Filmler yapımcı, yönetmen, senarist, müzik, oyuncu, sahneci gibi paydaşların ortak çalışmalarının bir ürünüdür. Söz konusu paydaşların ülkemizi ayakta tutan değerleri hakkıyla öğrenmesi, medeniyet birikimini fark etmesi büyük önem taşıyor. Yapımlara gerçeklik ve kalite kazandıracak olan faktör budur.
Kemal KAHRAMAN
Dr., Tarihçi-Yazar
Son yıllarda ülkemizde film endüstrisinde ve dizi yapımlarında önemli bir sıçrama yaşandı. Yerli diziler dünyanın her yerinde gösterime giriyor, izlenme rekorları kırıyor. Hollywood’un, Bollywood’un en büyük rakibi olduğu söyleniyor. Büyük bir ekonomik değer ifade eden sektörde çok sayıda meslek elemanı yetişiyor. Yapım şirketleri kuruluyor veya gelişiyor. TV kanallarında her gün yeni bir dizinin başlamasına şahit oluyoruz. Dizilerin bu kadar günlük yaşamın parçası haline gelmesi, incelemeye değer bir konudur. Öyle ki dizi oyuncuları neredeyse ailemizin bir ferdi haline geliyor.
Bunların bir kısmı sürekli olarak “yakışıklı” bir jön ve “çekici” bir bayan ikilemine dayanan kalıplaşmış aşk hikayelerini konu ederken, bir kısmı mafya, bir kısmı gündelik hayat, aile ilişkileri, psikolojik sorunlar, milli veya tarihi temalar üzerinde duruyor. Sıcak aile yuvalarının mahremiyeti içinde her yaştan insan yeraltı dünyası, şiddet, cinayet, uyuşturucu, çarpık ilişkiler gibi normal hayatta karşılaşılması gayet zor olan sahneleri evinin içinde izlemek zorunda kalıyor. Eğitim, hukuk, emniyet gibi kurumların mücadele ettiği, “zararlı veya suç” olarak tanımladığı birçok olay ve eylemi çayını yudumlarken ekranda seyrediyor. Bu durumu ilgili kurumlara ve sosyal psikologlara bırakarak toplumumuz için önemli olan başka bir olguya dikkat çekmek istiyoruz.
Teması ne olursa olsun bizdeki film kültürünün ortak bir sorunu varsa o da halkımızın milli ve manevi değerleridir. En fazla yerel, yöresel, geleneksel gibi iddialar taşıyan yapımlarda bile oyuncuların günlük hayatında söz konusu değerlerin yeri oldukça sınırlıdır. Ekranda görülen insanların yolu kurgusal bir dünyanın her türlü sefaletine uğrar ama bir türlü erdemli hayatlara, günlük ibadetlere, camiye uğramaz. Bizim mahalle konulu birçok dizide sokağın bir ucunda yer alan cami bir türlü kadraja giremez. Kazaen girse de sesi duyulmaz. Kahramanlarımız her şeyi konuşur ama kolay kolay ağzından bir besmele, bir hayır dua çıkmaz. Değerler dünyamızda rol model olabilecek bir karakterle, dindar bir insanla karşılaşmaz. Faziletli davranışlar öne çıkmaz. Adeta manevi değerler, erdemli davranışlar “sanatsal” ortama uygun değildir.
Yeşilçam geleneğinden kalan alışkanlıkla insanımız bunu doğal karşılıyor. Ama filmlerin, dizilerin bir kenarına iliştirilmiş inançla, ahlakla ilgili en ufak görüntü onu heyecanlandırmaya yetiyor. Bu acemi, yabansı bir bakış bile olsa. Eski Türkiye’de vali beyin camiye gelmesi gibi bir şey oluyor. Yürekleri ısındırıyor, buruk bir tat bırakıyor.
Şimdi soralım, ülkemizin sosyal, kültürel, siyasal hayatında yaşanan bunca değişime rağmen halkın inanç dünyasıyla ilgili konular, mekanlar, görüntüler, sesler, neden hâlâ sinema endüstrisinde iğreti bir konu olarak duruyor? Halkımızın günlük hayatının önemli bir kısmında ona eşlik eden, ona millet olma ruhunu veren değerler neden dizilerde, filmlerde hak ettiği yeri, hak ettiği oranda bulamıyor? En azından sıradan ve sade güzellikler, sağlam bir aile yapısı, genel ahlaka uygun ilişkiler, gerçek varlığıyla ekranlara neden yansıyamıyor?
Bu durumun iki boyutu vardır. Birincisi inanç faktörünün arka planda kalmasıdır. Sanki bu ülkede günde beş vakit ezan okunmuyor, birtakım insanlar bu davete icabet etmiyor gibidir. Şehirlerde, köylerde, kamera, mikrofon o sesi, o insanları bir türlü duyamaz, göremez. Yaşlı bir köylünün ağzından hayır dua çıkarsa artık şansınıza. Gençlerde böyle şeyler beklenmiyor tabii. Çok seyrek olarak bir yönetmen uzaktan bir ezana yer verdiğinde büyük lütufta bulunmuş oluyor. Genellikle Batı dünyasındaki ödüllere aday olmak isteyen yönetmenler “yöresel” gerçeklik aşkına bir ezan sesi, figüran olarak ezik bir din adamı imajı yerleştirebiliyor.
İkinci boyut, dini, ahlaki bir temaya yer verildiğinde yeterli düzeyde danışmanlık hizmeti alınmamasıdır. Manevi değerler genellikle geçmiş yıllara dayanan önyargılar çerçevesinde “sinema diline” uyarlanıyor. Bu durumda acemi, konunun ruhundan uzak, bir çeşit oryantalist bakış ortaya çıkıyor. Film yapımcılarının kendi hayatları, hayata bakışları şöyle veya böyle olabilir. Bir şey diyemeyiz. Fakat yapımlar toplumumuzu anlatma iddiası taşıyorsa, uzmanlara danışma olayının kurumlaşması gerekiyor. Yoksa kendi dünyasıyla sınırlı kalmaktan kurtulamaz.
Öte yandan son yıllarda elbette milli kültürümüze dayanan önemli yapımlara imza atıldı. Uzak ve yakın tarihimizle ilgili ülkemizde ve dünyada izleyici rekorları kıran diziler çekildi, çekiliyor. İlgili kamu kurumları projelere önemli katkılar sağlıyor. Bunların ülkemizin sinema geleneğiyle ilgili önemli adımlar olduğu bir gerçektir. Geçmiş yıllara göre hem dil hem teknik olarak büyük bir mesafe kat edildi. Fakat Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli gibi bazı dizileri ayrı tutarsak, burada da benzer bir sorunla karşı karşıyayız; film endüstrisinde müzmin bir hastalık olan bakış sorunu aşılabilmiş değildir. Genel anlamda söylüyorum. Yoksa önemli başarılar kaydeden örnekler de mevcuttur.
Birçok yapımda aktörlerin davranışlarında, olayların sunumunda dikkat çekici bir sıradanlık, kalıplaşmış bir perspektif söz konusudur. Öyle ki bu yapımlarda dini, tarihi, sosyolojik konularda bilimsel bir uzmanlık hizmeti alındığını söylemek zordur. Mesela Muhteşem Yüzyıl çekilirken Halil İnalcık hoca hayattaydı. Ama bildiğimiz kadarıyla ondan faydalanılmadı. Konuyla ilgili soran gazetecilere rahmetli hoca nazikçe cevap verirken “filmin iyi iş yaptığını fakat tarih değil bir şov olduğunu” belirtmişti. Üniversitelerimizde konunun uzmanı olan nice bilim adamı vardır. Osmanlı, Selçuklu gibi İla-yı Kelimetullah için ortaya çıkmış büyük devlet ve kültürleri konu alan dizilerde bile geleneksel günlük hayatın, ibadetlerin, hikmetlerin hakkıyla kendine yer bulmakta zorlanması, manidar bir durumdur.
Onun yerine ülkemizde ve dünya pazarlarında satış amaçlı olarak kanlı savaş sahneleri, Amerikan filmlerine özenen elinde silah sağa sola ateş edilen polisiye diziler, entrikalar, çarpık ilişkiler, şiddeti özendiren rol modeller, ucuz ve hamasi önyargılar öne çıkıyor. Güncel veya tarihsel gerçekliğe uyup uymaması bir yana, aile ortamında izlenmesi uygun olmayan sahneler reytingi artırıyor olabilir. Fakat öyle görünüyor ki toplumda nasıl bir etki bırakacağı konusu ticari kaygılara kurban ediliyor. Evimize gelen misafirler sokağın tozu çamuru içeri gelmesin diye ayakkabılarını kapıda çıkarırken, odamızın başköşesindeki dev ekranda hiç de temiz olmayan bir dünyayı izlemek, ne yaman bir çelişkidir. Türk, İslam, hatta Batı dünyasından TV dizilerimizle ilgili gelen eleştiriler önemli ipuçları veriyor. Muhteşem Yüzyıl’ın Bosna’da boykot edildiğini unutmayalım.
Günümüzde eski Türk filmlerine göre tarihi olaylar, giyim, dekor, teknik olarak çok daha iyi canlandırılıyor. Bu konuda büyük mesafe katedildi. Bilgisayar programları, efekt ve görsel zenginliğe önemli katkılar sağlıyor. İhsan Kabil’in alanına girmek istemem ama sanırım hakiki bir sanat dili arayışı, teknik altyapıyla ilgili bir konu değildir. Amerikan film endüstrisi bunu açıkça gösteriyor. Devasa bütçeli “yüksek” teknoloji kullanılan nice filmde insana dokunan bir şey bulamayabiliyorsunuz. Tarkovski gibi ustaların kazandırdığı metafizik açılımlar, İran sinemasında yakalanan sadelik ve tevazudaki insani güzellikler, nedense bizimkilerin dikkatini çekmiyor. Senaryoyu bilemeyiz ama insan ve karakter olarak, bizim dünyamızı yansıtmakta gayet zorlanıyorlar. Bu topraklardaki birikime yabancı oldukları her hallerinden belli oluyor. Türk tarihi konu edilirken insanda daha çok Batı dünyasına ait Vikingler, Kuzeyli (The Northman) gibi masalsı pagan dönemi filmleri izlenimi bırakıyor. Kıyafetleri, tavırları, karakterleriyle.
Milli temaları konu alan tarihi bir yapımın arkasında büyük bir bilimsel ve kültürel birikim olması gerekir. Yapımcıların sık başvurdukları argüman şudur: “Biz izlenme oranlarına bakıyoruz”. Yeşilçam geleneğinden bu yana ülkemizdeki sinema endüstrisine baktığımızda bu ifadenin gerçeği yansıttığına inanmak zordur.
Pazar ekonomisinin bilinen bir kuralı vardır; her arz kendi talebini yaratır. Bütün doktorların zararlı dediği ürünler reklam bombardımanıyla satış rekorları kırıyor. Bu ülkede en sefil filmler yapılırken, sektör toplum mühendisliği için araç olarak kullanılırken kimse halka sormamıştır. Ülkenin dört bir yanında insanımız inançlarıyla alay eden, hakir gören, milli değerlerden yoksun filmleri kendisi talep etmemiştir. Sinemadaki kurgusal dünyayı, tıpkı idare ve ekonomide olduğu gibi, sinemanın gerçekliği olarak “de facto” kabul etmiştir. Başka bir seçeneği olmamıştır.
Film ve dizi endüstrisi, “toplumsal gerçekçilik” iddiası taşıyanlar da dahil, ülkemiz insanının normal günlük hayatını, milli ve manevi değerleri, buna bağlı gelenek ve uygulamaları görmekte hep zorlanmıştır. Milli duygular daha çok didaktik düzeyde veya marjinal bir unsur olarak kendine yer bulabilmiştir. Bir bilene sorulmadığından, genellikle insanımızın ruh dünyasıyla hakiki bir temas kurmaktan uzak kalmıştır.
Filmler yapımcı, yönetmen, senarist, müzik, oyuncu, sahneci gibi paydaşların ortak çalışmalarının bir ürünüdür. Söz konusu paydaşların ülkemizi ayakta tutan değerleri hakkıyla öğrenmesi, medeniyet birikimini fark etmesi büyük önem taşıyor. Yapımlara gerçeklik ve kalite kazandıracak olan faktör budur. Sosyal hayatımızdaki yerine ve önemine baktığımızda film sektöründe ülkesini ve milletini tanıyan, ayakları bu topraklara sağlam basan, iyi yetişmiş, nitelikli elemanlara şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır.