İslam ülkelerinde, Batılı entelektüellerin etkisiyle zihinleri işgal edilmiş sömürge aydınları, hayranları ile birlikte görünür görünmez işbirliği yapmaktadır. Topraklarını işgal eden ve bu toprakların sahiplerine soykırım, zulüm ve katliam uygulayan “müstevlilere” karşı ülkesini savunanlara “terörist örgüt” olarak nitelendirecek kadar idraki iflas etmiş sözde aydınlar var.
Durmuş Günay
Prof. Dr., Maltepe Üni. Öğretim Üyesi
Genelleme
Teknoloji, özellikle savaş teknolojisi, büyüdükçe, devletler küçülmekte, sonunda yok olmaları veya asimile olmaları kaçınılmaz hale gelmektedir. Bir devletin varlığını sürdürebilmesi (bekası), büyüme ve teknoloji geliştirme şartına bağlıdır. Bazı olaylar öyle aşikârdır ki aydınlığının şavkından görünmez olur sanki. Son yarım asırdır yaşananlara bakıldığında, gözlerinin önünde olup bitenlere rağmen İslam ülkeleri, sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi, olanları seyrediyor ve katliamların yapıldığı kardeş ülkelerin akıbetlerine düçar olmak üzere kurbanlık koyunlar gibi sıralarını beklemektedirler.
İsrail’in Filistin’de, Gazze’de işlediği cinayet, katliam veya soykırım, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir vahşet olarak yaşanmaktadır. Ne Türkiye ne İran ne Mısır ne de diğer İslam ülkeleri, cılız tepkilerin ötesinde tek başına herhangi bir adım atamıyor. Bir şey yapmanın yolunda da bir şey yapmıyorlar. Çünkü yapabilme güçlerinin olmadığını biliyorlar. İsrail, Ortadoğu’daki ABD’nin bir uzantısı gibidir. Avrupa ülkeleri ise sürekli ABD’nin gözünün içine bakıyor. Amerika, Avrupa ülkeleri bir araya gelerek bütün bir Batı medeniyeti olarak İsrail ile birlikteler. Korkunç nükleer silahlarla kuşatılmış İslam ülkeleri en ufak bir harekette yok edilmek üzere tehdit altında bekletilmektedir. Kurbağanın suyunun sıcaklığını yavaş yavaş arttırarak öldürmek gibi, çeşitli taktiklerle İslam medeniyetini bütünüyle yok etme amacına doğru ilerliyorlar. İslam ülkelerinde, Batılı entelektüellerin etkisiyle zihinleri işgal edilmiş sömürge aydınları, hayranları ile birlikte görünür görünmez işbirliği yapmaktadır. Topraklarını işgal eden ve bu toprakların sahiplerine soykırım, zulüm ve katliam uygulayan “müstevlilere” karşı ülkesini savunanlara “terörist örgüt” olarak nitelendirecek kadar idraki iflas etmiş sözde aydınlar var.
Batı, Müslümanları insan olarak kabul etmemektedir. İnsan hakları ve hukukundan bahsedildiğinde Batı sadece kendi insanını kastetmektedir. Müslümanlar insan sayılmadığı için onların haklarından bahsetmek gereksiz görülmekte ve dolayısıyla onlara karşı katliam ve soykırım da meşru kabul edilmektedir.
Osmanlı Devleti (Devlet-i Âli) yaşasaydı, Filistin’de veya dünyanın herhangi bir yerinde soykırım yapabilirler miydi? İsrail, insan havsalasının alamayacağı bu tür katliamları yapabilirler miydi? Ortadoğu böyle mi olurdu? “Biz Ortadoğu’dan koptuğumuz için Ortadoğu da başı kesilmiş horoz gibi can çekişiyor” (Karakoç, S., Farklar, s.27). Ortadoğu’da (Büyük) İslam Devleti mevcut olsaydı, Batı medeniyeti Filistin’i yok etmeye cesaret edebilir miydi?
Bu yazıda, devletin genel çerçevesini ortaya koymayı amaçlayacağım. İslam Medeniyeti bağlamında, Sezai Karakoç’un devlet kavramına ve ilişkili kavramlara yaklaşımını ele alarak, bunu açıklamaya çalışacağım. Devlet kavramına felsefi açıdan bakmaya, bir anlamda kavram mühendisliği yapmaya çalışacağım.
Felsefi açıdan vurgulamak istediğim şudur: Felsefede bir varolanın varolmasının dört nedeni olduğu kabul edilir. Ayrıca, cevher (varolan) ile varolanın özü (formu) ve maddesi arasındaki bağıntıyı açıklamaya çalışacağım.
Devlet, tarihsel süreç boyunca çağın şartlarına göre farklı biçimler ve amaçlar taşımıştır. İnsanın tarihteki ortaya çıkışı üç yüz bin öncesine dayanır. Devletin kuruluşu ise yaklaşık dört bin yıl öncesine dayanmaktadır (Duralı, T. Konuşmaları).
Öncelikle devleti, ilişkili olduğu millet, toplum, medeniyet, kültür ve yönetim kavramları bağlamında ele almak gerekmektedir. Bir metaforla başlayabiliriz. Denizde seyreden bir gemi hayal edelim. Bu geminin yolcularının millet olduğunu varsayalım. Gemiyi yöneten kaptanı devlet başkanı, kaptan ve yardımcılarını ise gemi yönetimi olarak düşünelim. Geminin daha alt kademelerinde ise diğer idareciler yer alsın. Geminin fiziksel yapısını, yolcuların hukukunu, geminin çalışma ilkelerini, yolcuların ihtiyaçlarını karşılayan işverenler ve işçileri, güvenliği sağlayanları; tüm bilgi, kurallar ve bu bilgilere göre yolculuk boyunca gerçekleştirilen her şeyi medeniyet olarak düşünelim. Geminin içinde yüzdüğü denizi ise zaman olarak kabul edelim.
Gemideki yolcuların hukuku ve geminin çalışma sisteminin kuralları, bu kuralları uygulama yetkisine sahip kaptan, mürettebat ve alt idarecilerden oluşan yapı devlettir. Bu kuralları ve bu kuralları uygulayan yöneticiler (örneğin hükümeti), devletin rejimi çerçevesinde millet tarafından belirlenir. Devlet süreklidir; ancak gemiyi yöneten hükümet (devletin ilkelerini ve yasaları uygulayanlar) millet tarafından değiştirilebilir.
Medeniyet
Bu toprakların medeniyeti İslam medeniyetidir. İlk insan ve ilk peygamberden başlayıp kıyamete kadar devam eden tek bir medeniyet vardır. O medeniyetin zirve hali, dolunay hali, İslam medeniyetidir. Diğer tüm medeniyetler, vahdaniyet veya hakikat medeniyetinin sapmış kollarıdır. Onların sapmış hallerini bildiğimiz için, onları sanki ayrı medeniyetlermiş gibi görüyoruz (Sezai Karakoç).
Felsefede, düşünülebilir ve gösterilebilir her şey varolandır. Her varolan aynı zamanda cevher olarak adlandırılır. Cevher, form (öz) ve malzeme arasındaki ilişkiyi açıklamak için burada bir formül sunacağım.
Formül şu şekildedir;
Cevher = Form + Malzeme. (a)
Cevher (substance), form (essence) ve malzemenin (material) birleşiminden oluşur. Bu birleşimi bir kimyasal bileşiğe benzetebiliriz. Şimdi, bu formülü bir varolan (cevher) olan medeniyet için uygulayalım:
Medeniyet = Kültür + Tabiat (b)
Medeniyetin esasını, özünü (formunu) kültür oluşturur. Medeniyet, kültürü içerir. Formun kelime anlamı şekil ve biçimdir. Felsefede, bir şeyi kendisi yapan şeye, o şeyin özü denir. Çay bardağı ile su bardağının her ikisinin de malzemesi camdır. Çay bardağını çay bardağı, su bardağını ise su bardağı yapan şey, onların formudur (şeklidir). O halde şekil (form), özdür.
Medeniyete Hegel’in diyalektiğini uygulayalım. Kültür tez, tabiat antitez, medeniyet ise sentezdir diyebiliriz.
Kültür ve tabiatın birleştirilmesinin faili millettir. Bu birleştirmenin bilgisi teknoloji ile sağlanır. Teknoloji, zanaat veya sanat anlamlarını da içerir. Bir binanın kültüre karşılık gelen mimari projesi, tabiat (yapı elamanları, tuğla, taş çimento vb.) birleştirilerek ortaya çıkan bina, bir medeniyet ürünüdür. Bazen, ortaya çıkan fiziksel bir nesne de olmayabilir. Örneğin, bir musiki eserini ele alalım: Eserin bestesi, kültürü, seslendirilmesi ise malzemeyi temsil eder; musiki de bir medeniyet ürünüdür (notalar+ses). Resim de bir medeniyet ürünüdür (ressamın tahayyülü+boya).
Soyut ve somut her şey medeniyete dahildir. Medeniyete girmeyen bir şey yoktur. Dolayısıyla, gemideki millet, yönetenler, yönetim ilkeleri, hukuk, iktisadi faaliyetler, geminin fiziksel işleyişi ve maddi unsurlarının tamamı medeniyete dahildir. Medeniyet, çok cepheli tarihi-sosyolojik bir oluşumdur.
Kültür
Düşünce, duyuş, inanç, bilim ve bilgi kültürdür. Kültür, açığa çıktığında medeniyete dönüşür. Etik, ahlak felsefesi ve kültürdür. Etik ilkeler davranışa dönüştüğünde ahlak haline gelir. Ahlak medeniyete tekabül eder. Eğer halının modeli kültürse, kendisi medeniyete karşılık gelir. Süleymaniye’nin projesi kültürse, inşa edilmiş caminin kendisi medeniyettir. Medeniyet, kültürü içerir.
Hayatımızın yol haritası kültürdür. Bütün ilişkilerimizin bilgisi kültürdür. Kültür hayatidir. Kültür olmadan yaşayamayız. Tabiattaki her şey, örneğin tarım ürünleri, tarım bilimi sayesinde toprağın işlenmesiyle; sanayi ürünleri, tabiattan elde edilen malzeme ve bilimsel bilginin teknoloji sayesinde birleşmesiyle medeniyet ürününe dönüşür.
Medeniyetin özü kültürdür. Medeniyetin oluşması için kültürün belirli bir düzeye ulaşması gerekir. Bir topluluk (community), bir toplumu (society) meydana getirir.
O toplum bir kültür üretir.
O kültürden bir medeniyet doğar.
O medeniyetten bir millet doğar.
O milletten bir devlet doğar.
(Karakoç, S., 2015, a, s.19)
Toplulukta adetler, görenekler ve gelenekler söz konusudur. Gelenek, göreneklerin yanı sıra yaptırım gücü olan yasalar ve hukuk ortaya çıktığında topluluk, topluma dönüşür. Kültürün belirli bir düzeye ulaşmış olması ne anlama gelir? Bu düzey nedir ve kim(ler) söz konusu düzeye ulaşıldığına karar verir/verebilir? Bu sorunun cevabı, bir manzumu okuyan ehil bir kişinin bu manzumun şiir olmadığına karar vermesiyle benzerlik gösterir; bu benzerlik dile getirilmesi zor olan bir ilişkiyi yansıtır.
Millet
İslam milleti, ırk, dil ya da renk esasına dayanmaz; bir ruh etrafında toplanmış, aynı ideali paylaşan toplum fertlerinin bir araya gelmesiyle oluşan canlı ve somut bir varlıktır. Millet fertlerinin aynı coğrafyada bulunması şart değildir; aynı ruhu ve ideali taşıyanlar millete mensuptur.
Yukarıdaki (a) denklemini millet kavramını açıklamak için kullanırsak:
Cevher = Form + Malzeme. (a)
Millet = Medeniyet + Toplum (c)
Medeniyet tez, toplum antitez, millet ise sentez olarak değerlendirebiliriz.
Milletin özü medeniyettir. Medeniyetin ve devletin faili millettir. Medeniyet hem milletin özü hem de milletin var ettiği bir varolan olması çelişkili görünebilir.
Medeniyet tarihsel ve sosyolojik bir olaydır. Medeniyetin tarih boyutu vardır. Bir toplumun İslam milletine dahil olmak istediğini düşünelim. Medeniyet ırmağı zaman içinde ilk insan ve ilk peygamberden beri akmaktadır. Toplum, bu ırmağa bir noktadan dahil olacak ve katıldığı medeniyetten millet formunu alacaktır. Görüldüğü üzere, toplum milletin malzemesidir.
Devlet
Devlet, bir milletin en üst yönetim erkidir ve egemenlik yetkisini milletten alır. Millet doğrudan ya da dolaylı olarak devletin ilkelerini (örneğin anayasa ve yasalarını) belirler. Millet, yönetenler aracılığıyla egemenliğini kullanır. Devletin işleyişini sağlayacak kurumları ve bu kurumları yöneten, yürüten personelin niteliklerini belirler. Kısacası, devlet aygıtının teorik yapısını şekillendirir. Devlet sistemi adını verdiğimiz bu kısım devletin formudur.
Devlerin formu, devlet sistemi, devletin ve kurumlarının işleyişini tanımlayan yazılı metinlerden oluşur.
Devlet = Devlet Sistemi + Millet (d)
Sistem tez, millet antitez ve devlet sentez.
Devletin faili millettir; devlet, benimsediği sistem ile medeniyete dayanır. Kurulan veya kurulmuş olan devletler, İslam medeniyeti sürecinde hangi ilkeler üzerine kurulduğunu ve nasıl yönetildiğini göz önünde bulundurarak, bu tarihi tecrübelerden yararlanmalıdır. Emevî, Endülüs, Abbasi, Selçuklular ve Osmanlı Devleti’nin tarihi tecrübelerinden yararlanılması gerekmektedir.
Osmanlı Devleti, “devlet-i ebet müddet” olarak kurulmak istenmiştir; böylece devletin bin yıl yaşaması amaçlanmıştır şeklinde yorumlanır. Medeniyetimizde devlet, hakikat ideali, adalet ve ehliyet ilkeleri üzerine kurulmuştur. Devletin uzun ömürlü olması, milletin metafizik amacına ulaşması hedefiyle tasarlanmış ve bu yönde bir yaşam öngörülmüştür.
Devlet yöneticilerinin yanı sıra, toplumun (milletin) da aynı ideali ve değerleri paylaşması önemlidir. Eğer toplum, devlet ile aynı ideali ve değerleri paylaşmıyorsa, ilkelerin uygulanması ve adaletin sağlanması mümkün olmayabilir. Adaletin sağlanması mümkün olmayabilir. Eğer bir toplumda “veren el, alan elden üstündür” inancı yerleşmişse ve millet, aldıklarından fazlasını verme eğiliminde olan bireylerden oluşuyorsa, o toplum erdemli ve sağlam bir toplumdur.
İster monarşi ister demokratik bir devlet, isterse de İslam devleti olsun, devletin karakterini denklem (d)’deki devlet sistemi belirler. Bu denklem, devletin çerçevesini açıklayan basit bir formül olarak değerlendirilebilir.
Sonuç
Günümüzde, binlerce kilometre menzile sahip nükleer silahlara sahip olan devletler karşısında, bu silahlara sahip olmayan devletler küçük ve zayıf hale gelmiştir. Küçük devletlerin, varoluşu, onurlu bir yaşam sürmesi, güvenliği, özgürlüğü artık mümkün değildir.
ABD ve Avrupa’nın desteğiyle İsrail’in Gazze ve Filistin’de işlediği katliamlar ve soykırımlar karşısında nükleer silahları olmayan devletlerin seyirci kalmasının nedeni budur. Dünyada, toplam 12 bin 512 nükleer silahın bulunduğu bir zamanda, nükleer silahlara ve onlardan korunma imkanlarına sahip olmayan, belirli bir ölçekte boyutları olmayan devletlerin özgürlüğünden ve güvenliğinden söz edilemez. Rusya’da 16 bin kilometre, ABD’de 13 bin kilometre menzilli nükleer başlıklı füzeleri olduğu bilinmektedir.
Sezai Karakoç, tehlikeyi sezip ve görerek, 1991’de Diriliş dergisindeİslam ülkelerine seslendi. “İslam Ülkelerinin Başında Bulunanlara Çağrı” başlıklı bir bildiri yayımladı (Karakoç, 2017b). Daha sonra bu bildiri, “Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II” kitabında da yer aldı (Karakoç, 2017b). Üstad, bu bildiride İslam ülkelerinin derhal bir araya gelerek bir “Savunma Antlaşması” imzalamalarını yazdı. Bu bildiri, hitabet sanatının muhteşem bir eseri olarak kabul edilse yerindedir. Üstad sanki sûr’u üflemektedir. Altmış yıl boyunca İslam medeniyetinin dirilişi üzerine yazdı ve konuştu. Tehlikenin ne olduğunu ve derhal neler yapılması gerektiğini belirtti. Söylediği tehlikeler bir bir vuku buldu. “Keşke haklı çıkmasaydım,” dedi.
Şimdi Sezai Karakoç’un söz ve yazılarından bir kısmını burada alıntılayacağım.
Üstadın ısrarla vurguladığı en önemli husus, İslam dünyası ülkelerinin birleşmesidir. İslam dünyası, önce “İslam Devlet Topluluğu” ve “İslam Millet Topluluğu” olarak örgütlenmeli ve hem İslam dünyasının hem de insanlığın kurtuluşu için çalışmalıdırlar. İslam dünyasının özgürlüğü ve geleceğinin güven altına alınması ve insanlığın kurtuluşu için birleşmek şarttır. Birleşirlerse, en azından yutup yok etmek isteyenlerin boğazından geçmezler.
Üstad 1985 yılında Çağ ve İlham IV kitabında şöyle der: “Bugünkü teknolojiyi göz önünde tutarsak yakın geleceğin devleti güvenlik açısından en az 10 milyon km² toprağa sahip 250 milyon nüfuslu ileri teknolojiye kavuşmuş bir sanayi ve bunlara denk bir kültür durumu olmalıdır. Bu ölçülerden aşağı derecede bir devlet, tabi olmak durumuna düşecek yani adı devlet olsa da gerçekte devlet olmaktan çıkacaktır. Çünkü devlet egemenliği kendi elinde olan topluluk demektir.” (Not: 1991 yılında verdiği bir konferansta, bu ölçütlere nükleer silahlara sahip olma zorunluluğunu da eklemiştir). Günümüzde ise buna ek olarak, nükleer silahlara karşı savunma teknolojisine sahip olma zorunluluğu da bulunmaktadır.
“Müslümanlar Rusya’da Çin’de Hint’te ülkeleri işgal edilen her yerde, her haktan mahrum hor ve hakir durumdadırlar; çarçabuk kendilerine gelip, Doğu Asya’da Doğu İslam federasyonunu Ortadoğu’da orta veya merkez İslam federasyonunu ve Afrika’da Batı İslam federasyonunu ve daha sonra bu federasyonları sinesinde toplayan büyük İslam konfederasyonunu kuramazlar ve buna kültür temelli olarak geçmişte olduğu gibi insanlık amaçlı İslam ülküsünü canlandırıp ruhlarda ateşleyemezlerse bu hayat memat çözümüne eremezlerse, ölüm, yok olma ve esaret, mukadderdir. Esaret rüzgârları kızgın felaket çöllerinde yakıcı bir şekilde esiyor.
Uyanmayanlar için ne acıklı son!” (Karakoç, S., 2015, c, ss. 103-106).
“… ortadoğu’da büyük İslam devleti kurulmadığı taktirde bizim için mutlak surette esaret görünüyor” (Karakoç, 2015, b)
Kaynaklar
1. Karakoç, S. (2015, a). Çıkış Yolu III, Kutlu Millet Gerçeği, ss.7-57, Yüce Devlet Gerçeği, ss.57-
91, 5. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları.
2. Karakoç, S. (2015, a). Çağ ve İlham IV, Esaret Rüzgarı, ss.103-106, 5. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları.
3. Karakoç, S. (2017, a). Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, Millet ve Devlet, ss.30-32, 5.Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları.
4. Karakoç, S. (2017, b). Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, İslam Ülkelerinin Başında Bulunanlara Çağrı, ss.197-202, 5.Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları. (Not: Bu yazı, Diriliş Dergisi’nin Ocak 1991 tarihli 119-120. sayısında yayımlanmıştır.)
5. Karakoç, S. (2018). Farklar Günlük Yazılar I, Ortadoğu ve Türkiye, ss.25-27, ss.197- 202, 8. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları.
6. Karakoç, S. (2015, b). Çıkış Yolu II Medeniyetimizin Dirilişi, ss.130, 5. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları