İç Savaş Yıllarında Türkiye’nin Suriye Politikası

Eylül 2011’de, diyalog çağrılarına yanıt vermeyen Suriye yönetimi, Türkiye tarafından meşruiyeti olmayan bir yönetim olarak nitelendirilmiş ve muhaliflerin korunması ve desteklenmesi süreci başlatılmıştır. Bu doğrultuda, İstanbul’da Suriye direnişinin sivil-siyasi tabanında el-Meclis el-Vatani Suri adlı silahsız bir direniş grubu kurulmuş ve bu yapı, Esed yönetimini devirerek yeni bir düzen tesis etmeyi amaçlamıştır.

Şehnaz FINDIK İNAN

Şubat 2011’de Mısır, Tunus ve Libya’daki protestocuların demokrasi ve reform taleplerine destek vermek amacıyla Suriye’de çeşitli protestolar başlamış, Suriye güvenlik güçleri tarafından kontrol altına alınan gösteriler bir dizi tutuklamayı beraberinde getirmiştir. Mart 2011’e gelindiğinde güneydeki Dera kentinde, Suriye polisi hükümet karşıtı duvar yazıları yazdıkları gerekçesiyle 15 çocuğu tutuklamış ve onlara işkence etmiştir. Bu olay, şehirde büyük bir direnişin fitilini ateşlemiştir. Suriye’deki çeşitli etnik kök ve mezhepten birçok muhalif grup, Esed yönetiminin keyfi tutuklamalarına karşı birlikte hareket etmiştir. Nihayetinde, Suriye güvenlik güçleri protestoların ülke genelinde yayılmasını önlemek amacıyla Dera şehrini kuşatma altına almış ve şehrin dış dünyayla bağlantısını kesmiştir. İç savaşın fitili tam da burada yakılmıştır.

Muhalif grupların reform beklentileri, kısa süre içinde “Şii Baas Yönetimine Karşı Sünni Halk Ayaklanması” şeklinde lanse edilince, yönetim ile muhalif gruplar arasında şiddet baş göstermeye başlamıştır. Bu süreçte, Suriye yönetimine muhalif gruplar medya yoluyla Mısır’da devrilen Hüsnü Mübarek yönetimine odaklanmış, dolayısıyla muhalif grupların söylemleri daha siyasal bir zemine oturmuş ve Beşar Esed’in devrilmesine yönelik sert eylemlerin önünü açmıştır. Tüm bunlar yaşanırken, 29 Mart 2011’de istifasını veren Suriye hükümeti karşısında Beşar Esed halka reform sözleri vermiş ve şiddetin duracağına işaret etmiştir. Ancak şiddet giderek tırmanmış ve bu durum uluslararası kamuoyunda endişe yaratmaya başlamıştır.  2011’in temmuz ayının sonlarında, Suriye ordusundan ayrılan ve neredeyse tamamı Sünni ve Arap olan subaylar başlangıçta mezhepçi yönelimi reddeden yerel isyancı çeteleri düzenlemek için çatı bir yapı olarak “Özgür Suriye Ordusu”nun (ÖSO) kurulduğunu duyurmuştur. Bu noktadan sonra, silahsız sivil direnişin yanı sıra silahlı bir direniş hattı da oluşturulmuştur.

Tüm bunlara karşın, Batı, tıpkı Libya’da olduğu gibi, BM Güvenlik Konseyi’nden çıkacak bir karar ve NATO müdahalesi beklentisi içindeydi. Ancak Rusya ve Çin’in her türlü karar ve yaptırımı veto etmesi,  bu beklentileri boşa çıkarmıştır.  Suriye’de baş gösteren iç savaşın karmaşık doğası ve Ortadoğu’da meydana getireceği sonuçlar, küresel güçlerin bölgedeki sorunlarla yüzleşmesini zorlaştırmıştır. Suriye krizi, en temelde ABD-Batı merkezli küresel güçlerin Rusya ve bölgesel güçlerle çatışma riskinin artıran, güvenlik ilişkilerini yoğunlaştıran ve çıkar merkezli politikaların bölgedeki istikrarı zayıflattığı küresel bir sorun olmuştur. Nitekim, Ortadoğu’da terör, düzensiz göçmen, insan ve silah kaçakçılığı, kimyasal silahlar, uyuşturucu ticareti ve daha birçok uluslararası suç ve krizle iç içe geçen Suriye, yalnızca bir bölgesel kriz olarak kalmamış, küresel bir güvenlik sorunu haline gelmiştir.

Krizin tırmanmasıyla birlikte,  AB, Suriye’ye silah ambargosu koymuştur. Küresel güçlerin bu denli hassas ve kaygan bir zeminde politik hesaplara girişmesi, sürecin çözümün bir tercih olmadığını gözler önüne sermiştir. Örneğin, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, göstericilere şiddet uyguladığı için Beşar Esed yönetimini yalnızca kınamakla yetinmiştir. [1] Türkiye, Suriye’de yaşanan ayaklanmaların tıpkı Mısır, Yemen ve Libya’da olduğu gibi Baas yönetimini de devireceği inancıyla Suriye’deki muhalif gruplara destek vermiştir. Reform ve itidal çağrıları ile Beşar Esed yönetimine şiddeti durdurmasını tavsiye etmiş, aynı zamanda uluslararası kamuoyunu Suriye’de yaşanan şiddetin durdurulması için harekete geçirmiştir. Bu politikalar, jeopolitik bağlamda düşünüldüğünde, ortak tarih ve kültüre bilhassa Türkiye’nin bölgedeki yumuşak gücüne dayanan bir çatışma çözümü ortaya koymuştur. Sürecin, liberal unsurlarca desteklenen ve Türkiye’nin sahip olduğu “stratejik derinlik” anlayışı doğrultusunda teşvik edilen dış politika önerisi olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım, Türkiye’yi merkeze alan ve onu bir “merkezi güç” olarak tanımlayan bir içerikte sunulmuştur. Yanlışıyla doğrusuyla, Türkiye başlangıçta Beşar Esed ile anlaşırsa işlerin yolunda gideceğine ikna olmuş, ancak zamanla bu fikrin Ortadoğu için fazla ütopik bir beklenti olduğunu anlamıştır. Dolayısıyla Türkiye, bölgesel bir güç gibi davranmaktan çok, küresel ölçekte stratejik önem kazanabileceği politik adımlarla birçok bölgede aktif bir lider rolü üstlenmeyi tercih etmiştir. Türkiye, Suriye’de kendi hesap defterini ortak tarihsel hafıza ile birleştirmenin yollarını aramaya başlamış ve neticede Esed rejimi, devlet terörüne kapı aralayan bir düşman olarak görülmeye başlanmıştır.

Arap Baharı’nın aksine, Suriye’deki “kış”, Türkiye’nin 2002 sonrasında benimsediği dış politika vizyonunu uygulayabilmesi açısından bir deneme olmuştur. AK Parti’nin “lider rol” ve “merkez ülke” kavramlarına binaen Suriye’ye yapılan çağrılar ve muhalif desteği, küresel güçlerin yaşananlara karşın Libya’dakine benzer kesin önlemler almaması neticesinde sonuçsuz kalmıştır. Türkiye, Arap Baharı öncesinde Suriye ile ilişkilerinde tarihinin en iyi ticari, diplomatik ve sosyal iş birliklerini kurmuş ve buna istinaden, Arap Baharı sonrası derinleşen Suriye krizinde çözümü bölgesel aktörlerle yapılacak bir diyalogda görmüştür. Bölgesel istikrarın ve Suriye sınırının korunmasına yönelik atılan bu adımla, Irak’ta olduğu gibi küresel güçlerin müdahale ettiği ve istikrarsızlaşan sınır komşularının neden olduğu tehdit ve riskleri bölgesel bir iş birliği içerisinde çözmek istemiştir. Ancak süreç, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile sınır ötesinde yeni bir oyun kurmanın zorunluluğunu beraberinde getirmiştir.

Eylül 2011’de, diyalog çağrılarına yanıt vermeyen Suriye yönetimi, Türkiye tarafından meşruiyeti olmayan bir yönetim olarak nitelendirilmiş ve muhaliflerin korunması ve desteklenmesi süreci başlatılmıştır. Bu doğrultuda,  İstanbul’da Suriye direnişinin sivil-siyasi tabanında el-Meclis el-Vatani Suri adlı silahsız bir direniş grubu kurulmuş ve bu yapı, Esed yönetimini devirerek yeni bir düzen tesis etmeyi amaçlamıştır. NATO tarafından Suriye’ye silah ambargosu konulmuş ve Türkiye de bu ambargoya dâhil olmuş ve Suriye ile tüm ilişkilerini askıya almıştır. Esed,  Başbakanı Erdoğan’a, “Müslüman Kardeşler’i dış destekli bir terör örgütü” olarak gördüklerini ifade etmiş ve Türkiye gibi çok kültürlü ve çok etnikli bir yapıya sahip olan Suriye’nin, dini temelli bir siyasal düzende birleşemeyeceğini ifade etmiştir. Türkiye ise bu süreçte, Suriye’deki muhalif gruplar arasından Müslüman Kardeşler’e daha yakın olanların öncülüğünde İstanbul’da Suriye Ulusal Konseyi’nin kurulmasına destek vererek, ülkede daha geniş dini ve etnik temsiliyet imkânı yaratmayı öngörmüştür.

Arap Birliği’nin Kasım 2011’de aldığı yaptırım kararları[2] ve Türkiye’nin bu kararlı uygulama sürecinde Arap Birliği üyesi devletlerle ortak hareket ederek Beşar Esed yönetimine karşı genişletilmiş önlemler alması, Türkiye’nin daha evvel görünmemiş şekilde ve ilk defa bir komşusunun iç işlerine doğrudan müdahale ettiğini göstermiştir. Bu durumun en somut göstergesi, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamalarda “Suriye konusunu bir dış mesele olarak görmüyoruz. Suriye bizim iç meselemizdir”[3] ifadelerini kullanmasıdır. Türkiye’nin, bölgede yaşanan şiddete göz yummayacağını vurgulayan Erdoğan, Türkiye ile Suriye’nin 850 km’lik sınır hattına sahip olduğunu belirterek, sınır güvenliğinin önemine binaen adımlar atılacağına işaret etmiştir.

Türkiye, Suriye’deki muhaliflerin tek bir noktaya kanalize edilmesi, ülkenin toprak bütünlüğünün korunması, muhaliflerin yönetime karşı silahlandırılması ve iç savaş nedeniyle tampon bölgeler kurulması gibi güvenlik stratejilerini uygulamaya koymuştur. Bununla beraber, Türkiye’nin Suriye’deki güvenlik hedeflerinde İran’ı dengeleyen ve yönlendiren bir politika amaçladığı görülmektedir. Türkiye’nin, İran’ı Suriye’den uzak tutmak ve bu anlamda mezhep eksenli yayılmacı bir politika güden İran’ın “Şii Hilali”ni engellemek için İsrail ve ABD ile yakın ilişkiler içerisinde olması kaçınılmaz olmuştur. Zira söz konusu Suriye-İran ittifakının, Türkiye’nin ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından iki temel tehdit oluşturduğunu söylenebilir: Bunlardan ilki Türkiye’nin sahip olduğu Kürt nüfusu etkilemek maksadıyla PKK’nın Suriye kolu olan YPG’nin desteklenmesi olup bir diğeri Türkiye’nin içerisindeki Alevi-Şii azınlığı hedef alan mezhep faktörüne yönelik zararlı adımlardır.

Gerek NATO ve ABD ile ittifak ilişkileri dolayısıyla Batılı devletler içerisinde bulunması, gerekse jeopolitik konumuyla Arap Baharı ve Suriye iç savaşının yakınında faaliyet göstermesi dolayısıyla bölgesindeki başat aktörlerden olmuştur. Karar alan, yöneten ve karar aldıran bir ülke olarak ön plana çıkmayı amaçlamış ve birçok sahada başarılı olmuştur. Ancak, Suriye’ye yalnızca reform ve demokrasi çağrıları yapılmamış,  doğrudan Suriye’nin iç yapılmamış, doğrudan edilen durumlar da gerçekleşmiştir. Nitekim, Cenevre Görüşmeleri’nde Esed’den yönetimi bırakması istenmiş, bu hususta güç kullanılmasını gündeme getiren “Suriye Dostları” adlı yapıya dâhil olunmuş ve nihayetinde uzlaşı ortamından uzaklaşılmıştır. Son olarak, Suriye’nin bir “iç mesele” olarak nitelendirilmesi,  Türkiye’nin küresel güçlerin bölgede aktif olarak çatışan vekil örgütlerinin çatışmalarına girmesinin önünü açmıştır.

Öte yandan, Suriye’de işlemeyen devlet organları nedeniyle felç olan bölge içerisinde sayıları artan devlet dışı silahlı aktörler ortaya çıkmıştır. Bu unsurlar, Türkiye’nin PKK’nın Suriye kolu olması ve terör faaliyetleri yürütmesi sebebiyle terör örgütü ilan ettiği PYD ve onun silahlı birlikleri olan YPG ile 2014’te resmen tarih sahnesine çıkan DAEŞ başta olmak üzere, İran destekli Şii milisler, el Kaide, el Nusra, ÖSO ve Suriye rejim güçleri gibi unsurlardır. Bunlar, küresel güçlerin destek ve finans sağlayarak birbirleri yerine savaştırdıkları birer asimetrik savaş unsurlarıdır. Üstelik, “hibrit savaş” denilen yeni bir savaş tekniği ile bölgede varlık gösteren bu devlet dışı silahlı aktörler, Suriye’deki mevcut durumu bir çıkar-güç mücadelesine dönüştürmüştür. Türkiye, bunların sivil halkın güvenliğini tehdit ederek göçe zorladığını ve uluslararası toplumun acil önlemler alması gerektiğini savunmuştur. Bu bağlamda, Türkiye, “açık kapı” politikası ile milyonlarca Suriyeli savaş mağduruna da ev sahipliği yapmıştır.

Suriye’deki iç savaş Aralık 2024 itibariyle Beşar Esed ve ailesinin ülkeyi terk etmesiyle sona erdi. Ancak, kanlı rejimin Sednaya Hapishanesi’nde yaptığı katliamlar ve hafızalarda kalan ızdırap dolu günler, halkın yaraları sarılana dek tazeliğini koruyacaktır. Buna karşın, Suriye’nin gerek yeni bir yönetime kavuşmasında gerekse yeniden imar edilmesinde Türkiye’nin rolü büyük olacaktır. Zira Türkiye’nin 2011 krizinin patlak verdiği ilk andan itibaren, Suriye’de satranç tahtasını çözerek ilerlediği görünüyor.


[1] “Clinton condemns Syrian government ‘repression’ ”, Reuters,  https://www.reuters.com/article/us-syria-clinton-idUSTRE72S5EQ20110329 , [Erişim Tarihi: 01.05.2021]

[2] BBC Türkçe, “Arap Birliği”, www.bbc.com/turkce/haberler/2011/11/111127_arab_syria

[3] “Erdoğan’dan Suriye’ye”, TRT Haber , www.trthaber.com/haber_yazdir.php?detayID0=4907