Tabii bilimler yeni bir yöntemle evreni açıklamaya çalışırlarken, Kopernik devrimi örneğinden de anlaşılacağı üzere teolojisini kendi içinde üretmeye başlamıştır. Fakat insan ve toplum alanında epistemolojiyi üretecek ya da yeni yöntemle gerçekliği ortaya çıkaracak olan bilimlere ihtiyaç duyulmuştur ki, tabii bilimleri takiben sosyoloji, psikoloji, antropoloji, etnoloji vb. diğer sosyal bilimler devreye girmiştir.
Mustafa TEKİN
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fak. Din Sosyolojisi A.B.D. Başkanı.

Sosyal bilimlerin birçok boyutu ve disiplini ile ilgili bu zamana kadar farklı ölçeklerde ve zeminlerde tartışmalar yapılmıştır ve yapılmaya devam etmektedir. Batı dışı ülkeler ve özellikle Müslüman toplumlar söz konusu olduğunda “İslamilik” sosyal bilimler alanında önemli bir tartışma konusudur. Fakat İslamilik meselesini, Batı’da geliştirilen teorik ve pratik tüm unsurlara “İslami” bir kılıf geçirmek şeklindeki mekanizma olarak algılayarak meseleyi geçiştirenler, problemi net olarak anlama konusunda sorunlu bir zihin yapısına sahip olduklarına dair dışarıya kendilerini faş etmektedirler. Halbuki Osmanlı’dan bu yana modernleşme sürecine ortalama bir bakış, Batılı sosyal bilim kavramlarının ve teorilerinin nasıl gerilimler ürettiğini rahatlıkla görebilecektir.
Bu makalede İslamilik ve sosyal bilimler arasındaki ilişkiye yaklaşım biçimini ve İslamilik meselesini nasıl anladığımı kısaca analiz etmeye çalışacağım. Akademik çalışma alanım din sosyolojisi olduğu için önemli oranda sosyoloji ve din sosyolojisi üzerinden yürüteceğim bu analiz, bazen diğer sosyal bilim disiplinlerine başvurarak ilerleyecektir.
Batı’da sosyal bilimlerin ortaya çıkışı sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel bir dizi gelişmenin sonucu olmuştur. Bu değişimden en belirleyici öge, modern dönemle birlikte değişen varlık anlayışı ve dünya görüşüdür. Paradigmatik bir nitelik taşıyan bu değişim, çok sık tekrarlanan ifadesiyle Tanrı merkezli bir evren ve insan anlayışından insan merkezli (hümaniter) bir evren anlayışına geçişle birlikte karakterize edilmektedir. Bunun birinci anlamı; Tanrı’nın bir açıklama kavramı olması ile insan hayatındaki “anlam”ın referansı haline gelmesidir. İkincisi de bunun doğal bir sonucu olarak insanın değdiği tüm alanların bir şekilde Tanrı ile ilintisi ve Tanrı’nın tüm evreni ve insanı kapsayıcılığıdır. Dinsel teoloji tüm hayatın referansı olarak işle(til)mektedir.
Modernlikle birlikte bir takım egemenlik alanlarından el çek(tiril)en Tanrı yaklaşımı, insanın bu boşluklara egemen olarak yerleşmesini sonuçlamıştır. Böylece insan dünyayı Tanrı’ya referans vermeden kurmaya girişmiştir. Bu değişim sürecinde öncelikle gözler tabiata çevrilirken, tabii ve fizik bilimlerinin yeni bir yöntem ve epistemoloji ile ortaya çıktığı görülür. Kopernik ile başlayıp Kepler ve Galileo gibi isimlerle devam eden devrimsel süreç, güneşi evrenin yeni merkezi ilan ederken, aslında kilisenin teolojisinin belirleyiciliğini de değiştirmekteydi. Bu paradigma değişimi aslında birçok bilimde eşzamanlı olarak içeriklerde yer almaktaydı. Söz gelimi; Darwin biyoloji alanında insanın kökeni ve evrimine dair savlar geliştirirken, dinsel teolojinin yaratılış argümanlarına başvurmadan insana yeni bir hikâye yazma denemesinde bulunmaktaydı. Bugün pozitif ve negatif yaklaşımlarla daha çok endoktrine hedeflerle konuşulan Darwin’in tüm savları geçerli olsa bile, son kertede insanın aşkın ile ilişkisini kur(a)maması sebebiyle dini teolojiden mesafe almaktadır.
Burada yeni oluşan duruma ve değişmeye dikkat çekmeliyiz. Tabii bilimler yeni bir yöntemle evreni açıklamaya çalışırlarken, Kopernik devrimi örneğinden de anlaşılacağı üzere teolojisini kendi içinde üretmeye başlamıştır. Fakat insan ve toplum alanında epistemolojiyi üretecek ya da yeni yöntemle gerçekliği ortaya çıkaracak olan bilimlere ihtiyaç duyulmuştur ki, tabii bilimleri takiben sosyoloji, psikoloji, antropoloji, etnoloji vb. diğer sosyal bilimler devreye girmiştir. Daha sonraki gelişim sürecinde sosyal bilimler bir yandan modern perspektifin oluşturulmasında, diğer yandan insan ve toplumu açıklamada işlevsel hale gelmişlerdir. Esasen bu bağlamda sosyal bilimlerin ideolojik bir karakter taşıdığı söylenebilir. Hatta daha da ileri giderek sosyal bilimlerin tabii bilimlerin ilmihali olduğu öne sürülebilir. Zira sosyal bilimler Batı toplumlarının sosyal, ekonomik, siyasi hedefleri doğrultusunda bir arka plan işlevi görmektedir. Bir anlamda tabii bilimlerin meşruiyet çerçevesini belirlemekte; aynı zamanda ülkelerin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden muhteviyat kazanmaktadır.[1] Sosyal bilimlerin kazanmış olduğu bu teolojik karakter sosyolojinin kurucusu olarak zikredilen Auguste Comte’un “Pozitivizm İlmihali” kavramsallaştırmasında da izlenebilir. Talcott Parsons’un kıta Avrupa’sındaki yapısal-işlevselciliği Amerikan toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda pratize edilmesi ise sosyal bilimlerin Batı toplumlarında bile ihtiyaçlara yönelim çerçevesinde çeşitlendiğini bize göstermektedir.
Bu minvalde Batı ve Batı-dışı (diğerleri) şeklindeki ayrım, sosyal bilimlerdeki disiplinlerin ilk başlarda çalışma alanlarını da belirlemiştir. Böylece sosyoloji modern Batı toplumlarını anlama ve açıklama işlevini üstlenirken, Batı dışı toplumlarını (others) incelemek üzere antropoloji devreye girmiştir. Nitekim Rene König, “sosyoloji yalnız yeni bir bilim dalı olmakla kalmayıp başlıca özelliği çağdaşlık (modernite) olan bir bilim dalı olarak karşımıza çıkıyor”[2] derken bu gerçekliğe dikkat çekmektedir. Hollinger’e göre de sosyal bilimler modernleşmeyi anlama ihtiyacıyla başlamış olup pazar kapitalizmi, modern devletin doğuşu, bilim ve Newton fiziğinin etkisi sonucu şekillenmiştir.[3] Bu minvalde Batı, kendisini ilerleme çizgisinin en ucuna yerleştirirken, diğerlerini de “gerileme” ya da tarih öncesine konumlandırmaktaydı. Antropolojinin erken zamanlarında “ilkel”ler üzerine araştırmaya yoğunlaşması ve Afrika’ya yönelmesi bu saiklerle oluşmuştur. Neticede özelde Batı sosyolojisinin kendi konjonktürel şartlarıyla içerim kazanmış bir bilim olduğunu görebilmekteyiz.
Tam da bu sebeple sosyolojinin Batı dışı ve özellikle Müslüman toplumlarda bir “ikamet” sorunu yaşadığını ve gerilimler ürettiğini görebilmekteyiz. Bu durum farklı zamanlarda tartışma konusu olmuşsa da kanaatimizce yeterli ilgiyi görmemiştir. Müslüman toplumlarda bu “İslamilik” üzerinden tartışmalarda kendisine yer bulmuş görünmektedir. “Bilginin İslamileştirilmesi”, “bilgi ve kutsal” kavramsallaştırmalarından başlayarak “islam sosyolojisi” İslamilik yanında hem bilgi ve bilim hem de sosyoloji zaviyesinden ele alınmıştır. Fakat bu İslamilik tartışmalarını gereksiz, hatta önemsiz bulanlar ciddi ölçüdedir. Hatta sosyologların büyük çoğunluğu, mevcut Batılı sosyolojiyi veri kabul ederek yollarına devam etmektedirler. Esasen Osmanlı’dan bugüne siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki gerilimlere dikkatle bakıldığında, esas sorunun özelde sosyolojik kavramların burada ikamete mecbur edilmesinden kaynaklandığını görmek zor olmayacaktır. Büyük oranda Batı’nın her alanda ve bu arada sosyal bilimler alanındaki egemenliği ile baş edecek bir kuvveti henüz kendisinde bulamayan bir ruh hali ile hareket edilmekte, çelişkiler görmezden gelinerek Müslüman toplumların sorunlarına çözümler önerilmektedir.
İslamilik sorununu farklı platformlarda sosyoloji ve sosyal bilimler üzerinden sunduğumuzda, genel olarak sosyolojinin Batı ve modern karakteri vurgulanmakta; ancak bu vurgunun faş ettiği tutarsızlık üzerinde durulmamaktadır. Bu tartışmalarda dört farklı görüşün ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Birinci argüman; fıkıh ve sosyal bilimler iki farklı dünya görüşüne ait olup Müslüman toplumların sosyolojisi olmaz şeklindedir. Hatta daha ileri giderek fıkhın Müslüman toplumların sosyolojisi olduğu iddia edilmektedir.[4] İkinci argüman; sosyolojinin (bilginin, sosyal bilimlerin) Batılı karakterini eleştirirken, bunun İslamileştirilmesini savunmaktadır. Üçüncüsü ise, sosyoloji ve sosyal bilimlerin (disiplin olarak) İslam’ın kendi paradigması, dünya görüşü ve yöntemleri çerçevesinde yeniden inşa edilmesi gerektiğini savunanlar. Dördüncüsü ise, sosyolojiyi mevcut Batılı içeriğiyle devam ettirmeye çalışanlar. Burada biz üçüncü argüman içerisinde kendimizi ifade edebiliriz.
Öncelikle sosyoloji “Batı”lı ve “modern”dir şeklindeki yargı, bugün eleştirdiğiniz sosyoloji anlayışının Batılı ve modern karakterine vurgu yapması bağlamında doğrudur. Fakat ne zaman İslam ve sosyoloji ilişkisine dair tartışma olsa, itirazcılar bu yargıyı dile getirirken şu iki varsayımı örtük olarak kabul etmiş mi olmaktadırlar? Birincisi, sosyoloji Batı dışında mümkün değildir. İkincisi, sosyoloji modernlik ve modern Batı toplumlarıyla sınırlıdır; dolayısıyla bu sınırların dışında yapılamaz.[5] Bunlara dair net bir fikir beyan edilmemekte, muğlak alanda at koşturmaya çalışılmaktadır. Fakat bu iddia sahipleri Müslüman bir toplumda sosyoloji yapmaya devam etmektedirler. Hatta Müslüman toplumların sosyolojisinin fıkıh olduğunu savunanlar fıkıh yapmaya geçmemekte, sosyolojiyi mevcut haliyle kullanmaktadırlar. Buradaki tutarsızlığın giderilmesi aslında bir aciliyet arz etmekte olup, sosyolojinin mikro çalışma alanlarına girmeden halledilmesi gereken bir meseledir.
Peki bu tartışma niçin önemlidir? Doğrusu burada üç soru(n)dan ilerleyebiliriz. Birincisi, müslüman toplumlarının bir sosyolojisi ve genel anlamda sosyal bilimleri olacak mı? İkincisi, sosyal bilimler devam edecekse nasıl bir içerik ve yöntemle yapılacak? Üçüncüsü, Batılı sosyal bilim özelde sosyolojinin kavram, tanım ve teorileri Müslüman toplumları açıklayabilir mi? “İslamilik” sorununu görmezden gelenler sosyoloji veya sosyal bilimlerden geri çekildiklerine dair bir işaret vermiş değiller. Hatta Türkiye’de sosyal bilimler alanında çalışmalar giderek yoğunlaşıyor görünmektedir. Şahsi kanaatimiz, sosyal bilimlerin ilahiyat ilimlerinden ayrı olarak gerekli bulduğumuz yönündedir. Esas sorun, sosyoloji ve sosyal bilimlerin hangi içerik ve yöntemle yapılacağına dairdir? Burada farklı dünya görüşlerinin varlık, bilgi, kültür, sosyal gerçeklik vb. anahtar kavramları üzerinden yeniden okuyuşları söz konusu olacaktır. Elbette sosyal bilimlerin çalışma alanının “insan” olmasından mülhem bilgi, yöntem vb. konularda farklı toplumlar arasında ortaklıklar ve benzerlikler bulunacaktır. Fakat farklılıkları dikkate almayan bir sosyal bilimler bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Batı egemenliğini pekiştirici bir rol oynayacaktır. Tam da bu noktada Said Halim Paşa’nın bir tespitini hatırla(t)manın zamanıdır: “Her milletin kendine has fikirleri ve hisleri olmasaydı, ictimaiyat ilmi (sosyoloji) hayvanat ilmi (zooloji) ile garip bir şekilde iç içe bulunurdu.”[6] Dolayısıyla tüm bunları dikkate alarak sosyoloji ve sosyal bilimlerin yeniden temellendirilmesi bir zorunluluk olarak görünmektedir.
Üçüncü soru, diğer iki soruyla birlikte ele alınmalıdır. Aslında bu sorunun cevabını, bu zamana kadar sosyal bilimlerde üretilen kavram ve teorileri analiz ederek bulabiliriz. Öncelikle Batı’nın sosyal bilim alanında kavram ve teori üretme açısından egemenliğinin devam ettiğini hatırlamalıyız. Zaten başından beri özelde klasik sosyologlar kendi toplumlarının problemlerini çözmek üzere bu üretimlerini yapmışlardır. Yanlış olan ise, Batı dışı toplumların bu kavram ve teorileri mutlak bir şablon olarak kendi toplumlarına giydirmeye çalışmalarıdır. Elbette farklı toplumlar arasında kavram alışverişi ve her türlü bilgisel etkileşimler olabilir. Biz bunu söylerken Müslümanların kendi dünya görüşleri ile kapalı toplum yaratmalarını talep ediyor değiliz. Ancak Müslümanlar kendi toplumlarını açıklayabilecek teoriler, kavramlar ürettikleri zaman toplumsal gerçekliğin sağlıklı olarak yakalanması söz konusu olabilir.
Sosyoloji çalışırken başından bu yana en temelde bunları problem edinerek yola çıktım. İslam Düşüncesinin Çağdaş İnşası isimli kitabımız içinde yaşadığımız dünyada kendimizi nasıl inşa edeceğimize dair bir deneme olmuştur. Hikmet Sosyoloji isimli kitabım ise burada anlatmaya çalıştıklarını analiz ederek sosyolojiyi yeniden özelleştirme girişimi olarak adlandırılabilir. Konuyla ilgili diğer çalışmaların ise meseleyi farklı boyutlardan beslemeye yöneliktir. İnşaallah bundan sonraki çalışmalarım bunları derinleştirerek ele almak şeklinde olacaktır.
Bu çabalar okun doğru gitmesi için “yay”ın düzeltilmesine yöneliktir. Mevlâna’nın dediği gibi, “yay eğri olunca ok da eğri gider.”
[1] Mustafa Tekin, “Sosyal Bilimler Tabii Bilimlerin İlmihalidir”, Milat Gazetesi, 07.10.2023.
[2] Rene König, Günümüz Sosyolojisi, Çev. Battal İnandı, İzmir, Akademi Kitabevi, 1994, s. 5.
[3] Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler-Tematik Bir Yaklaşım, Çev. Ahmet Cevizci, İst., Paradigma Yay., 2005, ss. 12-14.
[4] Konu ile ilgili tartışma için bkz. Mustafa Tekin, İslam Sosyolojisinin İmkanı, İst., Rağbet Yay., 2015, ss. 72-85.
[5] Mustafa Tekin, Hikmet Sosyolojisi, İst., Mana Yay., 2017, s. 208.
[6] Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, Hz. M. Ertuğrul Düzdağ, 2. Baskı, İst., İz Yay., 1993, s. 39.