İslam’ı hayatın kendisi olarak algılayan, Kur’ân’ın hayatın içerisinde anlaşılabileceğine dair kanaati, aslında aksiyoner yapısının dine yaklaşımındaki iz düşümüdür: “Ancak Kur’an literatür değil, hayatın kendisidir ve onu bir düşünce sisteminden ziyade bir yaşam biçimi olarak görmeye başladığımız vakit, onu okumaktaki zorluk ortadan kalkar. Kur’an’ın tek sadık yorumu hayatın kendisi olabilir, bildiğimiz gibi bu, Hz. Muhammed’in hayatıdır.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, Ketebe Yayınları, s.19)
Kemal MANSUR

Aliya’nın fotoğrafına baktığımda gurub vakti ile tan vaktinin kızıllıklarını yüzünde mezcetmiş bir savaşçının sükunetini görüyorum. Hiçbir duygunun tek başına açıklayamayacağı mürekkeb bir sima. Yaşadığı coğrafya ve zaman bileşenlerinin olanca zıtlıklarıyla ördüğü bir direnç haritası. Bir Balkan resmi, arka planda soluklaşan Osmanlı…
Kendi deyimiyle Avrupalı bir Müslüman. Bu iki kavram (Avrupa-İslam) üzerine erken yaşlarından itibaren komplekssiz kafa yormuş ve olanca açıklığıyla görüşlerini ortaya koymuş. Ne körü körüne Batı düşmanlığı görebiliyorsunuz onda ne de öykünme. Rahmetli Akif Emre’nin tanımlamasıyla: “Bu adam gölgeli değil. Yani şeffaf biri nasıl görünüyorsa öyle.”
(Akif Emre, Aliya, Büyüyenay Yayınları, s.36)
Lise çağlarından itibaren düşünen, araştıran, tartışan, inisiyatif alan bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Bu özelliklerinin somutlaşmış halini, daha lise ikinci sınıf öğrencisiyken içinde yer aldığı Mladi Müslimani (Genç Müslümanlar) ve kurucusu olduğu Demokratik Eylem Partisi (SDA) örneklerinde görebiliyoruz. 1970’te bir grup arkadaşıyla birlikte kaleme alıp yayımladığı İslâm Deklarasyonu da Aliya’nın nasıl bir devrimci öz ve aksiyon bilinci taşıdığının belgelerinden biri olarak önümüzde duruyor.
1992 yılında Zağrep’te basılan Mladi Müslimani adlı kitapta yer alan ve Türkçeye Zayim Bilir tarafından çevrilen röportajda şöyle diyor:
“Bu perspektiften bakıldığında ise, Mladi Muslimani Teşkilatı bugün komünizmin yıkılışı diye tanımladığımız olguda önemli bir rol üstlenmiştir. Çünkü, ikinci dünya savaşı sonrasında Komünist Yugoslavya rejimine karşı en organizeli ve en güçlü hareket Mladi Muslimani hareketi olmuştur. O zaman ki hareketler içinde bir karşılaştırma yaptığımızda şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Mladi Muslimani Teşkilatı en organizeli ve en büyük hareketti. Bu yüzden onunla hesaplaşma da çok şiddetli olmuştur. Bu arada, teşkilatın şiddet yoluyla tamamen yok edilmesi ve peşinden de çok uzun bir süreçte ondan söz edilmesinin dahi yasaklanması onun insanların gönlünde yaşamasına engel olamamıştır. Bu kişiler daha sonra onu tekrar dirilttiler, onun mesajlarını, emirlerini ve programlarını algıladılar. 1990 yılında Demokratik Eylem Partisi (SDA)’nın kurulmasında çok büyük çoğunlukta bu kişiler ön planda yer aldı. Her ne kadar direkt bir bağdan söz edilemez ise de bu insan faktöründe dahi doğrudan bir bağdan söz edilebilir.” (Haksöz Dergisi- Haziran 1994/Dünden Bugüne Mladi Müslimani Teşkilatının Etkisi Üzerine -2) Ortaya koyduğu mücadelenin değeri ve sürekliliğine dair kendi şahitliğinden güzel bir kesit…
İslam’ı hayatın kendisi olarak algılayan, Kur’ân’ın hayatın içerisinde anlaşılabileceğine dair kanaati, aslında aksiyoner yapısının dine yaklaşımındaki iz düşümüdür: “Ancak Kur’an literatür değil, hayatın kendisidir ve onu bir düşünce sisteminden ziyade bir yaşam biçimi olarak görmeye başladığımız vakit, onu okumaktaki zorluk ortadan kalkar. Kur’an’ın tek sadık yorumu hayatın kendisi olabilir, bildiğimiz gibi bu, Hz. Muhammed’in hayatıdır.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, Ketebe Yayınları, s.19)
Zor zamanlarda, zor kararlar aldı, zor mücadelelere girişti ama hiçbirinde savrulmadı ve karamsarlığa düşmedi. Biri üç, diğeri beş yıl olmak üzere iki defa hapis yatmasına rağmen kararlılığından asla vazgeçmemiş, son anına kadar değerlerinin mücadelesini vermiştir. Bosna Savaşı’nın şiddetlendiği günlerde, Saraybosna kuşatma altındayken, sağa sola havan topları düşerken bile makamına her gün gidip gelmekten vazgeçmedi. Bir defasında pencereden bir kadın “Başkan nereye gidiyorsun, korkmuyor musun?” diye seslenince, şahsiyetini özetleyen şu anıtsal cevabı veriyor: “Korkuyorum ama gitmek zorundayım.” (Akif Emre, Aliya, Büyüyenay Yayınları, s.37)
Gençlik döneminden arkadaşı Eşref Çampara’nın Akif Emre’ye anlattığı şu anektoda burada yer vermezsek, onu bilge kral yapan süreci tam anlayamayız: “Lise döneminde Saraybosna’da nehrin kenarına oturur, İslam dünyasının durumunu, İslam medeniyetinin yeniden dirilişini konuşurduk. Bir zamanlar Endülüs’te, Osmanlı eliyle Avrupa içlerinde yükselen İslam’ın yeniden dirilişinin düşünü kurardık. Aliya bu diriliş aşkını hiç kaybetmedi, bir entelektüel, bir lider olarak bu aşkla mücadele etti.” (Akif Emre, Aliya, Büyüyenay Yayınları, s.70)
Bosna’yı dolayısıyla Aliya’yı tanımak, Osmanlı ile tanışmanın, Batı’yı gerçek yüzüyle tanımanın kapılarını açmıştı bize. Unutturma üzerine inşa edilmiş resmi müfredatın bellettiğinin aksine Edirne’nin ötesinin “yaban eller” olmadığının ayrımına vardık apansız. En azından benim için öyle oldu. Kapıkule Sınır Kapısı’nı geçince de devam eden bir ortak değerler kümesinin capcanlı var olduğunu fark etmemizi sağlayan en önemli şey, Bosna Savaşı ve bilge komutanıydı.
Doksanlarda Boşnaklar yanında aslında İslam coğrafyasının her bölümündeki müslümanlara da liderlik etmiş, yepyeni bir bilinçlenmenin, aymanın fitilini ateşlemişti. Batılı değerlerin sentetikliği, mürailiği yanında Müslümanların trajik geri kalmışlık gerçeğinin nedenlerini de tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştu. Bu anlamda İslam Deklarasyonu’nu okumak önemli. Yetmişli yıllarda, bugün dahi, hayranlık uyandıran bir gözlem, titizlik ve rikkatle hazırlanmış bir belge.
Yugoslavya’nın dağılmasından sonra müslümanlara karşı girişilen soykırım çabalarına karşı toplumu besleyen bilincin kodlarını Aliya ve arkadaşlarının hayat serüveni ve düşüncelerinde görüyoruz. Onların bilinç ve kararlılıkları olmasaydı Bosna’da nasıl bir sosyoloji ortaya çıkar, hangi maceraların kapısı çalınırdı diye merak ediyorum…
Aliya’yı anlama çabası Osmanlı olmadan, Osmanlı sonrası trajediler yeterince incelenmeden eksik kalacaktır. Bu anlamda tarihçilerimizin çabalarına ve ciddi incelemelere ihtiyacımız var.
Aliya’nın hayatı, fikirleri ve mücadelesi üzerine yeterince yazılıp çizilmediği kanaatindeyim. Bir Aliya külliyatı oluşturmak zorundayız. Sahici bir külliyat olmalı bu. Onun çağına tanıklığında yaptığı gibi adil bir şahitlik olmalı. Bize olumlu gelen yönleri abartılı bir biçimde öne çıkarıp, olumlu bulmadığımız tarafları gizleme çabası olmaksızın “gölgesiz” bir ameliye içerisine girmeliyiz.
Mesela Aliya’nın eğitim üzerine kurduğu şu cümle her alanda özgürlük ve özgünlüğe atfettiği değeri ortaya koyuyor. “Tek taraflı yönlendirilmiş ve beyin yıkama üzerine kurulmuşsa; düşünceyi öğretmeyip, hazır çözümler servis ediyorsa, insanları yalnızca işlevleri için hazırlıyor, ufuklarını açıp, özgürlüklerini genişletmiyorsa eğitim de insanlık dışı olacaktır.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, Ketebe Yayınları, s.81) Onu anlama çalışmasına aynı vizyonla girişmek zorundayız.
Aslında bir insan hakkında, özellikle de ölümünden sonra kelam etmek ya da kalem oynatmak hayli netameli ve sorumluluk isteyen bir husus. Zira encamında kul hakkı var. Aşırı övgüler ve yergiler harmanı biyografi/hatırat geleneğimizi göz önüne getirdiğimizde “adil şahitliğin” önemi, aciliyeti, yükü ortaya çıkıyor. Adil şahitlik, müslüman için bir “ameli salih”tir ve dolayısıyla kaçınılmazdır.
Aslına bakarsanız her biyografi/değerlendirme denemesi ele aldığı kişiyi kendi vizyon, duygu ve birikiminin “genişliğine” hapsetme ameliyesidir. Durduğunuz yer, baktığınız yön, içinde bulunduğunuz atmosfer el ele vererek bir çerçeve çizer. Bu zaviyeden bakıldığında ortaya çıkan metin, ele alınan kişi kadar yazarın da “portresi”ni ele verir.
Kendimize iyilik edip değerlerimiz üzerine daha ciddi ve özenli çaba ve çalışmalara girişelim.