkezi olan ünlü alışveriş merkezlerinde kitapları hap gibi satılan Sabahattin Ali, konumuz açısından gayet ilginç bir şahsiyettir. Zamanında adam “komünist” diye başına gelmedik kalmıyor. Evet Amerika karşıtı ama Almanya’da eğitim görmüş. Batı kültüründe yoğrulmuş. O sırada Batı ülkelerinde de sosyalist fikirler yaygın. ABD tarafından kurtarılan Batı onlara aman vermiyor. 1968’de bile ne olaylar yaşandığı düşünülürse, 1940’ları tahmin etmek zor değil. Bizde tek parti iktidarı, dini tasfiye ettikten sonra sırayı son zamanlarda güçlenen sol akımlara getirmiş. Sabahattin Ali, ne kadar ben “mürteci” değilim dese de ülkesinin Batı ittifakında yer almasını istemiyor. Esasen Sovyetlerdeki gelişmelere de sempati duyuyor. Ne var ki devlet olarak tercih yapıldığından, kendini meşru olmayan bir zeminde buluyor. Sonunda bir rivayete göre “vatansever” bir rehber, bir rivayete göre dönemin iktidarı tarafından ülkeden kaçarken öldürtülüyor (1948).
Bir yazarın bu şekilde cezalandırılmasında kabul edilecek bir yön yoktur. Fakat ne yazık ki o dönemin bir özelliğidir. Aynı dönemde binlerce din adamı, kanaat önderi, İstiklal adı verilen sözde mahkemelerle idam sehpalarına gönderilirken “özgürlük” söylemlerine çokça sarılan bu sol aydınlar nerededir? Ne yazık ki siyasi geleneğimizde genel anlamda bir özgürlük kavramı olmamıştır. Bu gibi kavramları genellikle her grup kendi adamları için kullanmıştır. Sabahattin Ali deyince hemen aklımıza gelmesi gereken isim Nihal Atsızdır. Ziya Gökalp gibi “milliyetçi” geleneğin fikir önderleri arasında sayılan Atsız’ın, Sabahattin Ali ile olan kapışması konumuz açısından büyük önem taşıyor. Çünkü Atsız, tek parti devrinde öne sürülen etnik anlamda milliyetçiliğin daha doğrusu kendi deyimiyle “ırkçılığın” temsilcilerindendir.
Bu tip bir etnik anlayışın Türkçülüğe de dayansa Batı kültüründe bir karşılığı vardır. Nitekim Atsız, savunmalarında Batı literatürüne atıflarda bulunuyor ve dini referans almıyor. Esasen bu nokta Sabahattin Ali ile ortak paydalarını oluşturuyor. Bunun dışında, Batı kutbunun lideri ABD bir yandan Marshall yardımlarıyla adeta ülkeyi abluka altına alırken, bir yandan yeni müttefikinin gelişme potansiyellerini kontrol etmeye, özellikle yerli silah sanayi altyapısını yok etmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken “sosyalist enternasyonale” karşı milliyetçi grupları desteklemeyi uygun görmüştür. O dönemde milliyetçi akımlar oluşan bu meşruiyet zemininden faydalanmıştır diyebiliriz. Bu durum bilindiği gibi 50’li yılların sonlarına kadar devam etmiştir.
Etnik yapıyı Anadolu topraklarıyla sınırlayan, Hitit kültürünü öne çıkaran resmi milliyetçilik anlayışıyla Turancılık arasında farklar olduğunu söylemiştik. Devletin politikalarındaki değişim sürecinde evrensel anlamda Türk milliyetçiliğine dayanan anlayış da kendini ofsayt durumunda bulmuştur. O zaman Orhun dergisini çıkaran Nihal Atsız, Turancı bir aydın olarak özellikle Sabahattin Ali ile sert bir mücadelenin içindedir. Yazılarıyla sık sık mahkemelik olmaktadır. Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan adlı romanıyla ırkçıları ele almakta ve onları aşağılamaktadır. Adeta Atsız’ı işaret etmektedir. Atsız, bu roman ve yakından tanıdığı yazarı üzerine dergide çok sert yazılar kaleme alır. Yazılarında kendisinin “ırkçı, Türkçü ve Turancı olmaktan gurur duyduğunu” belirtir. Ona göre S. Ali gençliğinde Türk Ocağı’na devam etmiştir. Fakat daha sonraki yıllarda fikir değiştirmiş, “Nazım Hikmetof”un etkisiyle Sinop Hapishanesinde Marks, Engels, Lenin’i tanımış ve sonunda “Yoldaş Sabahattin Aliyef” olmuştur. Dönemin hukuki jargonunda çok geçerli olan bu suçlamaları “vatan hainliği” ile nihayete erdiriyor.
Ben aynı dergide yayınlanan bir mektuba dikkat çekerek konumuzu sonuçlandırmak istiyorum. Atsız, o zaman başvekil olan Saraçoğlu’na hitap ettiği mektupda Sabahattin Ali’nin yazdığı iki mısraı ele alıyor:
İsmet girmedi mi kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
Sabahattin Ali’deki cesarete bakar mısınız? Cumhurbaşkanına, devrin kahramanına neler söylüyor. Ama konumuz o değil şimdi. Kendisini Türkçü, Turancı olarak tanımlayan Atsız, onu başbakana şikâyet ediyor, bunu yaparken resmi meşruiyet zeminini kullanıyor ve şöyle diyor;
“Maarif Vekaleti’nin sevgili memuru olan bu komünistin hapse girmesini temenni ettiği İsmet, pek kolaylıkla anlayacağımız gibi, o zamanki başvekil, şimdiki reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferinin başkumandanı İsmet İnönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de Ayvalık’ta Yunan’a ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya’dır.”
Atsız, bu yazıları dolayısıyla ödüllendirilmez, ihbarlarının gereği yapılmaz, aksine Orhun dergisi kapatılır, öğretmenlik görevinden alınır. Bugün büyük sermaye ve kendini sol olarak tanımlayan çevrelerin resmi yazarı haline gelen Sabahattin Ali’nin kendi zamanındaki duruşuna ve başına gelenlere bakınız. Bir de milliyetçilik geleneğinin efsane isimlerinden Atsız’ın durum alışı ve mücadelesine bakınız. Şimdi günümüz perspektifinden bakıldığında o zamanın sol veya milliyetçi akımlarını bugün nereye koyacağız? Onu bilemeyiz ama döneme farklı bir açıdan bakarak yazımıza son verelim. Bir kısım aydın devrin siyasi koşullarına rağmen ülkesi için kendince inandığı çözüm yollarını kalemiyle ortaya koymuş, var gücüyle savunmuş, bedelini ödemeye de hazır olmuş. Şu rehavet çağında onları anlamamız kolay olmayacaktır.