Kur’ân’ın bize öğrettiği diğer temel bir prensip de bir insanı öldürmekle/yaşatmakla tüm insanları öldürmek/yaşatmak arasında kurulan ilişkidir. Birini öldürmekle insanların tamamını öldürmek aynı kefeye konmuştur. Dolayısıyla meseleye bu perspektifle yaklaştığımızda, ilk soykırımının Habil ve Kabil hadisesiyle başladığı tespit edilebilir.
Mülayim Sadık Kul
Yeryüzünde işlenen ilk suç, dökülen ilk kan, kardeş kanıdır. Cennetten kovulma sebebi olan ilk günahı, kardeş kanı takip etmiştir. İslam tefekkürü, vahyin haber verdiği bu örnek ve uyarı üzerine inşa edilmiştir. İnsanoğlu, bitmeyen arzu ve kıskançlığının esiri olmaya karşı uyarılmıştır.
Kur’ân ve hadislere baktığımızda kıskançlığın ne kadar tehlikeli olduğuna vurgu yapıldığını görüyoruz. “Ateşin odunu yediği gibi haset de hasenatı yer!” (İbn Mâce) ifadesiyle Peygamber Efendimiz bu tehlikeye dikkat çekmiştir. Kur’an’ın en güzel kıssa diye haber verdiği Yusuf (a.s.) suresinin temel konusu da kıskançlık üzerinedir. Habil ve Kabil arasında yaşanan kıskançlık, burada Yusuf (a.s.) ve kardeşleri arasında başka bir boyutta devrededir. İlk kıskançlık kaynaklı cürüm, kıyamete kadar devam edecek tüm kanların vebalini de yüklenmeye adayken ikinci kıssada mutlu son ve bağışlanma söz konusudur.
“Soykırımla yeryüzünde ilk işlenen kardeş katlinin ne alakası var?” diye sorulabilir. Bunun anlaşılması için kısa bir tefekkürün yeterli olacağı kanaatindeyim. Veda Hutbesi’nde Peygamber Efendimizin açıkça ifade ettiği gibi tüm insanlar Âdem (a.s.) babamızın soyundan gelmeleri hasebiyle kardeş değiller mi? Vahyin de teyit ettiği üzere tüm insanlık Âdem’in çocukları olmaları hasebiyle aynı soyağacına dayanırlar. İslam’ın insanlık tasavvuru ve dünya görüşü, vahye dayalı bu bilgiye dayanır.
Kur’ân’ın bize öğrettiği diğer temel bir prensip de bir insanı öldürmekle/yaşatmakla tüm insanları öldürmek/yaşatmak arasında kurulan ilişkidir. Birini öldürmekle insanların tamamını öldürmek aynı kefeye konmuştur. Dolayısıyla meseleye bu perspektifle yaklaştığımızda, ilk soykırımının Habil ve Kabil hadisesiyle başladığı tespit edilebilir.
İslam, belli meşru şartlar dışında Allah’ın verdiği canı alma hakkını hiçbir otoriteye tanımaz. Kısas başta olmak üzere savaşlar bile esas itibariyle öldürmek gayesiyle değil, tam tersi insanı ve insanlığı yaşatmak maksadına mebnidir. İnsanı yaşatmak için başka bir çare kalmadığı takdirde savaş ve öldürme cezası zaruretten kaçınılmaz olarak devreye girer. Savaşta kadın, çocuk, eli silah tutmayan ihtiyarların, savaşa iştirak etmeyen sivillerin ve teslim olanların öldürülmesinin yasak olduğu malumdur. Bu yasak sadece insanla da sınırlı olmayıp başka canlılara zarar vermek de temel kural olarak yasaklanmıştır.
Tüm yasaklara rağmen ilk akıtılan kardeş kanında yaşanılan tecrübeyle, insanın vahşete ve kan dökmeye teşne/müsait bir varlık olduğunu görüyoruz. Bu durum kıskançlıktan kaynaklanabildiği gibi başka sebeplerden de neşet edebilir. Müslümanlar sadece iman edenleri değil, diğer insanları da Âdem babamızla başlayan soyağacının birleştirdiği büyük insanlık ailesinin bir parçası olarak görürler. İnsanlığın, ümmet-i icâbet ve ümmet-i dâvet olarak ayrılmasının özünde de bu anlayış vardır. Bunun zirvesi, varlık adına ne varsa tamamını, Allah’ın yarattığı olarak görebilmektir. Yunus’un deyişiyle “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevebilmek”tir. Elbette bu duruş ve anlayış, Allah için sevme ve yine Allah için buğz etme ölçüsünü iptal eden değil, onunla birlikte anlam kazanan bir düsturdur. Aksi takdirde zalimle mazlumu aynı kefeye koymak, ne adına olursa olsun zulümdür.
İslam medeniyeti nispeten istisna edilirse insanlık tarihi, aynı zamanda savaşlar ve soykırımlar tarihi olarak algılanabilir. Temel tarih yazıcılığının da bu anlayışa dayandığı bilinmektedir. İslâm ve Kur’ân’ın, insanlık tarihine sadece savaş merkezli bakmadığı aşikârdır. İnanan insanlar, Rablerinden hem dünyada hem de ahirette mutluluk isterler. Dolayısıyla İslâm’da asıl olan, savaş hali değil barış halidir. Kendisi ve Allah’ın yarattığı diğer varlıklarla barış içinde olmayan bir varlık, nasıl huzur bulabilir! Bu sebeple ilk insanın yaratılışından itibaren asıl savaş, önce insanın kendi nefsine ve arzularına karşı verilmektedir. Buna rağmen insan tabiatında olan temellük ve tahakküm etme şehveti, savaş ve kan akıtmayı insanlık tarihinin kaçınılmaz bir hakikati yapmıştır.
İnsan varsa, imtihan da vardır. İnsan birden fazla ise imtihan aynı zamanda bu iki insanın birbiriyle ilişkileriyle de alakalıdır. Peygamber Efendimiz’in yolculuğa çıkan iki veya daha fazla kişinin aralarında mutlaka birini yol emiri seçme tavsiyesi de insanın birbiriyle olan imtihanı ve ilişkisi bağlamında ele alınmalıdır. Peygamber Efendimiz’in kendi gönderiliş/geliş gayesini mekarim-i ahlakı tamamlamak olarak açıklaması, tesadüfi değildir. Ahlakla ilgili tavsiye ve emirlere bakıldığında çoğunun insanlar arası ilişkilerle alakalı olduğu görülür. Bu uyarıların belki de en önemlisi cevamiu’l-kelim olan Efendimiz’in evrensel bir ilke niteliğinde Buhari ve Müslim’in birlikte rivayet ettikleri şu uyarısıdır: “Kendiniz için arzu ettiğinizi diğer kardeşleriniz için de istemedikçe iman etmiş (imanın hakikatine ulaşmış) olamazsınız.”
İşte bu anlayış sebebiyle tarihte Müslümanların sebebiyet verdiği büyük ölçekli soykırım yoktur diyebiliriz. İslam dini böyle bir vahşete hiç bir surette izin vermez. Müslüman yöneticilerden elbette zalim olanlar hiç yoktur diyemiyoruz. Zira insanoğlunun azgınlığı, kendi değerlerini de zaman zaman ayaklar altına aldırabilmiştir. Haccac-ı Zalim de tarihe bu zalim lakabıyla mal olmuştur. Bu bakımdan yer yer çok nadir de olsa soykırım olup almadığı şüpheli bazı büyük hadiselerin Müslümanlar arasında da vuku bulduğu söylenebilir. Bizim temel iddiamız, böyle bir vahşet vuku bulsa da bunun İslam inancı ve dünya görüşü bağlamında hiçbir meşruiyetinin olamayacağıdır.
Daha önce işaret ettiğimiz gibi insanlık tarihi, aynı zamanda savaş ve soykırım tarihidir. Materyalist, pozitivist aydınlanmacıların iddia ettikleri, insan teknik ve bilimde ilerleyip modernleştikçe, dini ve geleneksel bağlardan kurtulup aklı ve bilimi kendine rehber ederek aydınlandıkça daha barışçıl bir dünyanın kurulacağı safsatası/tezi çökmüştür.
Maalesef insanın dini ve metafizik değerlerden uzaklaşması aksine barbarlığın en modern versiyonlarını ortaya çıkardı. Orta Çağ’ın karanlık barbarlığından kurtulma iddiasında olan insan, dünyayı daha az yaşanabilir, daha adaletsiz ve vahşi bir arenaya dönüştürdü. Bu anlamda Batı sadece kendi mutsuzluğunu ve tarihin sonunu hazırlamakla kalmadı aynı zamanda peşine taktığı tüm insanlığı da bu bedbahtlık çukuruna sürükledi.
İbrahim Kalın’ın tespitine göre, aslında medenîlik, bir şeyi aklî ve ahlakî kurallar çerçevesinde yapmayı gerektirirken, kapitalist, pozitivist anlayışa dayalı bilim ve teknolojinin sunduğu yeni imkanlarla giderek daha yıkıcı ve yok edici hale gelen modern toplumlar, barbarlığın tarihte görülmemiş örneklerine imza atabilmektedir.[1]
Haçlı Seferleri’yle başlayan süreç, Endülüs’te yaşanan soykırımla devam etti. Kudüs’te Haçlıların gerçekleştirdiği soykırım ne acıdır ki bin yıl sonra yine onların desteğiyle vuku bulmaktadır. Buharlı gemilerin devreye girmesi ve teknik gücün ürettiği daha güçlü silahlar önce Amerika kıtasında daha sonra da Afrika ve Asya’da tüm insanlık için yüz karası vahşet sarmalına zemin hazırladı. Bu kıtalardaki medeniyetlerden geriye hiç iz bırakmamacasına, tarihin görebileceği en büyük soykırımlara imza attılar. Aztek ve İnka medeniyetleri, Amerika kıtasında kurulan ilk medeniyetler arasında yer alıyor. Aztek ve Maya medeniyetleri Orta Amerika’da, İnka medeniyeti ise Güney Amerika’da kök salmış uygarlıklardı. Buraya gelen İspanyollar, İspanya’da Müslüman ve Yahudilere karşı uyguladıkları soykırımının daha barbarcasını bu topraklarda gerçekleştirdiler. Aynı barbarlığı sömürgeci devletlerin gittikleri tüm topraklarda sergiledikleri bilinen tarihi bir gerçektir.
Barbar ve geri kalmış topluluklara medeniyet götürme iddiasında olan Avrupa medeniyeti, tarihte eşine rastlanmayacak vahşet ve soykırımlara öncülük etmiştir. XVII. yüzyılda Avrupa’yı kan gölüne çeviren 30 Yıl Din Savaşları ve XX. yüzyılda gerçekleşen I. ve II. Dünya Savaşları, bunlara örnektir. Avrupa devletleri Cezayir, Libya, Hindistan, Endonezya, Avustralya, Amerika ve Afrika’da yüzyıllar süren soykırımlarına bugün de yenilerini eklemekte tereddüt etmemektedirler. Ruanda ve Afrika’nın tamamında, Bosna Hersek, Suriye ve Filistin’de yaşanan soykırımlar, sanayileşmiş süper güçlerin ya bizatihi planladığı/sebebiyet verdiği ya da göz yumduğu insanlık suçlarıdır.
Rusya, Çin ve Japonya da geçtiğimiz asırda kendi hükmettikleri topraklarda Batı’yla yarışırcasına kan dökmüşlerdir. Filistinliler gibi Uygur Müslümanları bir asırdır çektikleri yetmiyormuş gibi bugün de bulundukları topraklarda tamamen yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Ne insan hakları savunuculuğu yapan modern Batı ne de İslam ülkeleri bu süreçte üzerine düşen insanlık görevini yerine getirmiştir. Ya bu vahşete bir şekilde alet olmuş ya da bana dokunmayan bin yaşasın sloganıyla/safsatasıyla, sıranın bir gün kendine de geleceğinden gafil günlük hayatına devam etmiştir.
Gazze’de son 110 günde yaşananlar ise insanlık adına artık hiçbir değerin modern medeniyet iddiasında olan ülkeler tarafından savunulamayacak şekilde ayaklar altına alındığını gösteriyor. Şu ana kadar yaklaşık 26 bin insanın öldürüldüğü bu savaşta hiçbir değer gözetilmeyerek 20 bin civarında çocuk ve kadın bombalar altında can vermiştir. Bu insanlık suçu vebalini artık hangi vicdan kaldırabilir, bilmek mümkün değil! Kıyametin insanlar eliyle zorlanmasının korkunç sonuçlarıyla yüzleşmek durumundayız. İnsanlık ya bu imtihandan ders alarak değerlerine sahip çıkacak ya da topluca yok olacak. Zulümle abad olunamayacağına göre ya zulüm biter ya da insanlık tarihi gerçekten sona erer.
İslam coğrafyasında akan gözyaşları neredeyse modern dönemin en belirgin vasıflarından birisi oldu. Haçlılar dönemi ile başlayan bu istila ve barbarlık, neredeyse geride sömürgeleştirilmemiş bir İslam toprağı bırakmadı. İstilacılar terk ettikleri toprakları ise kurdukları kukla düzenlerle kültürel, siyasî ve iktisadî olarak sömürmeye devam ettiler.[2]
Maddi sömürüden ve belki de soykırımdan daha tehlikeli olan, kültürel ve zihinsel işgaldir. Bu, insanların başına gelen en büyük felakettir. Malik b. Nebi de özellikle Cezayir örneğinde konuyu ele alırken buna işaret eder. Toplumların sömürgeleşebilme özelliklerinden bahseder. Birilerinin sömürebilmesi için birilerinin de sömürülmeyi kabul etmeleri gerektiğini söyler. Dolayısıyla sömürgeden kurtulabilmenin ilk şartı, zihin planındaki sömürgeleştirilebilme durumundan kurtulmakla alakalıdır. Bir yerde sömürü varsa, orada potansiyel olarak soykırım söz konusudur. Sömürgecilik tarihi de bunun şahitlikleriyle kana boyanmıştır.
Sömürülen coğrafyalardan birisi de, bu acı ve zulümlerin hâlâ devam ettiği 1917’de yaban eline düşen Kudüs ve çevresidir. O günden beri bu kutsal topraklar, hep gözyaşı ve kanla anılmaktadır.[3] Tarih maalesef yeniden tekerrür etmiş, haçlıların bin yıl önce yaptığı zulüm, dünyanın en medeni ve modern topluluğu olduğunu iddia edenlerce, tekrarlanır olmuştur. Ne Müslüman devletlerin ne de Birleşmiş Milletler’in aldığı karar ve kınamalar, bu acının dinmesine etki etmiştir.[4]
Bu hukuksuzlukların nasıl yapılabildiğine dair İbrahim Kalın ve Wael B. Hallaq gibi yazarların modern medeniyet anlayışı bağlamında yaptığı açıklamalar, acı olmakla birlikte oldukça ufuk açıcıdır. Onlara göre modern devlet anlayışı insanı eşyalaştırarak madde seviyesine indirgediği için sanki sıradan herhangi bir nesne gibi algılanırlar. Gerektiğinde ona zarar verilmesi ya da bir kısmının yok edilmesi, sadece matematiksel bazı hesapların ve verilerin istatistik malzemesidir. Kutsalın yok edildiği bir dünya görüşünde ve düzeninde, insanın da herhangi bir değer ve kutsiyeti yoktur. İnsan, kendini evrenin mutlak hâkimi görerek istediğini yapma yetkisini, de facto olarak kendisine tanımaktadır. Bu da sonun başlangıcıdır tüm kutsal ve geleneksel değerler adına.
Ne yazık ki Holokost ve Bosna katliamlarına benzer vahşet görüntüleri günümüzde tüm dünyanın gözü önünde yeniden tekrarlanmaktadır. Kalın’ın da ifade ettiği gibi, “Modernitenin ortaya çıkardığı araçsal rasyonalite, hedefin mana ve sonuçlarını sorgulamaz; sadece o hedefe ulaşmak için izlenmesi gereken yolları belirler.”[5] Zira bu sizin yerine getirmek zorunda olduğunuz bir nevi emir ya da dini bir vecibe mesabesindedir. Bu, yeryüzünü yüzyıllar boyunca sömüren zalimlerin değişmeyen metot ve uygulamalarının modernleştirilmiş barbarlık örneklerindendir.[6]
Zygmunt Bauman’a göre modern uygarlık, yaptığı bütün vahşetleri bilinçli ve planlı olarak yapmaktadır. Ona göre, “modern uygarlık, işkence ve katliamların serinkanlı bir biçimde ve ustalıkla gerçekleştirildiği, akılcı yöntemlerle çok daha fazla sayıda insanın yok edildiği bir dönemi ifade etmektedir.” Yine modern dünya ile barbarlığın birbirinin karşıtı olduğu iddiasının büyük bir yanılsama ve aldatmaca olup, modern dünyada barbarlığın eskiye nazaran daha yaygın ve etkili olduğunu söyler.[7]
İbrahim Kalın bu tür barbarlıkların modern ve medeni olduğu iddiasındaki Batı insanı tarafından nasıl meşrulaştırılarak yapılabildiğini Holokost ve Bosna vahşeti üzerinden misallendirir. Modern Batı medeniyetinin bu korkunç cinayetleri meşrulaştırmak adına siyasî, askerî, iktisadî, fikrî ve ahlakî gerekçeleri nasıl rasyonelleştirebildiğini tartışır. Bauman’a göre, “Holokost’u düşünebilir bir ihtimal haline getiren, modern medeniyetin rasyonel dünyasıydı.”[8] Buna dayanarak Bauman’ın da tespitine iştirak eden Kalın, modern medeniyetin, Holokost gibi bir vahşetin yeter şartı olmasa bile hiç şüphesiz gerek şartı olduğu fikrindedir.[9] Bauman, “sömürgeciliğin, modernliğin karakterine has olan yayılma, dışlama, hakimiyet kurma ve ihlal etme dürtülerinin Batı-dışı dünyada hayata geçirilmiş formülüdür” derken de yine bu modern barbarlığa işaret eder.[10]
Konuyu Filistin meselesine getiren Kalın, problemin kaynağının aynı modern medeniyet anlayışı olduğuna dikkat çekerek bu konudaki görüşünü şu sözlerle özetler: “Filistin halkını yok etmek ve işgali meşrulaştırmak için işlenen hukukî ve ahlakî suçlar, modern barbarlığın hazin örneklerinden biridir. Şiddeti, barbarlığı, baskı ve tahakkümü sistematik bir unsur haline getiren modern mekanizmaların aynı yahut benzer sonuçlar üretmesi mukadderdir.”[11]
Kalın’ın modern medeniyet anlayışının tabii bir sonucu olarak nitelendirdiği zulüm ve soykırımlar, Wael B. Hallaq gibi tanınmış yazarların modern Batı düşüncesinin doğurduğu egemen devlet anlayışına getirdikleri en temel eleştiridir diyebiliriz.[12] İnsanı tanrılaştırırken kendisine yabancılaştıran metafizik ve ilahi değerlerden kopuk bir varlık anlayışı, bu vahşetlerin temel sebebidir.
Hallaq’a göre, “Modern egemen irade, şiddet iradesi de dahil, yeni menfur silahlar yaratan bir epistemoloji ve bir dünyayı görme tarzıdır.”[13] Dolayısıyla modern dünya görüşünün varlığa bakışı ve bu varlık anlayışı üzerinde bina ettiği epistemoloji, sömürgeciliği ve soykırımları telâzüm ettiren bir yaklaşımdır. Olan biten zulüm ve vahşet arızî bir durum değil, bu gelişmenin tabii gerekli bir sonucudur.[14]
Aylardır her gün yüzlerce masum insanın en modern bombalar ve silahlarla katledildiğine sessizce şahitlik eden insanlık, tarihinin en büyük insanlık sınavından geçmektedir. Güney Afrika Hükümeti insanlığın şerefini kurtarmak adına sessiz çığlıkların ve maşeri vicdanın dili ve yüreği olarak -maalesef hiçbir İslam ülkesinin cesaret edemediği- insanî cesur bir duruşun temsilcisi olmuştur. Modern mahkemeler her ne kadar mazlumun ve haklının değil de güçlünün hakkını korumaya ayarlanmış olsa da bu sefer adaletin tecelli etmesi insanlık adına ümit vericidir.
Müslümanlar için artık uyanma vakti geçmek üzeredir. Son bir silkinişle ya bize yüklenen manevi yüke talip olur ve varlık amacımızın gereğini yerine getiririz ya da bu insanlık suçunun pasif destekçileri ve seyircileri olarak büyük mahkemede suçlularla birlikte hesaba çekiliriz. Tercih, eşref-i mahlûkat olarak muhtar yaratılan insanın ihtiyarına kalmıştır!
“Yaşasın zalimler için cehennem!” demekten başka bir yol yok mudur? Ümitsizliğin ve ölümün öldürüldüğü yeniden dirilişe talip olanlara selam olsun!
[1] Bk. Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 17.
[2] Oryantalistlerin sömürgeciliği nasıl meşrulaştırdıklarını ortaya koyan tarihi olaylar hakkında bk. Karaaslan, Oryantalizmin Zihin Dünyası, s. 50-57.
[3] Bk. Pelin Çift/ Ömer Faruk Harman, Kudüs’ün Gizemli Tarihi, Destek Yayınları, İstanbul 2022, s. 234-235.
[4] Bk. Âkif Emre, Kudüs: Bir Pusula & Kudüs Filistin ve Ortadoğu Yazıları, Büyüyenay Yayınları, İstanbul 2021, s. 32.
[5] İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni – Medeniyet Üzerine Notlar, İnsan Yayınları, İstanbul 2018, s. 30.
[6] Kalın’ın bu bağlamda yaptığı tespitler hakkında bk. Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 30.
[7] Bk. Zygmunt Bauman, Modernite ve Holocaust, çev. S. Sertabiboğlu, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1997, s. 27.
[8] Zygmunt Bauman, Modernity and the Holocaust, Politiy Press, Cambridge 1989, s. 13.
[9] Bk. Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 30.
[10] Bk. Karaaslan, Oryantalizmin Zihin Dünyası, s. 51.
[11] Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 30.
[12] Hallaq, Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek, s. 218-219.
[13] Hallaq, Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek, s. 219.
[14] Bk. Hallaq, Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek, s. 219.