Türkiye ve İslam coğrafyaları söz konusu olduğunda ise neredeyse bütün siyasal ve sosyal problemler, din ve dindarlar üzerinden ele alınır ve bunun faturası da maalesef onlara kesilir. Belki yüzyıldır bu faturanın kendilerine kesildiği din ve dindarların ne siyaset adına ne de kamusal alanla alakalı bir tasarrufları olmamasına rağmen bu durum değişmez.
Mülayim Sadık Kul

Sekülerizm ve Laiklik Osmanlı sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dinamiklerinden biri olmuştur. Modernizmin Osmanlı aydınları ve uleması arasında tartışılmaya başladığı tarih ise çok daha eskidir. Tanzimatla başlayan yenilikler aslında bir yönüyle devletin din ve dini kurumlarla ilişkisinin yeniden dizayn edilmesi ile yakından alakalıdır. Bu bağlamda sekülerizm modern Avrupa devlet modelinin ve demokrasisinin en temel unsurlarından biri olarak algılanmıştır.
Sekülerizmin Avrupa’da bir devlet ve yönetim modeli olarak yaygınlaşması bir taraftan kilise ve modern devlet çekişmesinin diğer taraftan bu anlamda aydınlanmanın bir sonucu olarak da görülebilir. Egemenlik hakkının kimde olması gerektiği bu sürecin en temel sorusudur. Kilise, Ortaçağ boyunca elde ettiği egemenlik hakkından vazgeçmek istemezken yeni gelişen dünya ve onun çocuğu modern devlet artık buna müsaade etmemektedir.
Osmanlı ve İslam alemi açısından ise mesele kimin yönetimde olması gerektiğinden daha ziyade din, devlet yönetiminde temel referans noktası ve belirleyici olma özelliğini sürdürecek mi, yoksa Batı’nın kendi tecrübesiyle dini, kiliseye hapsettiği gibi devlet yönetiminde artık egemenlik mutlak manada halkın ya da halkı temsil eden parlamentonun mu olacağı sorusuydu. Din artık insanların vicdanlarına ve özel hayatlarına hitap edebilecek ama siyaset ve kamusal alana asla müdahale etmeyecek miydi?
Türkiye’nin modernleşmesi ve sekülerleşmesi üzerine ciddi bir külliyat oluştu. Dolayısıyla biz bu yazımızda ne kelimenin tarihi ve etimolojik anlamına ne de bu anlamda ileri sürülen onlarca farklı yaklaşıma işaret etmek istiyoruz.
Kısaca ifade etmek gerekirse bu tartışmaların iki temel nirengi noktasından bahsedebiliriz. Kimilerine göre demokrasi gibi seküler devlet yapısı da aslında İslam’ın temel ilkelerine uygundu ve hatta tarihte bunun çok bariz örnekleri de vardı. Özellikle Türklerin devlet yönetiminde sadece İslam hukukuna değil kendi törelerine de başvurdukları söz konusudur.
Diğer görüşe göre de İslam, bu anlamda hayatın her alanına müdahil bir hayat nizamıdır. Bu anlayışa göre de dini siyasetten ya da herhangi bir dünyevi meseleden tamamen soyutlamak dinin tabiatına ve geliş gayesine terstir. Yeri geldiğinde namazı kıldıran, yeri geldiğinde de ordusunun önünde cihada çıkan Peygamber Efendimiz de bu anlamda en güzel örnekti. İslamcı diye nitelendirdiğimiz Müslüman düşünürlerin ürettikleri fikirler göz önüne getirildiğinde tartışmanın daha çok bu iki yaklaşım çerçevesinde cereyan ettiğini kabaca söyleyebiliriz.
Bu konunun hem dini açıdan hem de siyasi bir olgu olarak ele alındığı toprakları, İstanbul, Kahire ve Delhi üçgeninde düşünebiliriz. Bu şehirler aynı zamanda İslam’da modernleşme konusu ele alındığında referans kabul edilen merkezlerdir.
Suriyeli Hristiyan gazeteci Farah Anton’la Muhammed Abduh arasında geçen uzun tartışmanın en can alıcı iddialarından birisi de Müslümanların geri kalmışlığını İslam’da sekülerizmin olmayışına bağlamasıdır. Osmanlı son döneminin en önemli kelamcılarından biri olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de bu tartışmaya kırk yıl sonra karışarak konuyu İslam ilahiyatı açısından enine boyuna yeniden tartışmıştır.
Dolayısıyla Farah Anton’nun diline doladığı gibi İslam hakkında ileri sürülen iddiaların başında din-bilim ve din-devlet ilişkisi gelmektedir. Meşhur oryantalist Ernest Renan’ın 1883 yılında “İslam ve Bilim” başlıklı konferansta ortaya koyduğu iddialarla başlayan tartışmanın bugüne kadar geldiği ortadadır. Osmanlı döneminde Namık Kemal başta olmak üzere pek çok Müslüman düşünür bu iddialara cevap vermiştir.
Sekülerizm konusunda mutlaka okunması gerekenler listesine tavsiyem yüzyılımızın önemli mütefekkirlerinden M. Nakib El-Attas’ın İslam Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi adlı eseridir.
Yazımızın bundan sonraki kısmında Sekülerizmin doğduğu topraklarda nasıl uygulandığı hakkında farklı modellere işaret etmek istiyorum. Tarih boyunca kilise ve devlet ilişkisi büyük ölçüde güçlü olanın diğerine siyasi olarak egemenliği ve tahakkümü şeklinde gerçekleştiğini biliyoruz. Kilise ile devlet arasındaki ilişkinin son şeklini aldığı XX. yüzyılda artık kilise, modern devletin dışında bir kurumdur. Teoride böyle ifade edilmekle birlikte devlet ve kilise ilişkisinin farklı coğrafyalarda farklı uygulandığı da sır değildir.
ABD, İngiltere, Hollanda, Avusturya, Almanya ve Fransa gibi demokrasilerde din-siyaset ilişkisinin en temel özelliğinin din özgürlüğü prensibi olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Fransa, İsviçre ve Amerika gibi ülkelerde devlet ve din arasında seküler anlayışa uygun tarzda net bir ayrım varsa da İspanya, Portekiz, İtalya, İrlanda gibi ülkelerde Hristiyanlık, bugün de devletin resmi dini konumundadır. Ülkemizde Batı hakkında konuşulurken genellikle bu farklı uygulamalar göz ardı edilerek sanki yeknesak din karşıtı bir Sekülerizm anlayışından bahsedilmesi üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur.
Bizim beş farklı model olarak ele aldığımız devlet-kilise ilişkisini Recep Şentürk Hocam üç model üzerinden kategorize eder: Amerika ve Fransa’da uygulanma alanı bulan kilise ile devlet ayrımının titizlikle korunduğu tam seküler sistem. İngiltere örneğinde uygulanan resmî kilise modeli ve Hollanda’nın uyguladığı çoğulcu sistem örneği. Konu bağlamında bizim örnek aldığımız uygulamalar: Vatikan, Fransa, İngiltere, Almanya ve Amerika modelleridir.
Vatikan Modeli: İtalyan devleti içerisinde tamamen özerk ve müstakil bir statüye sahip olan Vatikan, aynı zamanda siyasi gücü temsil eden bir devlettir. Vatikan modelinde dinî ve siyasi güç, tek bir elde toplanarak otorite olarak Papa’nın şahsında temsil edilmektedir.
Fransız Modeli: Aslında Kilise-devlet ilişkisinin en seküler uygulaması, aydınlanmanın anavatanı Fransa’dır. Din, özel alana aittir ve kamusal alana hiçbir şekilde müdahale etmesi hoş görülemez. Günümüzdeki İslam karşıtı uygulamaların Fransa’da her gün artması da yine bu anlayışın bir göstergesidir.
İngiliz Modeli: Anglikan Kilisesi’nin Roma-Katolik Kilisesi’nden kopması sonrasında İngiltere’ye has farklı yeni bir devlet-kilise ilişkisi ortaya çıkmıştır. Kral VIII. Henry tarafından kurulan Anglikan Kilisesi, bugün de bir devlet kilisesidir. Anglikan Kilisesi ile Vatikan, dinî ve siyasi otoritenin tek elde toplanması açısından birbirine benzer. Ancak Katolik, Protestan ve Ortodoksların liderleri din adamları iken, kuruluşundan bugüne kadar Anglikan Kilisesi liderinin bir kral/kraliçe olma niteliğini korumaktadır.
İngiltere örneğinde din hürriyetinin Fransa ve Almanya örneğinden daha başarılı olduğu özellikle de Müslümanlar açısından söylenebilir. Bu yumuşak siyasetin İngiltere’nin emperyal tecrübesine dayandığı iddiası kısmen doğrudur. Fransa’nın da İslam coğrafyalarında yüzyıllar süren sömürge tecrübesine rağmen farklı bir yol izlediği ortadadır.
Alman Modeli: Bu ilişkinin kökleri, Otuz Yıl Savaşları’na kadar götürebilse de asıl itibarıyla 1919 yılında Weimar Cumhuriyeti (Weimarer Republik) tarafından oluşturulan hukuki temeller üzerine bina edilmiştir. Annemarie Schimmel’in tespitine göre, kilise hayatına dair tüm hukuk ve kanunlar, 1918 senesinden beri geçerli olan Codex Iuris Canonici’de tespit edilmiştir. Bu model bir kontrolden ziyade anlaşmaya dayalı bir ortaklık ilişkisidir. Kilise ve siyaset birlikte yetki alanlarını belirleyerek bu alanlarda serbestçe hareket edebilmektedir. Bu anlayış gereği Alman anayasası herhangi bir din veya kiliseye referansta bulunmaz. Buna rağmen din özgürlüğü anayasal bir haktır ve resmî dinî cemaat statüsü kazanan her dinî grup devletin kiliselere tanıdığı bu haklardan aynı şekilde faydalanabilmektedir. Müslüman topluluğu da anayasal bir hak olan din özgürlüğü üzerinden kendi haklarını elde etme gayreti içerisindedir.
Amerikan Modeli: Amerikan din-devlet ilişkisinde diğer ülkelerden farklı bir uygulama söz konusudur. Bir taraftan Fransız modeli gibi siyaset ve kamusal alan dinî kurumların nüfuz edebilecekleri bir alan olmaktan hukuken korunmuşken diğer taraftan dinî sembol ve davranışlar kamusal alanda yaygın olabilmektedir. Amerika başkanı kendi kutsalları olan İncil üzerine yemin ederek göreve başlar ve bu hiçbir şekilde ne basın tarafından ne de devlet erki tarafından problem edilmez. Konunun uzmanlarından R. Bellah, Amerika örneğindeki bu farklılığı “sivil din” tabiriyle kavramsallaştırır. Sivil dinin ne olup olmadığı konusu sekülerizm kavramı bağlamında önemli olmakla birlikte bu yazının sınırlarını aşmaktadır.
Bu modeller başka örneklerle de hem zenginleştirilebilir hem de eleştirilebilir. Bizim söylemek istediğimiz sekülerizmin hem teoride hem de uygulamada birbirinden çok farklı modellere sahip olabildiğidir. Ne Alman ne de Amerikan modelinde devletin dine tahakkümü söz konusudur. Hollanda modelinde ise devlet tüm dinlere ve anlayışlara anayasal olarak aynı mesafedir. İngiltere ve Vatikan modeli ise Batı’nın tam ortasında birinde devletin kiliseye diğerinde ise kilisenin devlete tahakküm ettiği farklı bir uygulamadır. Bundan da hiç kimse ne modernlik adına ne de sekülerizm adına endişe duymamaktadır.
Türkiye ve İslam coğrafyaları söz konusu olduğunda ise neredeyse bütün siyasal ve sosyal problemler, din ve dindarlar üzerinden ele alınır ve bunun faturası da maalesef onlara kesilir. Belki yüzyıldır bu faturanın kendilerine kesildiği din ve dindarların ne siyaset adına ne de kamusal alanla alakalı bir tasarrufları olmamasına rağmen bu durum değişmez. Oysaki Batı’nın en gelişmiş örnek ülkelerinden Almanya’da en büyük siyasi parti Hristiyan Demokrat Birliği’dir ve yıllarca bu ülkeyi yönetmiş olması bu ülkenin ne gelişmişliğine ne de çağdaşlığına bir halel getirmez. Bunun yanında devlet kendi sosyal hizmetlerinin ve eğitim faaliyetlerinin çoğunu kilise üzerinden gerçekleştirir. Sosyal hizmetlerle alakalı en büyük işveren kiliselerdir. Bizde cemaatlerin varlığı tartışıladursun Katolik ve Protestan kiliselerine bağlı hizmet veren kuruluşlar -kilise etrafında yapılan tüm olumsuz tartışmalara rağmen- artarak devam etmektedir.
Mustafa Sabri Efendi de Farah Anton’un iddiasına cevap verirken geri kalmışlığın sebebinin asla din-devlet ilişkisi kaynaklı olmadığının altını çizer. Müslümanların tarihte ne şahsi ne toplumsal ne de yönetim olarak dindarlıkları bilim alanında çığır açmalarına engel olmamıştır. Yüzyılımızın belki de en büyük bilim adamlarından biri olan Fuat Sezgin Hoca tüm Dünya’ya bu tarihi gerçeği yaptığı ölümsüz çalışmalarla ispatlamıştır.
Ernest Renan ve Farah Anton’ların İslam hakkında ileri sürdükleri iddiaların doğru olmadığını sadece Fuat Sezgin Hoca değil pek çok Batılı bilim adamı da ortaya koymuştur. Buna rağmen bizde ve İslam coğrafyalarında bu bağlamda yapılan tartışmalar esef verici sığlıktadır.
Fuat Sezgin Hoca yaptığı çalışmalarla dünyanın adını dahi bilmediği 13 yeni ilim dalını Müslümanların yazdığı eserlere dayanarak ortaya çıkardığını söylemektedir. Müslümanların her şeyden önce kendi tarihlerini, din ve medeniyet olarak insanlığa ne kattıklarını öğrenmeleri şarttır. Müslümanların kendi kimliklerini yeniden inşa edebilmeleri için maziyi bilmeleri gerekmektedir. Bize giydirilen deli gömleğini üzerimizden çıkarıp bir ömür diriliş muştusunu kanıyla ve kalemiyle yazmış olanların hatıralarını yaşatmak da ancak bu bilinçle mümkündür.
Peygamber Efendimizin mevlidini idrak ettiğimiz bu kutlu günlerde eğer Allah’a ve Peygamber’e olan sevgimizde samimiysek bunun göstergesi olarak Nebevî sorumluluğu yeniden kuşanma zamanıdır. Ebedi saadetin dünyanın imarından geçtiğini, alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’in izinde tüm insanlığa yeniden gösterebilmek için vira Bismillah.